Emsal Mahkeme Kararı Kayseri Bölge Adliye Mahkemesi 3. Hukuk Dairesi 2021/1301 E. 2022/572 K. 25.03.2022 T.

Görüntülediğiniz mahkeme kararı henüz kesinleşmemiştir. Yararlı olması amacıyla eklenmiştir.

T. C.
KAYSERİ
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
3. HUKUK DAİRESİ
DOSYA NO: 2021/1301
KARAR NO: 2022/572
T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
İ S T İ N A F K A R A R I
İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ: KAYSERİ 2. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ
TARİHİ: 24/05/2021
NUMARASI: 2021/247 Esas 2021/332 Karar
DAVANIN KONUSU: Tazminat (Haksız Fiilden Kaynaklanan)
DAVA TARİHİ: 12/07/2018
İSTİNAF KARARININ
VERİLDİĞİ TARİH: 25/03/2022
YAZILDIĞI TARİH: 25/03/2022
Kayseri 2. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2021/247 Esas 2021/332 Karar sayılı kararı davacılar vekili tarafından istinaf incelemesi için Dairemize gönderilmekle dosyadaki tüm bilgi ve belgeler incelendi.
GEREĞİ DÜŞÜNÜLÜP GÖRÜŞÜLDÜ:
TARAFLARIN İDDİA VE SAVUNMALARININ ÖZETİ: Davacılar vekili dava dilekçesinde özetle; davalı şirket bünyesinde faaliyet gösteren …nin 30/04/2018 tarihinde yayınlanan nüshasının 1.ve 6. sayfasında yer alan ”Halef – Selef Başkanlar Eski Ortak Çıktı, Yeni Başkanın Şirketi Belediyeden İhale Aldı” manşetli ”Siyaset Ticarete Sigorta Olmuş” başlıklı asılsız haberin davacı şirket ve müdürünün kişilik haklarına zedeleyici nitelikte olduğunu, haberin asılsız olduğunu, haberin davacının itibarını zedelediğini, bu asılsız haber nedeniyle …ne Tekzip metni göndermeleri üzerine herhangi bir yayın veya açıklama yapılmadığı için Sulh Ceza Hakimliğine yayınlama talebinde bulunduklarını, taleplerinin kabulü sonucu davalı şirkete ait …nin Tekzip Metnini yayınlamak zorunda kaldığını, davalı şirket ve müdürünün ülke çapında ticaret yaptığını ve dünya çapında faaliyet gösteren birçok sigorta şirketinin acentelik işini yürüttüğünü, yapılan asılsız haber sonucu müvekkil şirket ve müdürünün itibarının zedelendiğini ileri sürerek her bir davacı yönünden 50.000,00 TL olmak üzere toplam 100.000,00 TL manevi tazminatın haksız fiilin gerçekleştiği 30/04/2018 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan alınarak davacılara verilmesine, yargılama giderleri ve vekalet ücretinin karşı tarafa yükletilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.Davalı taraf cevap dilekçesinde özetle; ülkemizin bir hukuk devleti olup yargının bağımsız olduğunu, davacıların normal şartlarda özür dilemesi gerekirken bunu yapmayıp iş bu davayı açtığını kanıtlayacaklarını, dava konusu haberlerin hukuka uygun olduğunu, haberdeki olguların gerçek olduğunu, kamusal ilginin yayınlanan bir haberin kamuyu ilgilendirip ilgilendirmediği olduğunu, dava konusu haberlerin kamusal ilgi ve kamu yararı unsurlarını taşıdığını, dava konusu haberin hukuka uygun sebeplerinin kamusal ilgi ve kamu yararı, güncellik, konu ile ifade arasındaki düşünsel bağ olduğunu ve bu üç unsur bakımından bir ihtilaf kalmadığını düşündüklerini, tekzip talebinde bulunulduğu zaman bir yargılama yapılmayacağı hatta ve hatta genelde aynı gün bile karar verileceğini, yalnızca talebin incelendiğini ve olayın doğru olup olmadığına girilmeyeceğini ileri sürerek Kayseri … Belediyesinden … Sigortacılık’a 2015/143731, 2016/491102, 2017/41734 ve 2018/84623 nolu ihalelerin verilip verilmediğinin sorulmasına, Kayseri Ticeret Sicil Müdürlüğüne, … ile davacının kardeşi …’ın…İç ve Dış Ticaret A.Ş., … Sanayi ve Ticaret A.Ş.ve …Endüstrisi ve Ofis Otomasyon Sistemleri San.ve Tic. Ltd. Şti.isimli 3 şirkette ortak olup olmadıklarınnı sorulmasına, dava konusu haberdeki diğer bir iddiaları olan (… belediye başkanı …) ile…’in( Kayseri yeni belediye başkanı) … Enerji ve Tarım Sanayi Ticaret Anonim Şirketinde ortak olup olmadıklarının Kayseri Ticaret Sicil Müdürlüğünden sorulmasına, davanın reddi ile yargılama giderleri ve vekalet ücretinin karşı tarafa üzerinde bırakılmasına karar verilmesini talep etmiştir.
