Emsal Mahkeme Kararı İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 17. Hukuk Dairesi 2019/249 E. 2022/496 K. 17.03.2022 T.

Görüntülediğiniz mahkeme kararı henüz kesinleşmemiştir. Yararlı olması amacıyla eklenmiştir.

T.C.
İZMİR
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
17. HUKUK DAİRESİ

ESAS NO : 2019/249
KARAR NO : 2022/496

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
İ S T İ N A F K A R A R I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : İZMİR 2. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ
TARİHİ : 27/09/2018
NUMARASI : 2014/741 Esas 2018/1065 Karar
DAVA : ALACAK
KARAR TARİHİ : 17/03/2022
KARAR YAZIM TARİHİ : 17/03/2022

İzmir 2. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2014/741 Esas ve 2018/1065 Karar sayılı dava dosyasından yapılan yargılama sonucunda davanın kısmen kabulü kısmen reddine dair verilen karara karşı davacı vekili tarafından istinaf kanun yoluna başvurulması üzerine dosya, Dairemize gönderilmiş olmakla HMK’nın 353. maddesi uyarınca dosya üzerinden inceleme yapıldı.

GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:

DAVA:

Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; müvekkili … Şti.’nin sebze üretimi yetiştirmesi ve satımı konusunda faaliyet gösterdiğini, davalıların ise üretilen/yetiştirilen sebzelerin satın alımı, paketlenmesi, gümrüklenmesi ve Almanya’ya gönderilerek nihai tüketiciye sunumu konusunda faaliyet gösteren ortakları aynı olan şirketler olduğunu, grup şirketlerin merkez ofisinin İzmir olduğunu, Münih’de bir ofis, Alaşehir ve Muğla’da da ambalaj üretim yerlerinin bulunduğunu, satın alınan sebzelerin ambalajlarına Almanya’da nihai tüketiciye sunulacağı için Almanya’daki tanınan markaları olan …’nın ambalajları ve paketlemesinin … şirketi tarafından yapıldığını, yani sebzelerin … yazan torbalara konulup yine … yazan kutularla kamyonlara yüklendiğini, Almanya’daki mağazalara da yine bu şekilde … markası ile nihai tüketiciye ulaştırıldığını, paketleme şirketi ile satın alma ve dış ticaret işlemi yapan şirketlerinin adresleri aynı olup ortaklarının da … isimli kişi olduğunu, Almanya’daki adreslerinin de yine aynı adres olduğunu, müdürlerinin de …’ın atadığı aynı kişi olduğunu, davacı müvekkili şirketin, davalı grup şirketlerin ortağı olan … isimli kişi ile müvekkili şirketin yetiştirdiği sebzelerin satımı konusunda anlaşmaya vardıklarını, anlaşma çerçevesinde malların yukarıda anlatıldığı şekilde müvekkili şirketin fabrikasının bulunduğu adresten paketleme yapıldıktan sonra davalı grup şirketlerin gönderdiği kamyonlarla alındığını ve Gümrük çıkışları yapıldıktan sonra Almanya’ya gönderildiğini, müvekkili şirkete ödemelerin grup şirketlerin durumuna göre ya İZMİR’den yada ALMANYA’dan yapıldığını, sunulu faturadan da anlaşılacağı üzere; müvekkili şirketin ambalaj ihtiyacı olduğundan grup şirketlerin ambalaj şirketi olan … Şti. tarafından 18.386,88-TL’lik karton kutu ve sebze poşeti gönderilerek cari hesaptan mahsup şeklinde ödemenin de gerçekleştirildiğini, yani satın alınan sebzelerin ödemesinin grup şirketin ambalaj şirketi tarafından imalen ödendiği de olduğunu, müvekkili şirket ile davalı grup şirketler arasında hiçbir sıkıntı olmaksızın ticaret bu şekilde götürülürken müvekkili şirketin hiçbir kusuru olmadığı halde gönderilen son 3 parti malın ödemesinin bir türlü gerçekleştirilmediğini, nihayetinde müvekkili şirketin 2011-2012 dönemi cari hesabında 173.772,80-TL alacaklı olduğunu, Gümrük