YARGITAY KARARI
DAİRE : 1. Hukuk Dairesi
ESAS NO : 2014/539
KARAR NO : 2014/15488
KARAR TARİHİ : 13.10.2014
MAHKEMESİ : KARAMÜRSEL ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 02/10/2013
NUMARASI : 2012/653-2013/774
Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın reddine ilişkin olarak verilen karar, davacı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi …. raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;
-KARAR-
Dava, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil talebine ilişkindir.
Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden; davacının kayden maliki olduğu 44 parsel sayılı taşınmazı 23.10.2002 tarihli resmi akitle davalıya sattığı, davalı adına sicil kaydının oluştuğu anlaşılmaktadır. Davacı, anılan temlikin dava dışı eşinin borcuna karşılık teminat amacı ve borç ödendiğinde iade koşulu ile yapıldığını; aynı borç için verilen 30.04.2001 vade tarihli senedin tapuda tescil sağlandığında kendisine iade edildiğini, daha sonra borcun ödenmesi teklif edilmesine rağmen ödeme teklifi kabul edilmediği gibi, taşınmazın iadesine de yanaşılmadığı iddiası ile eldeki davayı açmıştır.
Davalı, 30.04.2001 tarihli senet borçlusunun davacının kocası olup, teminat amacı ile alınmadığını, eş Necati’nin borcuna karşılık alındığını, borç ödenince senedin iade edildiğini, satışın gerçek bir satış olduğunu, eldeki davanın davacıya karşı açılan elatmanın önlenmesi davasını sonuçsuz bırakmak amacı ile açıldığını savunmuştur.
Mahkemece, davacının iddiasını yazılı delil ile ispatlayamadığı; dava dilekçesinde yemin deliline dayanıldığı, davalıya yemin teklif edildiği ve davalı tarafından yeminin icra edildiği gerekçeleri ile davanın reddine karar verilmiştir.
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Bilindiği üzere; uygulamada mesele,5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK’nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK’nin 19.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.
Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Somut olaya gelince, dava konusu taşınmazın davalıya satılmasına rağmen davacının taşınmazda oturmaya devam etmesi nedeniyle davalının elatmanın önlenmesi davası açtığı, davacının, dava dilekçesinde; “bilirkişi incelemesi, yemin, tanık, 30/04/2001 tarihli senet, keşif vs. her türlü delil”e dayandığı, davalının 27/12/2012 tarihli delil dilekçesinin “Belgeler” başlıklı 5.maddesinde “davacının dilekçe ekinde sunduğu 40 milyar bedelli senedin karşılığını ve senedin 30/04/2001 tarihinden geçerli avans faiziyle birlikte ödediğine, senet borcunu faizi ile ödemeye hazır olduğunu ve tapu kaydının iadesi talebini içerir belge örnekleri”ni delil olarak gösterdiği anlaşılmaktadır.
Öte yandan, her ne kadar yemin icra edilmiş ise de, yeminin son çare olarak başvurulan bir delil olduğu, öncelikle diğer delillerin incelenmesi ve bunların yeterli olmadığının anlaşılması halinde yemin deliline başvurulması gerektiği, bu meyanda yeminin icra edilmiş olmasının sonuca etkili olmayacağı açıktır.
Hâl böyle olunca; tarafların kabulünde olan 30.04.2001 tarihli senedin yazılı delil başlangıcı olarak değerlendirilerek, tanık beyanları ve davalı tarafın delil dilekçesinin 5.maddesinde belirttiği belgelerin ibrazı istenerek, taşınmaz temlikinin borç karşılığı mı yoksa borç ödendiğinde iade edilmek üzere teminat olarak mı verildiğinin duraksamaya yer vermeyecek şekilde belirlenmesi gerekir. Taşınmazın davacının eşinin borcunun teminatı olarak verildiğinin tespiti halinde borcun miktarının tespiti ile, ödenmemiş ise kalan kısmının belirlenmesi BK 81 (TBK 97.md) gereğince bedelin ödenmesine ilişkin davacıya önel verilmesi, bedelin depo edilmesi halinde davanın kabul edilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile davanın reddine karar verilmesi isabetsizdir.
Davacı vekilinin temyiz itirazları belirtilen nedenlerle yerindedir. Kabulüyle hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 13.10.2014 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.
-KARŞI OY-
Bilindiği üzere yemin delili, senetle ispat zorunluluğu nedeniyle ihtiyaçtan doğan bir ispat aracıdır. Yemin de aslında (vakıanın gerçekleşip gerçekleşmediğini tespit anlamında) gerçek bir delil olmayıp, davayı kaybetmek üzere olan tarafın, son bir hamle olarak karşı tarafın vicdanını harekete geçirmek suretiyle ona davanın konusunu oluşturan ve kendi şahsından doğan (ya da bildiği) vakıa veya vakıalar konusunda yemin ettirerek son bir kez düşünmeye yönlendirmesidir.
Yeminin konusu, davanın çözümü bakımından önem taşıyan, çekişmeli olan ve kişinin kendisinden kaynaklanan vakıalardır. Bir kimsenin bir hususu bilmesi onun kendisinden kaynaklanan vakıa sayılır.(HMK m. 225)
Yemin konusundaki eski Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile yeni Hukuk Muhakemeleri Kanunu arasında farklılıklar bulunmaktadır. Bunun en önemlilerinden biri de yemin teklifi ile ilgili 227. maddede yer almaktadır. Bu maddede; “(1) Uyuşmazlık konusu vakıanın ispatı için yeminden başka delili olduğunu beyan etmiş olan taraf dahi yemin teklif edebilir.