İLK DERECE MAHKEMESİ KARARININ ÖZETİ: İlk derece mahkemesince yapılan yargılama sonucunda; “… Dava konusu yayında, ihale alan davacı şirket ile şirketin genel müdürü olan davacının adının geçmekte olduğu, habercinin, haberin kesin doğruluğunu araştırma yükümlülüğü olmadığı gibi kişisel düşüncelerini kendi anlayış biçiminde ve eleştirel olarak sunmasında ve görünür şekli ile haber yapmasında Mahkememizce yasaya aykırı bir yön görülmediği, konu ile ifade arasında düşünsel bağlılık anlamında davacıların kişilik haklarına saldırının söz konusu olmadığı değerlendirildiğinden davacıların davasının reddine” şeklinde karar verildiği görülmüştür.
İLERİ SÜRÜLEN İSTİNAF SEBEPLERİ: Davacılar vekili tarafından süresi içinde verilen istinaf dilekçesinde özetle; ilk derece mahkemesi kararının usul ve yasaya aykırı olduğunu, davanın reddedildiğini ve davalı lehine iki kez vekalet ücretine hükmedildiğini, dava konu haberin asılsız olduğunu, yüksek tirajlı … ile gazete manşetlerini haber yapan birçok TV kanalı ve sosyal medya yoluyla bu asılsız haberin büyük kitlelere ulaştığını, müvekkil şirket ve müdürünün ülke çapında ticaret yaptığını ve dünya çapında faaliyet gösteren birçok sigorta şirketinin acentelik işini yürüttüğünü ayrıca müvekkil şirkette onlarca çalışan istihdam edildiğini, kamu yararını gözeterek görevini yapmakla yükümlü bir kurum olan basının bu görevini yerine getirirken özellikle yanının gerçek olmasını, yayında kamu yararı bulunmasını, toplumsal ilgilin varlığını, konunun güncelliğini ve haber verilirken özle biçim arasındaki dengeyi koruması gerektiğini, davalı şirkete bağlı …nin söz konusu asılsız haberi yayımlamasında bu ilkelere riayet edilmediğini, bu ilkeler gözetilmeksizin yapılan haberin hukuka aykırı olduğunu bu nedenlerle ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına karar verilmesi talebiyle istinaf kanun yoluna başvurduğu görülmüştür.
DELİLLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ Ve GEREKÇE: Dava, basın yolu ile kişilik haklarının zedelenmesinden dolayı uğranılan manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir.
İstinaf incelemesi HMK 355. maddesi gereğince ileri sürülen istinaf sebepleri ve kamu düzeni ile sınırlı olarak yapılmıştır.
Duruşma açılmasını gerektiren sebepler bulunmadığından HMK’nın 353 ve 355 maddeleri gereğince inceleme ve müzakereler dosya üzerinden yürütülmüştür.
Davacılar vekili davalı …’nin 30/04/2018 tarihli baskısının 1. ve 6. sayfasında yer alan “Siyaset Ticarete Sigorta Olmuş” başlıklı haber ile şirket ve müdürünün … Belediyesi eski ve yeni başkanla gizli ortaklıklarının olduğundan ve bu sayede haksız kazanç elde edildiğinden, yolsuzluk yapıldığından ve ihaleye fesat karıştırıldığından bahsedilmiş olduğuna ilişkin asılsız, kamuoyunu yanıltıcı mahiyette haber yapıldığını, davacıların kişilik haklarına saldırıda bulunulduğunu ileri sürerek her birisi için 50.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan ödetilmesi isteminde bulunmuş, davalı taraf ise davanın reddi gerektiğini savunmuştur. Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş, karara karşı davacılar vekili tarafından istinaf kanun yoluna başvurulmuştur.
Davacıların, kişisel itibarının korunması meşru amacıyla eldeki davayı açtığı, buna göre davanın kanuni dayanağının Anayasanın 17. maddesi, Türk Medeni Kanunu ve Türk Borçlar Kanunu olduğu görülmüştür.Manevi zarar, kişilik değerlerinde oluşan objektif eksilmedir. Duyulan acı, çekilen ızdırap manevi zarar değil, onun görüntüsü olarak ortaya çıkabilir. Acı ve elemin manevi zarar olarak nitelendirilmesi sonucu, tüzel kişileri ve bilinçsizleri; öte yandan, acılarını içlerinde gizleyenleri tazminat isteme haklarından yoksun bırakmamak için Yasalar manevi tazminat verilebilecek bazı olguları özel olarak düzenlemiştir. Bunlar kişilik değerlerinin zedelenmesi (TMK m.24), isme saldırı (TMK m.26), nişan bozulması (TMK m.121), evlenmenin butlanı (TMK m.158/2), boşanma (TMK m.174/2) bedensel zarar ve ölüme neden olma (818 sayılı BK m.47, 6098 sayılı TBK m56) durumlarından biri ile kişilik haklarının zedelenmesi (818 sayılı BK m.49, 6098 sayılı TBK m. 58) olarak sıralanabilir.