belgelerinden ve faturalardan anlaşılacağı üzere toplam meblağın (Nisan 2012 kuruna göre) 73.863,18-EURO olduğu, Yargıtay 19. Hukuk Dairesi’nin E:2005/8774, K:2006/5232 sayılı kararı ve de pek çok bilirkişi raporu ile doktrin çerçevesinde ‘Perdenin Kaldırılması Teorisi’ uyarınca davalıların bu borçtan mesul olduğunu zira davalı şirketlerin muhataplarının aynı kişi olduğunu, müvekkilin şirketin tüm paketleme, gümrükleme, faturalandırma, nakliye işlemlerinin davalı şirketlerin ortağı ve yetkili müdürleri olan … ve çalışanlarının talimatları ile gerçekleştirdiğini ileri sürerek şimdilik 73.863.18-EURO alacağın davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline, dava tarihinden itibaren ticari işlemlerdeki döviz faizinin işletilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

CEVAP:

Davalı … AŞ. vekili cevap dilekçesinde özetle; Müvekkili şirket ile davacı firma arasında hiçbir ticari ilişki, alım satım, alım satıma aracılık etme gibi herhangi bir faaliyetin olmadığını, davanın muhatabının müvekkili firma olmadığını, müvekkili firma dahil diğer davalı şirketlerin ortak merkezinin kesinlikle İzmir olmadığını, müvekkili şirketin faaliyet adresinin İzmir olduğunu, diğer davalı şirketlerin ise Alman yasalarına göre kurulmuş bulunan ve faaliyetlerini bu ülkede yürüten ve ticari adresleri de Almanya’da olan şirketler olduğunu, müvekkili … A.Ş. ile diğer firmalar arasında organik hiçbir bağın da bulunmadığını, müvekkili … A.Ş.’nin ortaklık yapısının …, …, …, … ve …’tan oluştuğunu, ortaklık yapısından da anlaşılacağı gibi, … A.Ş.’nin sadece …’a ait bir şirket olmadığını, bir aile şirketi de olmadığını, … Şti ile … arasında bırakın ticari anlamda görüşmeyi, normal anlamda dahi hiçbir görüşmenin olmadığını, müvekkili firma tarafından davacı şirkete hiçbir zaman ödeme yapılmadığını, … Şti. ambalaj şirketi olmayıp ihracatçı bir firma olduğunu, ortaklarının da … ve … olduğunu, davacı firmanın cari hesabından hiçbir zaman 18.386,88-TL’lik bir mahsup şeklinde ödeme gerçekleştirilmediğini, … Şti.’nin, davacı şirkete 18.386.88-TL’lik ambalaj malzemesi sattığını, karşılığında da 24131.2012 tarihli, 18.386.88 -TL bedelli fatura kesildiğini, ancak … Şti.’nin davacı firmadan, sattığı ambalajların bedelini bir türlü alamadığını, hatta İzmir 10. İcra Müdürlüğü’nün 2012/14969 E. Sayılı dosyası ile icra takibine başlandığını, müvekkili firmanın davacı yana 73.863,18-EURO bedelinde bir borcunun kesinlikle olmadığını, davacı yanın bildirdiği tanıkların dinlenmesine muvafakatlerinin olamadığını, davacı yanın perdeleme teorisine dayanmasının da açtığı davaya uymayan bir durum olduğunu belirterek öncelikle husumet yokluğu nedeniyle ve esastan davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Davalı … vekili cevap dilekçesinde özetle; müvekkili firmanın Almanya’da (Münih) faaliyet gösteren Alman yasalarına göre kurulmuş, ticari adresleri Almanya’da olan bir sermaye şirketi olup diğer davalı firmalar ile organik bağı bulunmadığı gibi ticari faaliyetleri de ayrı olduğunu, müvekkili firmanın davacı şirket ile yapmış olduğu ticari alışverişte yalnızca komisyon bazında çalıştığını, komisyon bazlı çalışmadan kasıtın, siparişin müvekkili firmaya ulaştıktan sonra ürünlerde herhangi bir problem yoksa, oradaki müvekkili firmanın satış fiyatları üzerinden anlaşılan % 12 komisyon bedeli ve malın ithalatıyla ilgili doğan diğer tüm masraflar düşüldükten sonra kalan yekunun davacı şirkete ödeneceğini, bu