Yargıtay Kararı 1. Hukuk Dairesi 2014/10900 E. 2015/14051 K. 03.12.2015 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : 1. Hukuk Dairesi
ESAS NO : 2014/10900
KARAR NO : 2015/14051
KARAR TARİHİ : 03.12.2015

MAHKEMESİ : ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ

Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davacı tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, tetkik hakimi … …’ın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp, düşünüldü;

-KARAR-

Dava, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkin olup, mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.
Davacı, davalının kızı … … ile şirket ortağı olduklarını, kayden maliki olduğu 1829 ada 21 parsel sayılı taşınmazdaki (B) Blok 1 nolu bağımsız bölümü kredi temin etmesi için davalıya satış suretiyle temlik ettiğini, 20 adet kredi taksidini bankaya ödediğini, ortağı …’nın eşinden ayrılması üzerine boşandığı eşi yakın arkadaşı olduğundan ortaklığa son verdiğini, bunun üzerine davalıdan banka kredisinin tamamını ödeyip taşınmazı iade etmesini istediğini, davalının ise taşınmazı sahiplenerek iadeyi kabul etmediğini, davalı ile damadı … … arasında yaşanan olayların savcılığa intikal ettiğini, davalının Cumhuriyet Savcılığının 2009/10601 esasında vermiş olduğu beyanıyla dava konusu taşınmazın devrinin inanç sözleşmesi gereği yapıldığını kabul ettiğini, davalının … Asliye Hukuk Mahkemesinin 2009/269 esas sayılı dosyasında aleyhine ecrimisil davası açtığını, o davada iptal ve tescil istekli dava açması için kendisine süre verildiğini ileri sürerek tapu kaydının iptali ile adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı, davacı ile arasında inanç sözleşmesi olmadığını, inançlı işleme dayalı iddianın yazılı belge ile kanıtlaması gerektiğini, taşınmazın kredi borcunun ve emlak vergisinin tarafından ödendiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davacının inançlı işleme dayalı iddiasını yazılı delille ispat edemediği, mahkeme içi ikrarın söz konusu olmadığı, davalının teklif edilen yemini eda ettiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden, toplanan delillerden; çekişme konusu 1829 ada 21 parsel sayılı taşınmazdaki (B) Blok 1 nolu meskenin 16.11.2007 tarihinde satış suretiyle davalı adına tescilli olduğu, 14.11.2007 tarihinde davalının … … … Bankası A.Ş’den 54.000,00 YTL lik konut kredisi kullandığı, 19.11.2007 tarihinde … … … Bankası A.Ş. lehine 175.000,00 TL lik ipotek tesis edildiği, ödemelerin anılan bankaya davalı adına yapıldığı anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan 4721 s. Türk Medeni Kanununun (TMK) 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
İnanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (818 s. Borçlar Kanunu 818 s. Borçlar Kanununun (BK). m.; 6098 s. Türk Borçlar Kanununun (TBK) 97. m.) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de TBK’nin 26 ve 27. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın, inanç sözleşmelerinin yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Uygulamada mesele,5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötü niyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK’nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK’nin 19.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.
Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Yukarıda açıklanan ilke ve olgular doğrultusunda somut olaya bakıldığında; çekişme konusu 1829 ada 21 parsel sayılı taşınmazdaki (B) Blok 1 nolu meskenin 16.11.2007 tarihinde satış suretiyle davalı adına tescil edildiği, davalının 14.11.2007 tarihinde konut kredisi kullandığı, taşınmazın üzerine 19.11.2007 tarihinde … … … Bankası A.Ş. lehine ipotek tesis edildiği, davacının maliki olduğu taşınmazı davalının kızı ile ortak olan şirketin işlerinde kullanılmak üzere kredi temin etmesi amacı ile davalıya temlik yaptığı iddiasıyla eldeki davayı açtığı ayrıca, … . Asliye Hukuk Mahkemesinin 2009/269 esas sayılı dosyasında davalı … …’ın davacı … … aleyhine dava konusu taşınmazı haksız kullanımı nedeniyle ecrimisil davası açtığı, 17.05.2012 tarihinde eldeki dava dosyası ile birleştirilen dosyanın 01.06.2012 tarihinde tefrikine karar verildiği … Ticaret Sicil Müdürlüğünün 28.11.2012 tarihli yazısı içeriğinden, … İnşaat Mobilya Tekstil Gıda Taşımacılık Otomotiv İthalat İhracat Sanayi Ltd. Şti’nin 17.01.1996 tarihinde ticaret siciline tescille kurulduğu, 17.07.2007 tarihi itibariyle ortaklarının … …, … … … ve … … olduğu, daha sonra 10.10.2007 tarihinde … … …’un payını davacı …’e devrederek şirket ortaklığından ayrıldığı, davalının eski damadı olduğu söylenen … …’un şikayeti üzerine davalı hakkında 21.08.2009 suç tarihli kasten yaralama suçundan açılan kamu davası sonucunda, … . Asliye Ceza Mahkemesinin 30.04.2013 tarih, 2012/810 esas, 2013/186 karar sayılı ilamı ile davalının suçu sabit görülerek mahkumiyetine ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verildiği, kararın temyiz edilmeden 06.06.2013 tarihinde kesinleştiği davalının anılan dosyanın hazırlık aşamasında 21.08.2009 tarihinde poliste verdiği ifadesinde, “kızı …’nın 1 yıl önce … …’dan boşandığını, … …’un kızı ile evli olduğu sürede başka biri ile müteahhitlik yaptığını, sonrasında işlerini yürütmek için 20 ay önce kendisi adına kredi aldıklarını adına bir ev tapusu verildiğini, kredinin ödemesini onların yaptığını, kızından ayrılınca kredinin ödenmediğini, evin tapusu üzerine olduğu için kredi ödemelerinin tarafından yapıldığını olay günü de … …’un yolunu keserek senin bu evde ne hakkın var diyerek kendisini dövdüğünü” beyan ettiği anlaşılmaktadır.
Anılan beyanın maddi vakıanın kabulü niteliğinde olduğu açıktır.
Öyleyse, davacının inançlı işleme dair iddiasını ispat ettiği, başka bir delile gerek kalmadığı, davalının eda ettiği yeminin ise sonuca etkili olmayacağı kuşkusuzdur.
Ancak, 6098 sayılı Türk Borçlar Yasasının 97. maddesinde; “karşılıklı borç yükleyen bir sözleşmenin ifası isteminde bulunan tarafın, sözleşmenin koşullarına ve özelliklerine göre daha sonra ifa etme hakkı olmadıkça, kendi borcunu ifa etmiş ya da ifasını önermiş olması gerekir” hükmü öngörülmüştür.
Hâl böyle olunca: davalı tarafından bankadan alınan kredinin şirket işlerinde kullanıldığı iddia edildiğine göre, bu krediden ne kadar oranda davacının sorumlu olduğunun tespit edilmesi, belirlenen miktarın Türk Borçlar Kanununun 97. maddesi hükmü gereğince mahkeme veznesine depo edilmesi için davacıya önel verilmesi, depo edilirse tapu kaydının iptaline ve davacı adına tesciline karar verilmesi, açıklandığı şekilde belirlenen bedelin depo edilmemesi halinde ise davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm tesisi isabetsizdir.
Davacının bu yönlere değinen temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 03.12.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.