4721 sayılı TMK’nın 24. maddesi ile 6098 sayılı TBK’nın 58 .maddesi(818 sayılı BK’nın 49. maddesi) diğer yasal düzenlemelere nazaran daha kapsamlıdır.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 24. maddesinde; “Hukuka aykırı olarak kişilik hakkına saldırılan kimse, hakimden, saldırıda bulunanlara karşı korunmasını isteyebilir.
Kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar ya da kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır.”Dava konusu yayımın yapıldığı ve davanın açıldığı tarihte yürürlükte bulunan 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun (BK) 58. maddesinde ise; “Kişilik hakkının zedelenmesinden zarar gören, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat adı altında bir miktar para ödenmesini isteyebilir. Hakim, bu tazminatın ödenmesi yerine, diğer bir giderim biçimi kararlaştırabilir veya bu tazminata ekleyebilir, özellikle saldırıyı kınayan bir karar verebilir ve bu kararın yayımlanmasına hükmedebilir.” hükümleri yer almaktadır.TMK’nın 24 ve BK’nın 58. maddelerinde belirlenen kişisel haklar, bedensel ve ruhsal tamlık ve yaşam ile nesep gibi insanın, insan olmasından güç alan varlıklar ya da kişinin adı, onuru ve sır alanı gibi dolaylı varlıklar olarak iki kesimlidir.
Görüldüğü üzere BK’nın 58. maddesi gereğince kişilik hakları zarara uğrayanların manevi tazminat isteme hakları vardır.
Bu genel açıklamalardan sonra uluslararası metinlerde ifade özgürlüğünün nasıl yer aldığının da incelenmesinde yarar bulunmaktadır:
Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:”Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”Bireyin kişisel şeref ve itibarı, Anayasa’nın 17. maddesinde yer alan “manevi varlık” kapsamında yer almaktadır. Devlet, bireyin manevi varlığının bir parçası olan kişisel şeref ve itibara keyfi olarak müdahale etmemek ve üçüncü kişilerin saldırılarını önlemekle yükümlüdür. ( Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru kararı; 2013/1123, 02/10/2013, paragraf 33) Başka bir deyişle kişisel itibarının korunması hakkı, Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasının koruması altındadır ve şeref ve itibarı etkileyen sözel saldırılar veya basın ve yayın yolu ile yapılan yayınlara karşı bireyin korunmaması halinde Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrası ihlal edilmiş olabilir.Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre; kamu görevlilerine yönelik eleştirinin sınırı sıradan kişiler için olandan daha geniştir ve kamu görevi yapan kişilerin görevlerinden dolayı kendilerine yönelik sert, ağır ve hatta incitici eleştirilere de katlanması gerekir. Çünkü kamu hizmetin yürütülmesi sırasındaki davranışların eleştirilmesinde kamu yararı bulunmaktadır.Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “İfade özgürlüğünün, demokratik bir toplumun vazgeçilmez esasını ve bu toplumun gelişiminin ve her bireyin kendini gerçekleştirmesinin temel koşulunu oluşturduğunu, 10. maddenin 2. fıkrası hükümleri saklı kalmak kaydıyla ifade özgürlüğünün sadece kabul edilen, zararsız ya da farklı olan bilgi ya da düşünceler için değil ama ayrıca hoşa gitmeyen, sarsıcı ya da rahatsız edici olanlar için de geçerli olduğunu, bunların, demokratik toplumun onlarsız olamayacağı çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gereği olduğunu, 10. maddede açıklandığı gibi bu özgürlüğe yapılan sınırlamaların her halde dar yorumlanması gerektiğini ve herhangi bir sınırlama gereksiniminin ikna edici bir biçimde ortaya koyulması gerektiğini,…” ifade etmektedir. ( Handsıde V.Birleşik Krallık, Başvuru No:5493/72, 7 Aralık 1976 tarihli karar )Davalı taraf verilen demecin güncel siyasi konular ile ilgili olması ve gerçek olmasından dolayı kamu yararı içeren bir tartışmaya katkısı olması, haberin veriliş tarzının gazetenin tercihinde olması hususları göz önünde bulundurularak, davanın reddine karar verilmesi gerektiğini savunmaktadır. Anayasamızın 25. maddesi uyarınca “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.” Anayasamızın 90. maddesine göre usulüne uygun şekilde yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bu kapsamda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de kanun hükmünde sayılmaktadır. AİHS’nin 10. maddesinde
“1.Herkes ifade özgürlüğü hakkında sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de verme özgürlüğünü de kapsar. Bu madde, Devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir.
2. Görev ve sorumluluklar da yükleyen bu özgürlüklerin kullanılması, yasayla öngörülen ve demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir.” hükmü bulunmaktadır.