şekilde davacı şirketten 3 adet sadece palet bazında sipariş geçildiğini ve bu 3 siparişin Berlin’de bulunan … firmasının siparişiyle birleştirilerek müvekkili firmaya gönderildiğini, davacı firmanın ilk iki siparişte belirtilen şekilde müvekkili firma ve … için ayrı ayrı Gümrük Beyannameleri düzenlediği, ancak üçüncü tırda müvekkili firma ve … firmasının siparişleri olmasına rağmen ayrı ayrı Gümrük Beyannameleri açmadan müvekkili firma adına Gümrük Beyannamesi düzenlediğini, yükleme planında 17 palet müvekkili firmaya ve 9 palet … Berlin için hazırlanmış olmasına rağmen Gümrük Beyannamesinin sadece müvekkili üzerine açıldığı ve faturalandırıldığını, fiyatlarda ve ürün miktarlarında oynamalar yapıldığını, ürün listelerindeki fiyatların sadece öngörülen referans fiyatları olduğunu, davacının düzenlediği fatura ile müvekkiline gönderilen ürün listesindeki ürün miktarları ve fiyatları arasında da ciddi farkların olduğunu, kaldı ki yaşanan sorunlardan dolayı ekstra masraflar yapıldığını ve bu masrafların davacıya yansıtılmayarak müvekkili firma tarafından ödendiğini, müvekkili firma tarafından 19.03.2012 tarihinde 7.005,00 Euro, 26.03.2012 tarihinde 10.005.00 Euro, 02.04.2012 tarihinde 4.525.00 Euro ve 10.04.2012 tarihinde 10.005.00 Euro tutarında havaleler ile davacı firmaya ödeme yapıldığını ve davacıya herhangi bir borcunun bulunmadığını, davacı tarafça alacak iddialarına ilişkin olarak Almanya’da müvekkili şirket aleyhine vekilleri marifetiyle ihtarname keşide edilerek yasal süreç başlatıldığını, aynı alacak için Türkiye’de açılan işbu davanın mükerrer ve haksız kazanca yönelik bir dava olduğunu, tanık dinletmesine muvafakatlerinin bulunmadığını belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Davalı … vekili cevap dilekçesinde özetle; davacı firma tarafından açılan davada müvekkili şirketin, diğer davalılar ile ayrı adreste faaliyet gösterdiğini, davacı şirketin diğer davalılardan herhangi birisi ile varsa ticari ilişkisinin müvekkili firmayı hiçbir şekilde ilgilendirmediğini, müvekkili şirketin merkezinin Almanya Bavyera elayeti Münih kenti olduğunu ayrıca müvekkili firmanın Almanya yasalarına göre kurulmuş bir alman şirketi olduğunu, Türkiye’de hiçbir şubesinin de bulunmadığını, müvekkili firma ile davacı arasında hiçbir şekilde ticari alışverişin söz konusu olmadığını belirterek öncelikle husumet yokluğu ve esastan davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI :

Mahkemece yapılan yargılama sonunda; ”…Taraf vekillerinin itirazlarını, sunulan ödeme belgelerinin ve dava dışı … ‘e ait olduğu bildirilen ticari ilişkinin de değerlendirilmesi bakımından dosyanın bilirkişi kuruluna tevdii ile ek rapor alınmasına karar verilmiştir. Alınan 03.10.2017 havale tarihli ek raporda; kök raporunda varılan sonuçlarla uyumlu olarak; davacının dava konusu yaptığı üç adet mal satış faturasından dolayı faturalarda borçlu olarak gözüken davalı … …’dan alacaklı olup olmadığı ve alacaklı ise miktarı konusunda: davacı şirketin davalılardan … ‘ya fatura ettiği mallarla ilgili Gümrük Beyannameleri ile diğer ihracat belgelerinin İngilizce asılları ile Türkçe tercümelerinin incelenmesinden, davaya konu malların Avrupa Birliği’ne girişi için düzenlenmesi gereken “Common Entry Document (CED)” belgelerinde, Berlin’de bulunan … firmasının mal alıcısı olarak gösterilmesine rağmen, malların Türkiye’den ihracı için düzenlenen Gümrük Beyannamelerinde davalı … firmasının alıcı olarak gösterildiği