(2) Yemin teklif olunan kimse, yemini edaya hazır olduğunu bildirdikten sonra, diğer taraf teklifinden vazgeçerek başka bir delile dayanamaz ve yeni bir delil de gösteremez”. hükmü bulunmaktadır.
Madde gerekçesinde ise “1086 sayılı Kanunun 354 üncü maddesinin birinci fıkrasında yer alan hüküm aynen kabul edilmiştir. Ancak ikinci fıkra ile başka delili de olduğu hâlde onlar tam olarak toplanıp değerlendirilmeden yemin teklif edilmesi durumunda, karşı taraf lehine doğan usulî kazanılmış hak gözetilerek, ortaya çıkan karışıklığa açıklık getirilmiştir. Bu hüküm gereğince yemin teklif olunan kimse yemini edaya hazır olduğunu bildirdikten veya yemini iade ettikten sonra diğer taraf teklifinden vazgeçerek başka bir delile dayanamaz ve yeni bir delil de gösteremez.” ifadeleri yer almaktadır.
Bu maddenin karşılığı HUMK’un 350 ve 354. maddeleridir. 350. maddede “Yemin teklif olunan kimse yemini edaya hazır olduğunu beyan ettikten sonra diğer taraf teklifinden sarfınazar ile başka delil ikame edemez.” 354. maddede ise “Davasını ispat için yemin teklifinden başka delili olduğunu beyan etmiş olan taraf dahi yemin teklif edebilir.
Şu kadar ki, işbu deliller kabule şayan görüldüğü veya bu delillerin serd ve istimali mümkün olduğu takdirde yemin teklif olunamaz.” ifadeleri bulunmakta idi.
Her iki hüküm karşılaştırıldığında en önemli farkın HUMK’un 354. maddesinin ikinci fıkrasının yeni HMK’ye alınmamış olmasıdır. 354. maddenin birinci fıkrası ile HMK’nin 227. maddesi aynı mahiyette olup, uyuşmazlık konusu vakıanın ispatı için yeminden başka delili olduğunu beyan eden tarafın diğer delilleri ileri sürmekten vazgeçerek yemine dayanabileceğini ifade etmektedir. Metne alınmayan HUMK’un 354/2. maddesindeki düzenleme ise bu düzenlemenin istisnasını düzenlemekte, daha doğru bir ifade ile birinci fıkradaki düzenlemeyi istisna haline getirmekte idi. Yani, ileri sürdüğü vakıaları diğer delillerle ispatlayabilecek olan tarafın yemin teklif edemeyeceğini düzenliyordu. Buradan hareketle, gerek doktrin gerekse Yargıtayca “yeminin son çare” olduğunu, diğer delillerin öncelikle incelenmesi ve bunların yeterli olmadığının anlaşılması durumunda son çare olarak yemin deliline başvurulabileceği, bu nedenle bu gereklilik yerine getirilmeden eda edilen yemine de değer verilemeyeceği düşünülmekte idi. Sayın çoğunluk görüşü de bunu açıklamaktadır.
Ne var ki, yeni HMK’nin 227. maddesine HUMK’un 354. maddesinin ikinci fıkrası alınmamakla, daha önce istisna olan hüküm artık kural haline getirilmiş ve başkaca delile dayanmış olan ve bu delillerle davasını ispatlayabilecek olan tarafın da bu delilleri bir tarafa bırakarak yemin deliline başvurabileceği şeklinde bir düzenleme yapılmıştır.
Bu düzenlemeyi HMK’nin 227. maddesinin ikinci fıkrası ile birlikte değerlendirdiğimizde, bundan sonra bir taraf başka delilleri olsa dahi vakıalarını ispat için yemin teklif etmesi ve karşı tarafın da teklif edilen yemini edaya hazır olduğunu bildirmesinden sonra, yemin teklif eden taraf artık bu teklifinden vazgeçemeyeceği gibi, daha önce ileri sürmüş olsa bile başka bir delile dayanamaz ve yeni bir delil de gösteremez.
Bu genel ilkeler karşısında somut olay değerlendirildiğinde; davanın inanç sözleşmesinden kaynaklanan tapu iptali ve tescil davası olduğu ve 5.2.1947 tarih ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına göre, yazılı belge gibi kesin delillerle ispatlanması gerektiği, davanın 03.12.2012 tarihinde açıldığı, davacı vekilinin 21.06.2013 tarihli oturumda “inanç sözleşmesine ilişkin yazılı belgelerinin olmadığını ve delillerinin arasında yemin delilinin bulunduğunu” beyan ettiği, akabinde mahkemeye verdiği 01.10.2013 tarihli dilekçesi ile davalıya sorulacak soruları içeren yemin metnini mahkemeye sunduğu, davacı vekilinin de katıldığı 02.10.2013 tarihli oturumda mahkemece, HMK’nin 229 vd. maddelerindeki usule uygun şekilde yeminin eda edildiği; mahkemece “yeminin kesin delil olduğu ve teklif edilen yeminin usulünce eda edildiği, bu durumda davacının davasını ispatlayamadığı” gerekçesi ile davanın reddedildiği anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca, mahkemenin bu kararı yukarıda açıklanan ilkelere uygun olup, artık eski HUMK’dan gelen alışkanlıkla yeminin son çare olduğu yönünde bozma yapılamayacağından ve eda edilen yeminden sonra başkaca bir delil toplanması yeni HMK karşısında mümkün bulunmadığından, mahkeme kararının onanması gerektiği gerekçesi ile sayın çoğunluğun görüşüne katılmıyoruz.