2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 90. maddesinin son fıkrası; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” hükmünü içermektedir. Bu durumda, mahkemelerce önlerine gelen uyuşmazlıklarda usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar ile iç hukukun birlikte yorumlanması ve uygulanması gerekmektedir. Hâl böyle olunca, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) konunun nasıl düzenlendiğinin ve Sözleşme’nin uygulanmasını sağlayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının incelenmesi yerinde olacaktır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “İfade özgürlüğü” başlıklı 10. maddesinin birinci fıkrası; “Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de verme özgürlüğünü de kapsar. Bu madde, devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir.” hükmünü içermekte olup hangi hâllerde ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği de aynı maddenin ikinci fıkrasında düzenlenmiştir.İfade özgürlüğü demokratik bir toplumun en önemli temellerinden birisi olup, toplumsal ilerlemenin ve her bireyin gelişiminin başlıca koşullarından birini teşkil etmektedir. AİHS’nin 10. maddesinin ikinci fıkrası saklı kalmak koşuluyla, ifade özgürlüğü yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran “bilgiler” ya da “düşünceler” için de geçerlidir. Bunlar, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleri olup, bunlar olmaksızın “demokratik toplum” olmaz (Handyside, parag. 49, başvuru no: 5493/72, 07.12.1976). AİHS’nin 10. maddesinde benimsenen ifade özgürlüğü bu şekilde olmakla birlikte, yine de dar bir yorum gerektiren istisnalar içermektedir ve bu hakkı kısıtlama ihtiyacının ikna edici bir biçimde ortaya konması gerekmektedir (Pakdemirli/Türkiye kararı, başvuru no: 35839/97, 22.02.2005).
İfade özgürlüğü geniş bir şekilde yorumlanmakta ise de, sınırsız olmadığı da Sözleşme’nin 10. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilmiştir. Burada çözülmesi gereken temel sorun ifade özgürlüğü ile kişilik haklarına yönelik saldırı arasındaki sınırın hangi ölçütlere göre saptanacağıdır.
AİHM önüne gelen uyuşmazlıklarda yapılan müdahalenin ifade özgürlüğünü ihlal edip etmediğini aşağıdaki kriterleri uygulayarak tespit etmektedir:
1. Müdahalelerin yasayla öngörülmesi:
AİHM, Sözleşme’nin 10. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “yasayla öngörülme” ifadesinin, ilk olarak, itiraz konusunun iç hukukta bir dayanağı olması gerektiğini hatırlatır. Ancak söz konusu ifade hukuki normların ilgili kişinin erişiminde olmasını, sonuçlarının öngörülebilmesini ve hukukun üstünlüğü ilkesine uygun olmasını gerektiren kanun niteliğine de atıfta bulunmaktadır (Association Ekin/Fransa, başvuru no: 39288/98; Ürper ve diğerleri/Türkiye kararı, başvuru no: 14526/07, 14747/07, 15022/07, 15737/07, 36137/07, 47245/07, 50371/07, 50372/07 ve 54637/07, 20 Ekim 2009).
2. Müdahalelerin meşru bir amaç izleyip izlemediği:
Sözleşme’nin 10/2. maddesine göre, “… bu özgürlüklerin kullanılması, yasayla öngörülen ve demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlâkın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir.”
Görüldüğü üzere yasayla düzenlemek şartıyla ve “başkalarının şöhret ve haklarının korunması” amacıyla ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği kabul edilmekte olup sınırlama haklı olsa bile, bu kez sınırlamanın orantılılığı gündeme gelecektir (bkz. sınırlamanın orantısızlığı konusunda Pakdemirli/Türkiye kararı). Kişilik hakkının korunması ile ifade özgürlüğü arasındaki dengeyi iyi sağlamak gerekmektedir. Özellikle siyasetçilerin ve devlet görevlilerinin kişilik hakları ve şöhretleri söz konusu olduğunda bu dengede ifade özgürlüğünün ağır bastığı konusunda kuşku yoktur. Diğer bir deyişle, terazide bir yanda siyasetçilerin ve devlet görevlilerinin kişilik hakları, diğer yanda ifade özgürlüğü bulunduğu durumlarda, tercihin daha çok ifade özgürlüğünden yana kullanıldığı söylenebilir (Doğru, O., Nalbant, A; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar, C. 2, Ankara 2013, s. 232).
3. Müdahalelerin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığı:
AİHM, ifade özgürlüğünün, demokratik bir toplumun temel yapılarından birini oluşturduğu ve toplumun gelişimi ve bireyin kendini gerçekleştirmesinin temel koşullarından biri olduğunu hatırlatır (Lingens/Avusturya, başvuru no: 9815/82, 08.07.1986). İfade özgürlüğü istisnalara tabi olsa da, bu istisnalar dar bir biçimde yorumlanmalı ve sınırlama nedeni ikna edici bir biçimde ortaya konmalıdır (Observer ve Guardian/Birleşik Krallık, A Serisi no: 216, başvuru no: 13585/88, 26.11.1991).
Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 25.04.2018 tarihli ve 2017/4-1320 E., 2018/986 K.; 30.05.2018 tarihli ve 2017/4-1470 E., 2018/1144 K. sayılı kararlarında da benimsenmiştir.