görülmekle, malların davacı şirket tarafından Türkiye’den ihracının doğrudan davalı … ‘ya yapıldığı, mallarla ilgili “Common Entry Document (CED)” belgelerinde yer alan Berlin’deki … firması malların nihai alıcısı olsa bile davacı şirket ile adı geçen … arasında doğrudan ilişki olmadığı ve dolayısıyla, davacı şirket ile davalı … arasında komisyon ve masraflar düşüldükten sonra kalan bedelin ödenmesine dair bir anlaşmanın varlığı ile davacının fatura bedellerinde oynama yaptığı konusundaki iddiasını tevsik eden herhangi bir durum da dosya içeriğinden anlaşılamamakla, davacının söz konusu malların fatura bedellerini davalı …’dan talep edebileceği sonuç ve kanaatlerine ulaşmak mümkün olup, konuyla ilgili nihai takdirin mahkemeye ait olduğunu, diğer yandan, davalı … vekili tarafından dosyaya sunulan deliller arasında yer alan Almanya’daki … isimli bankanın düzenlediği ödeme belgelerinin incelenmesinden; davalı … ‘nın 660772855 no.lu banka hesabından, Almanya’daki … bankası vasıtasıyla, davacı şirkete (16.04.2012 tarihli dekonta göre) 11.04.2012 tarihinde 10.005 Euro ödeme yapıldığı gibi, davalı …’nın aynı banka hesap numarasının yer aldığı dosyada mevcut hesap özetine göre, bahsi geçen bu ödeme dışında, 19.03.2012 tarihinde 7.005,00 Euro, 26.03.2012 tarihinde 10.005,00 Euro 02.04.2012 tarihinde ve 4.525,00 Euro tutarında ödemelerin de yapılmış olduğu ve böylelikle, davalı … tarafından davacı şirkete 19.03.2012, 26.03.2012, 02.04.2012 ve 11.04.2012 tarihlerinde … vasıtasıyla yapılan banka havaleleri ile, toplam 31.540 Euro tutarında ödeme yapılmış olduğu anlaşıldığı gibi, davacı vekilinin 25.08.2015 havale tarihli dilekçesi ekinde dosyaya ibraz ettiği … Bankası … Şubesine ait belgelere göre, davalı …’nın davacı şirketin hesabına gönderdiği bu tutarların (bir gün sonraki tarihlerde) davacı şirkete ödendiği sabit olduğu gibi, bu havalelere ilişkin swift belgelerinde “…” açıklamasına yer verilmiş olduğu ve burada adı geçen Berlin’deki … isimli şirketin de, yukarıda açıklandığı üzere, davaya konu mallarla ilgili “Common Entry Document (CEP)” belgelerinde mal alıcısı olarak gözüktüğü ve dolayısıyla malların nihai alıcısı olduğu hususu göz önünde tutulduğu takdirde, davalı …’nın yaptığı bu ödemelerin davaya konu mallarla ilgili olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu tespit etmek mümkün olmakla birlikte, bu konudaki nihai, takdirin mahkemeye ait olduğunu, bu hususta, davacı vekilinin KÖK RAPORA yönelik itirazında, dava konusu malın karşı yana ulaştığını gösteren belgede malın tesliminin 11.04.2012 tarihi olarak yazılı olduğu, karşı yanın ödeme tarihinin ise 10.04.2012 tarihi olduğu, bu durumda yapılan bu ödemenin dava konusu faturalara ya da mala ilişkin olduğunun söylenemeyeceği belirtilmiş ise de, davacının talep konusu yaptığı faturaların, 10.03.2012 tarihli 54652 sıra no.lu toplam 23.189,34 Euro bedelli, 20.03.2012 tarihli 54656 sıra no.lu toplam 24.491,22 Euro bedelli ve 06.04.2012 tarihli 54660 sıra no.lu toplam 26.182,62 Euro bedelli faturalar olduğu ve davalı … tarafından 19.03.2012, 26.03.2012, 02.04.2012 ve 11.04.2012 tarihlerinde … vasıtasıyla yapılan banka havaleleri ile, toplam 31.540 Euro tutarında ödeme yapılmış olduğu ve bu haliyle, faturaların düzenlenme tarihleri ile davalı … tarafından yapılan ödemelerin tarihleri dikkate alındığında, fatura düzenlenme tarihlerinden kısa bir süre sonra peyderpey ödemeler yapılmış olduğu görülmekle, söz konusu ödemelerin dava konusu