Yukarıda yapılan tespitler ile davacının kişisel itibarlarının korunması meşru amacıyla eldeki davayı açtığı, davanın kanuni dayanağının Türk Medeni Kanunu ve Türk Borçlar Kanunu olduğu anlaşıldığından AİHM tarafından uygulanan kriterlerin ilk ikisinin mevcut bulunduğu belirlenmiştir. Bu durumda sınırlama gereksiniminin demokratik bir toplum için gerekli olup olmadığı, sosyal bir ihtiyacı karşılayıp karşılamadığının tartışılması gereklidir. Ayrıca sınırlama haklı olsa bile, bu kez sınırlamanın orantılılığı gündeme gelecektir (AİHM, Pakdemirli/Türkiye kararı, başvuru no: 35839/97, 22 Şubat 2005).
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi; “siyasetçiler, özellikle de kendileri kamuoyuna yönelik olarak tartışmalı ifadelerde bulunan siyasetçiler söz konusu olduğunda, kabul edilebilir eleştirinin sınırlarının özel bir kişi için geçerli olandan daha geniş olduğuna dikkat çekmiştir. ( Mladina D.D. Ljubljana/Slovenya, Başvuru no: 20981/10, 17 Nisan 2014 tarihli karar ) Siyasetle uğraşan kişilerin kendilerine yönelik sert, ağır ve hatta incitici eleştirilere de katlanması gerekir. Çünkü siyasetçi zorunlu ve bilinçli olarak eylem ve davranışlarını gazetecilerin ve vatandaşların kontrolüne açık bırakmakta, kamuoyuna mal olmuş kişiler haline gelmeyi bilerek tercih etmektedir. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de 2014/8386 Esas 2015/3689 Karar sayılı ilamında “…davacının siyasi kimliği nedeniyle normal koşullardan daha ağır eleştiriye açık olması gerektiğinden bu şartlar altında ifade özgürlüğüne sınırlama getirilmesini gerektirir demokratik bir toplum için gereklilik bulunmadığı…” sonucuna varmıştır.
Basın özgürlüğü ise ifade özgürlüğünün en önemli unsurlarından birisidir. AİHM’nin basın ile ilgili kararlarında ifade özgürlüğünün demokratik bir toplumun esaslı temellerinden birisini oluşturduğuna değinildikten sonra basına tanınması gereken güvencelerin özel bir öneme sahip bulunduğu belirtilmektedir. Basın ve diğer medya organlarının ifade özgürlüğü kamuoyuna yöneticilerin görüş ve davranışlarını tanıtmak ve yargılamak için en iyi araçlardan birisini sunmaktadır. Basına siyasal arenada ve kamunun ilgilendiği diğer alanlarda tartışma konusu olan bilgi ve görüşleri iletme görevi düşer. Basının bu görevi, kamuoyunun da bilgi ve görüşleri alma hakkı ile tanımlanır (Handyside/Birleşik Krallık, 07.12.1976, Başvuru No: 5493/72, 49, Centro Europa 7 S.R.L. And Dı Stefano/İtalya, Başvuru No: 38433/09, 131). O hâlde basın özgürlüğü bir yönüyle halkı ilgilendiren haber ve görüşleri iletme özgürlüğü, diğer yönüyle de halkın bu bilgi ve görüşleri alma hakkıdır. Mahkeme’ye göre basın ancak bu şekilde, kamuoyunun bilgi edinme hakkı bakımından yaşamsal önemi bulunan “halkın gözcülüğü” ya da “bekçisi” görevi yapabilir. Basın özgürlüğü söz konusu olduğunda, ulusal makamlara tanınan takdir yetkisi demokratik bir toplumun yararı dikkate alınarak sınırlandırılır (Édıtıons Plon/Fransa, Başvuru No: 58148/00, 44; Bladet Tromsø And Stensaas/Norveç, Başvuru No: 21980/93, 59).
Burada şu hususun da ifade edilmesi gerekir ki, Sözleşme’nin 10. maddesi sadece ifade edilen haber ve fikirlerin içeriğini değil, fakat aynı zamanda bunların nakledilme biçimlerini de korur. (Oberschlick/Avusturya, Başvuru No: 20834/92, 57). AİHM’nin yerleşik içtihadına göre; gazetecilik özgürlüğü ve mesleği, belirli ölçüde abartma, hatta kışkırtma unsurunu da içerir (Prager And Oberschlick/Avusturya, Başvuru No: 15974/90, 38). Basının başkalarının itibarını korumak gibi çizilmiş sınırları aşmaması gerekmekle birlikte kamunun menfaatinin bulunduğu diğer alanlarda olduğu gibi, siyasi meselelerde de haber ve fikirleri iletmek yine basına düşen bir görevdir. Sadece basının bu tür haber ve fikirleri iletme görevi yoktur, halkın da bunları edinme hakkı da vardır (Sunday Times/Birleşik Krallık, parag. 30, başvuru no: 6538/74, 26.04.1979). Basın özgürlüğünün iç hukukumuzda nasıl yer aldığı konusuna gelince;2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının “Basın hürriyeti” başlıklı 28. maddesi ile 5187 sayılı Basın Kanununun 3. maddesi basın özgürlüğünü düzenlemiş ve bunun sınırlarını göstermiştir. 5187 sayılı Kanunun 3. maddesinde; “Basın özgürdür. Bu özgürlük; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerir. Basın özgürlüğünün kullanılması ancak demokratik bir toplumun gereklerine uygun olarak; başkalarının şöhret ve haklarının, toplum sağlığının ve ahlâkının, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, Devlet sırlarının açıklanmasının veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla sınırlanabilir.” hükmü yer almaktadır. Bu hükümden de anlaşılacağı üzere; basın özgürlüğü, kişinin dünyada ve özellikle içinde yaşadığı toplumda meydana gelen ve toplumu ilgilendiren olay ve olgular hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamayı amaçlar. Bunun gereği olarak basın, haber toplamak, fikir ve kanaatleri izleyerek bunları çözümlemek, yorumlamak, eleştirmek ve sonuçta kamuoyunu ilgilendiren konularda doğru ve gerçeğe uygun haber vermek hakkına sahip ve bununla görevlidir. Eş söyleyişle denetim, uyarma, eleştiri ve gerçekleri açıklama, basının doğal görevleridir. Basın özgürlüğü ile bağlantılı kavramlar olarak; Anayasada düşünce ve kanaat (m. 25), düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti (m. 26) ayrıntılı şekilde düzenlenmiştir. Demokratik yaşamın gelişmesinde, ulusal birliğin sağlanmasında, kamuoyunun sağlıklı bir biçimde oluşmasında, sosyal ve siyasal ilerlemede basının çok önemli bir fonksiyonunun bulunduğu açık ve kuşkudan uzaktır. Doğaldır ki basının bu ayrıcalıklı konumu ve hukuk düzeninin kendisine tanıdığı özgürlük, tüm özgürlükler gibi yine hukuk düzenince çizilen sınırlara tabidir. Basın, yaptığı yayımlarda gerek Anayasanın “Temel Haklar ve Ödevler” bölümünde yer alan ve gerekse de TMK’nın 24 ve 25. maddelerinde ve ayrıca özel yasalarda güvence altına alınmış olan, kişilik haklarına saygı göstermek, bunlara saldırı niteliği taşıyabilecek tutum ve davranışlardan kaçınmak zorundadır. Bu cümleden olarak basın, belirli bir kişinin fikrini tartışmak zorunda kaldığı durumlarda bile, objektif bilgi vermekle ve eleştirmekle yetinmeli, olayları tahrif etmek veya kuşkuları yaymak gibi hukukun izin vermeyeceği yollara başvurmamalıdır. Özellikle de hakaret niteliğinde ya da yersiz, onur kırıcı söz ve deyimlerin kullanılmasından kaçınmalıdır. Basının kamu görevi yapmasında göz önünde tutulan amaçla, kişilik haklarına verilen zarar arasında açık bir oransızlık varsa, yayımın hukuka aykırı olduğu kabul edilmelidir. Objektiflikten ayrılmak, haber sınırını aşmak, genişletici ve yanlış yorumlarda bulunmak, gerçek dışı haber vermek, yersiz şekilde onur kırıcı sözler kullanmak, dürüstlük kurallarına aykırı davranmak, kişisel nedenlerle salt sansasyon için yayım yapmak hukuka aykırıdır. Bu açıklamalardan sonra, denilebilir ki, basın özgürlüğünün kişilik haklarına üstün tutulabilmesi için haberin gerçeğe uygun olması, gerçeğe uygun yayımın haber niteliği taşıması, gerçeğe uygun haberlerin verilmesinde nesnel (objektif) ölçütlere uyulması, haberin veriliş biçimi yönünden özle biçim arasında ölçülülük bulunması gerekir. Bir yayımın hukuka uygun olduğunun kabul edilebilmesi ancak açıklanan bütün bu koşulların birlikte varlığı hâlinde mümkündür. Yapılan bir yayım bu temel ilkelerden herhangi birine ters düşüyorsa hukuka aykırılık unsuru gerçekleşmiş olacaktır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 05.06.2015 tarihli ve 2014/4-33 E., 2015/1504 K., 08.05.2013 tarihli ve 2012/4-1162 E., 2013/631 K. sayılı kararları). Önemle vurgulanmalıdır ki yayımlanmasında kamu yararı bulunan, gerçek ve güncel bir haberin veya eleştirinin, özle biçim arasında denge kurulmak suretiyle verildiği durumlarda manevi tazminat sorumluluğunun temel öğesi olan hukuka aykırılık gerçekleşmeyeceğinden basının sorumluluğu da söz konusu olamaz. Basın objektif sınırlar içinde kalmak suretiyle olay ve konu ile ilgili olan, görünen, bilinen her şeyi araştırma, inceleme ve olayları o anda belirlenen biçimi ile değerlendirme, yayma ve yayınlama yetki ve sorumluluğuna sahip olmakla birlikte, haberin verilişi sırasında özle biçim