faturalarla tarih bakımından (diğer yandan, KOK RAPORDA DA BELİRTİLDİĞİ ÜZERE, davacı vekilinin 25.08.2015 havale tarihli dilekçesi ekinde dosyaya ibraz ettiği … Bankası … Şubesine ait belgelere göre, davalı …’nın davacı şirketin hesabına gönderdiği bu tutarların (bir gün sonraki tarihlerde) davacı şirkete ödendiği sabit olduğu gibi, bu havalelere ilişkin swift belgelerinde “…” açıklamasına ver verilmiş olduğu ve burada adı geçen Berlin’deki … isimli şirketin de, kök raporda açıklandığı üzere, davaya konu mallarla ilgili “Common Entry Document (CED)” belgelerinde mal alıcısı olarak gözüktüğü ve dolayısıyla malların nihai alıcısı olduğu hususu göz önünde tutulduğu takdirde, KÖK RAPORDA OLDUĞU GİBİ, davalı …’nın yaptığı bu ödemelerin davaya konu mallarla ilgili olmasının kuvvetle muhtemel olduğu ve dolayısıyla bu ödemelerin davaya konu faturalara ilgili olmadığına yönelik davacı itirazları konusundaki nihai değerlendirmenin mahkemenin takdirlerinde olduğu sonuç ve kanaatlerine ulaşmanın mümkün olduğunu, konuyla ilgili nihai takdirin mahkemeye ait olduğunu, bu çerçevede, KÖK RAPORUMUZDA DA BELİRTİLDİĞİ ÜZERE, davacı şirketin ticari defterleri üzerinde yaptırılan bilirkişi incelemesinde, söz konusu ödemelerin davacı alacağından düşülmesi yönünde bir tespitin de yer almadığı görüldüğünden, davaya konu faturaların tarihlerine (10.03.2012, 20.03.2012 ve 06.04.2012) yakın tarihlerde yapılan bu ödemelerin, davaya konu fatura bedellerine ilişkin olarak yapıldığı Sayın Mahkemeye kabul edildiği takdirde, bu ödemelerin fatura bedellerinden düşülmesi neticesinde, davacı şirketin davalı …’dan nihai olarak alacaklı olduğu miktarın (73.863,18 – 31.540 = ) 42.323,18 Euro olduğu sonucuna ulaşmak gerekecek olup, konuyla ilgili nihai takdirin mahkemeye ait olduğunu, davacının dava konusu yaptığı üç adet mal satış faturasından dolayı faturalarda borçlu olarak gözüken davalı … ‘dan olan alacağından diğer davalıların perdeyi kaldırma teorisine göre sorumlu tutulup tutulamayacağı konusunda: Almanya’da kurulu bir … grubu şirketi olan davalı …’nın, aynı grupta yer alan davalılardan … A.Ş.’nin kendisine ihraç ettiği ürünlerin yurt dışına pazarlaması faaliyetini yürüttüğü ve yine … grubuna bağlı olan …’nın da … ile aynı işlevi haiz olduğu ve bu tespitlere göre, … şirketler topluluğunda yer aldıkları sabit olan davalı … ile diğer davalılar … A.S. ve … arasında organik ve iktisadi bağlantılar olduğu gibi, anılan şirketlerin ticari anlamda da süreklilik arz eden bir “ihracat yoluyla tedarikçi- dağıtıcı” ilişkisi içinde de bulundukları, yani davalı şirketlerin ticari faaliyetlerinin de müşterek olduğu ve bütünlük arz ettiğinin anlaşıldığını, buna karşılık, bilimsel öğretide ve Yüksek Yargıtay’ın kararlarında benimsenen esaslara göre, Perdeyi Kaldırma Teorisi uygulanmak suretiyle, aynı şirketler topluluğunda yer alan şirketler açısından tüzel kişilik perdesinin kaldırılabilmesi ve bu şirketlerin birbirlerinin borçlarından sorumlu tutulabilmeleri için, şirketler arasında organik bağların bulunması tek başına yeterli olmayıp, farklı tüzel kişilik savunmasını ileri sürmenin “hakkın kötüye kullanması” olarak mütalaa edilebilmesini gerektiren maddi olguların da ortaya konulmasının gerektiğini, dava konusu olayda, davacı şirketin, davaya konu malları, doğrudan doğruya … grubunun Almanya’daki pazarlama şirketi olan davalılardan … ‘ya ihraç ederek sattığı ve … grubunun Türkiye’deki tedarikçisi-ihracatçısı olarak faaliyet gösteren davalı … A.