arasındaki dengenin bozulmaması gerekir. Haberde gerekli, yararlı ve ilgili olmayan nitelemeler ve yorumlar yapıldığı, haberin içeriğine uygun düşmeyen, tahrik edici, kamuoyunda husumet ve kuşku yaratıcı, güveni zedeleyici bir üslubun kullanıldığı durumlarda, özle biçim arasındaki denge bozulmuş sayılır. Bu da hukuka aykırılığın varlığını kabule imkân sağlar. Diğer bir anlatımla basın, olayları izleme, araştırma, değerlendirme, yayma ve böylece kişileri bilgilendirme, öğretme, aydınlatma, yönlendirme yetki ve sorumluluğuna sahiptir. Bunun içindir ki basının yaptığı yayımdan dolayı hukuka aykırılık teşkil edecek olan eylemi, genel olaylardaki hukuka aykırı olan eylemden farklılıklar taşır. İşte bu farklılık ve ayrık durum gözetilerek yapılan yayımın hukuka aykırılık veya uygunluk sınırı belirlenmelidir. Basın dışı bir olaydaki davranış biçiminin hukuka aykırılık oluşturduğunun kabul edildiği durumlarda, basın yoluyla yapılan bir yayımdaki olay hukuka aykırılık oluşturmayabilir. İşte basının bu nedenle ayrı bir konumu bulunmaktadır. Ne var ki, basının bu ayrıcalık taşıyan konumu ve özgürlüğü, tüm özgürlüklerde olduğu gibi sınırsız değildir. Bundan dolayıdır ki, yayımlarında kişilik haklarına saygı göstermesi ve gerek Anayasanın Temel Haklar ve Ödevler bölümünde yer alan ve gerekse 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun (TMK) 24 ve 25. maddelerinde ve yine özel yasalarda güvence altına alınmış bulunan kişilik haklarına saldırıda bulunmaması yasal bir zorunluluk ve hukuki gerekliliktir. Yine, basının manevi tazminat sorumluluğunun doğması 818 sayılı Borçlar Kanununun 49 (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu m. 58) maddesindeki koşulların gerçekleşmiş olmasına bağlıdır. Basın özgürlüğü ile kişilik değerlerinin karşı karşıya geldiği durumlarda; hukuk düzeninin çatışan iki değeri aynı zamanda koruma altına alması düşünülemez. Bu iki değerden birinin diğerine üstün tutulması gerektiği, bunun sonucunda da, daha az üstün olan yararın daha çok üstün tutulması gereken yarar karşısında o olayda ve o an için korumasız kalmasının uygunluğu kabul edilecektir. Bunun için temel ölçüt kamu yararıdır. Gerek yazılı ve gerekse görsel basın bu işlevini yerine getirirken, özellikle yayının gerçek olmasını, kamu yararı bulunmasını, toplumsal ilginin varlığını, konunun güncelliğini gözetmeli, haberi verirken özle biçim arasındaki dengeyi de korumalıdır. Yine basın, objektif sınırlar içinde kalmak suretiyle yayın yapmalıdır. O anda ve görünürde var olup da sonradan gerçek olmadığı anlaşılan olayların yayınından da basın sorumlu tutulmamalıdır.
Tüm bu açıklamalar ve yasal düzenlemeler ışığında somut olay incelendiğinde;
…’nin 30/04/2018 tarihli baskısının 1. sayfasında “Siyaset Ticarete Sigorta Olmuş” ve 6. sayfasında yer alan “Yok böyle ortaklık” başlıklı ve “Başkan sigortaya almış” alt başlıklı haberler ile davacı şirketin ve müdürünün dava dışı … Belediyesinden sigorta hizmeti ihalesi almış olduğuna, belediye eski başkanları ile sigorta şirketi ve müdürü arasında gizli ortaklığın olduğuna ilişkin dava dışı … Belediyesi eski başkanı …’nin ve…’in fotoğrafları kullanılarak haber yapıldığı anlaşılmaktadır.Dava konusu haber dizisi bir bütün olarak değerlendirildiğinde, iddia edilen hususlardan …’nin 30/04/2018 tarihli baskısının 1. ve 6. sayfasında yer alan “Siyaset Ticarete Sigorta Olmuş” başlıklı yazısında, … Belediyesi Eski Başkanı … ile davacı…’in bir şirkette ortak olduğu, bu şirketin … Enerji ve Tarım Sanayi ve Ticaret AŞ olduğu, davacı… ile belediyenin sigorta ihalesi verilmiş olan … Sigorta Ltd.Şti’nin ortaklarının kardeşi … ile davacının üç şirkette ortaklığının olduğu, bu şirketlerin…İç ve Dış Ticaret AŞ., … Sanayi ve Ticaret AŞ. ve …Endüstri ve Ofis Otomasyon Sistemleri Sanayi ve Ticaret Ltd.Şti. olduğu, 2015 – 2018 tarihinde 22 adet sigorta ihalesi yapılmış olup, … Sigorta Şirketi’ne 4 adet ihale verilmiş olduğunun davacı tarafın kabulünde olduğunun haber edilmiş olmasının görünür gerçekliğe uygun olduğu, habercinin habere konu ettiği olayın kesin gerçekliğini ispatlaması gerekmediği, gazetecinin görevinin gündemde yer alan duyuruları aktarmak ve gerçek olup olmadığı hususunda insanları düşünceye sevk etmek olduğu, kamusal yarar bulunan, güncel bir konuda haber yapıldığı, haber bir bütün olarak değerlendirildiğinde, habere konu edilen olayların güncellik, toplumsal ilgi kamu yararı ile öz ve biçim arasındaki denge unsurlarını haiz bulunduğu, güncel bir konuda haber yapıldığı, davaya konu haberde kullanılan başlık ve ifadelerin gazetecilik üslubu gereği okuyucunun dikkatini çekmeyi amaçladığından hukuka uygun olduğu, haberin toplumun haber alma hakkı ve diğer anayasal haklar çerçevesinde hukuka uygun olarak yapıldığı, ifade ve basın özgürlüğü sınırlarının aşılmadığı, haberlerin içeriğinde davacı hakkında doğrudan kişilik değerlerine yönelen küçültücü veya hakaret teşkil eden herhangi bir ifadeye yer verilmediği kanaatine varılmış olup, davanın reddine yönelik ilk derece mahkemesi kararının isabetli olduğu kanaatine varılarak, davacılar vekilinin davanın kabul edilmesi gerektiği yönündeki istinafının yerinde olmadığı görülmüştür.