Ş. ile Almanya’daki diğer pazarlama şirketi olan …’nın bu ihracat işlemlerinde mevcut belge ve kayıtlara (faturalar, gümrük beyannameleri) göre herhangi bir şekilde alıcı, ihracatçı ya da komisyoncu bir sıfatla yer almadıklarının görüldüğünü, buna karşılık, davacı vekilinin dosyaya sunduğu e-maillerin incelenmesinden, davalılardan … A.Ş.’nin … isimli bir şirket çalışanına tahsis ettiği e-mail adresinden Almanya’da mukim davalı … ‘nın adres ve fatura bilgilerinin 10.03.2012 tarihinde davacı şirkete iletilmiş olduğu ve … A.Ş.’nin ait … isimli bir çalışanına tahsis ettiği e-mail adresinden 10.03.2012 tarihinde “Sebze Siparişi” adlı bir dosya davacı şirkete gönderilmek suretiyle ürün siparişinin … A.Ş. çalışanı tarafından verildiği görülmekle, davalı … A.Ş.’nin, kendisiyle aynı şirketler topluluğunda yer alan davalı …’nın davacıdan ihraç ettiği malların alımıyla ilgili olarak, davacı şirket ile yapılan bağlantı ve yazışmalarda fiilen aracı olarak hareket ettiği ve davacı şirket ile yapılan sözleşme müzakerelerinde aracı olarak yer aldığını tespit etmek mümkün olup, bu fiili durumun varlığından hareketle, davalı …’nin farklı tüzel kişilik savunmasını ileri sürmesinin “hakkın kötüye kullanması” olarak mütalaa edilebilmesini gerektiren maddi olguların somut olayda mevcut olup olmadığı ve buna göre, davalı …’nın mal alımı nedeniyle davacı şirkete olan borcundan, bu davalı ile aynı şirketler topluluğunda yer alan davalı … A.Ş. ile yine aynı grupta yer alan Almanya’da mukim diğer bir şirket olan davalı …’nın sorumlu tutulup tutulamayacağı konusundaki nihai değerlendirmenin mahkemeye ait olduğunu bildirmişlerdir.
Dosya içerisine alınan tüm deliller birlikte değerlendirildiğinde gerçeğe ve hukuka uygun görülerek hükme esas alınan bilirkişi raporuyla da belirlendiği üzere; davacı şirketin davalılardan … ‘ya fatura ettiği mallarla ilgili Gümrük Beyannameleri ile diğer ihracat belgelerinin İngilizce asılları ile Türkçe tercümelerinin incelenmesinden, davaya konu malların AB’ye girişi için düzenlenmesi gereken “Common Entry Document (CED)” belgelerinde, Berlin’de bulunan …firmasının mal alıcısı olarak gösterildiği, malların Türkiye’den ihracı için düzenlenen Gümrük Beyannamelerinde davalı … firmasının alıcı olarak gösterildiği görülmekle, malların davacı şirket tarafından Türkiye’den ihracının doğrudan davalı …’ya yapıldığı, “Common Entry Document (CED)” belgelerinde yer alan Berlin’deki … firmasının malların nihai alıcısı olduğu ve fakat davacı şirket ile adı geçen … arasında doğrudan ilişki olmadığı, davacı şirket ile davalı … arasında mal komisyon ve masraflar düşüldükten sonra kalan bedelin ödenmesine dair bir anlaşma olduğu mahkememizce kabul edilmiş, davacının fatura bedellerinde oynama yaptığı konusunda davalının savunmasını tevsik eden herhangi bir durum da dosya içeriğinden anlaşılamamakla ve bu husus ispatlanamamış olmakla davacının söz konusu malların fatura bedellerini davalı …’dan talep edebileceği kanaatine varılmış, iş bu davalı … tarafından dosyaya sunulan deliller arasında yer alan Almanya’daki … isimli bankanın düzenlediği ödeme belgelerinden; davalı …’nın banka hesabından, Almanya’daki … bankası vasıtasıyla, davacı şirkete (16.04.2012 tarihli dekonta göre) 11.04.2012 tarihinde 10.005 Euro ödeme yapıldığı, davalı …’nın aynı banka hesap numarasının yer aldığı dosyada mevcut hesap özetine göre, bahsi geçen bu ödeme dışında, 19.03.2012 tarihinde 7.005,00 Euro, 26.03.2012 tarihinde 