6100 sayılı HMK’nın “İhtiyari dava arkadaşlığı” başlıklı 57. maddesinde;
“(1) Birden çok kişi, aşağıdaki hâllerde birlikte dava açabilecekleri gibi aleyhlerine de birlikte dava açılabilir:
a) Davacılar veya davalılar arasında dava konusu olan hak veya borcun, elbirliği ile mülkiyet dışındaki bir sebeple ortak olması.
b) Ortak bir işlemle hepsinin yararına bir hak doğmuş olması veya kendilerinin bu şekilde yükümlülük altına girmeleri.
c) Davaların temelini oluşturan vakıaların ve hukuki sebeplerin aynı veya birbirine benzer olması.” şeklinde düzenleme getirilmiş iken;
“İhtiyari dava arkadaşlarının davadaki durumu” başlıklı 58. maddesinde;
“İhtiyari dava arkadaşlığında, davalar birbirinden bağımsızdır. Dava arkadaşlarından her biri, diğerinden bağımsız olarak hareket eder.” hükmü getirilmiştir.
Somut olayda, davacılar arasında ihtiyari dava arkadaşlığı olduğu anlaşılmaktadır. Davacılar tarafından davalıdan ayrı ayrı manevi tazminat talep edildiğine ve davacılar arasında zorunlu dava arkadaşlığı da bulunmadığına göre, her bir davacıdan dava ve duruşmalarda kendisini vekille temsil ettirmiş olan davalı için ayrı ayrı vekalet ücreti takdiri gerektiğinden, ilk derece mahkemesince davacıların her birisi aleyhine AAÜT’nin 10/3. maddesi uyarınca maktu vekalet ücretine hükmedilmiş olması isabetli olup, davacılar vekilinin davalı lehine tek vekalet ücreti takdir edilmesi gerektiği yönündeki istinafının yerinde olmadığı görülmüştür. (Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 2017/1237 Esas, 2019/4047 Karar sayılı ilamı, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 2016/10555 Esas, 2018/7214 Karar sayılı ilamı,)
Yukarıda izah edilen sebeplerle; dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde, dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve esas yönünden yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre, davacılar vekilinin istinaf başvurusunun HMK’nın 353/1-b/1 maddesi gereğince esastan reddine karar verilerek aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur.
H Ü K Ü M : (Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere)
1-) Davacıların istinaf başvurusunun 6100 sayılı HMK’nın 353/1-b/1 maddesi gereğince ESASTAN REDDİNE,
2-) Alınması gereken 80,70 TL istinaf karar harcından peşin alınan 59,30 TL’nin mahsubu ile 21,40 TL’nin davacılardan alınarak Hazineye irat kaydına,
3-) İstinaf incelemesi sırasında duruşma açılmadığından AAÜT md. 2/2 uyarınca vekalet ücreti takdirine yer olmadığına,
4-) Davacılar tarafından yapılan istinaf yargılama giderlerinin davacılar üzerinde bırakılmasına,
5-) Davacılar tarafından istinaf yargılaması bakımından yatırılan gider avansının kullanılmayan kısmının, karar kesinleştiğinde, HMK’nun 333. maddesi, Yönetmeliğin 207/1. maddesi ve HMK Gider Avansı Tarifesi’nin 5. maddesi hükümlerine göre yatırana iadesine,
6-) Kararın kesin olması nedeniyle taraflara tebliği ve gider avansı iadesi işlemlerinin 6100 sayılı HMK md. 302/5 ve 359/3 uyarınca ilk derece mahkemesince yerine getirilmesine,
Dair; tarafların yokluğunda, Hukuk Muhakemeleri Kanunu md. 353/1-b/1 uyarınca dosya üzerinden yapılan inceleme sonucunda, 6100 sayılı HMK’nın 362/1 – a maddesi uyarınca KESİN olmak üzere oybirliği ile karar verildi.