10.005,00 Euro 02.04.2012 tarihinde ve 4.525,00 Euro tutarında ödemelerin de yapılmış olduğu ve böylelikle, davalı … tarafından davacı şirkete 19.03.2012, 26.03.2012, 02.04.2012 ve 11.04.2012 tarihlerinde … vasıtasıyla yapılan banka havaleleri ile toplam 31.540 Euro tutarında ödeme yapılmış olduğu, davacı vekilinin 25.08.2015 havale tarihli dilekçesi ekinde dosyaya ibraz ettiği … Bankası … Şubesine ait belgelere göre, davalı …’nın davacı şirketin hesabına gönderdiği bu tutarların (bir gün sonraki tarihlerde) davacı şirkete ödendiği, bu havalelere ilişkin swift belgelerinde “…” açıklamasına yer verilmiş olduğu, burada adı geçen Berlin’deki … isimli şirketin de davaya konu mallarla ilgili “Common Entry Document (CEP)” belgelerinde nihai alıcı olarak gözüktüğü hususu göz önünde tutulduğu takdirde, davalı …’nın yaptığı bu ödemelerin davaya konu mallarla ilgili olduğu, nitekim bu ödemelerin başka bir hususta yapıldığının ispatının davacıya ait olduğu ve fakat bu durumun davacı tarafından ispatlanmamış oluşu, davacının talep konusu yaptığı faturaların, 10.03.2012 tarihli toplam 23.189,34 Euro bedelli, 20.03.2012 tarihli toplam 24.491,22 Euro bedelli ve 06.04.2012 tarihli toplam 26.182,62 Euro bedelli faturalar olduğu ve davalı … tarafından 19.03.2012, 26.03.2012, 02.04.2012 ve 11.04.2012 tarihlerinde … vasıtasıyla yapılan banka havaleleri ile toplam 31.540 Euro tutarında ödeme yapılmış olduğu ve bu haliyle faturaların düzenlenme tarihleri ile davalı … tarafından yapılan ödemelerin tarihleri dikkate alındığında, fatura düzenlenme tarihlerinden kısa bir süre sonra peyderpey ödemeler yapılmış olduğu görülmekle, söz konusu ödemelerin dava konusu faturalarla tarih bakımından yakınlık gösterdiği bu suretle ödemelerin iş bu faturalara ilişkin olduğu mahkememizce kabul edilmiş, bu ödemelerin fatura bedellerinden düşülmesi neticesinde, davacı şirketin davalı …’dan (73.863,18 – 31.540 = ) 42.323,18 Euro alacaklı olduğu anlaşılmakla iş bu davalı yönünden davanın kısmen kabul reddine dair aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur. Diğer davalılara karşı açılan davada ise Perdeyi Kaldırma Teorisi uygulanmak suretiyle aynı şirketler topluluğunda yer alan şirketler açısından tüzel kişilik perdesinin kaldırılabilmesi ve bu şirketlerin birbirlerinin borçlarından sorumlu tutulabilmeleri için, şirketler arasında organik bağların bulunması tek başına yeterli olmayıp, farklı tüzel kişilik savunmasını ileri sürmenin “hakkın kötüye kullanması” olarak mütalaa edilebilmesini gerektiren maddi olguların da ortaya konulmasının gerektiği, iş bu davada davacı şirketin, davaya konu malları, doğrudan doğruya … grubunun Almanya’daki pazarlama şirketi olan davalılardan …’ya ihraç ederek sattığı ve … grubunun Türkiye’deki tedarikçisi-ihracatçısı olarak faaliyet gösteren davalı … A.Ş. ile Almanya’daki diğer pazarlama şirketi olan …’nın bu ihracat işlemlerinde mevcut belge ve kayıtlara (faturalar, gümrük beyannameleri) göre herhangi bir şekilde alıcı, ihracatçı ya da komisyoncu bir sıfatla yer almadıkları görülmüş, davalı … A.Ş.’nin, kendisiyle aynı şirketler topluluğunda yer alan davalı …’nın davacıdan ihraç ettiği malların alımıyla ilgili olarak, davacı şirket ile yapılan bağlantı ve yazışmalarda fiilen aracı olarak hareket ettiği ve davacı şirket ile yapılan sözleşme müzakerelerinde aracı olarak yer almasının perdenin aralanması teorisinin uygulanmasını gerektirmediği, davalı borçlu şirket ile diğer davalı şirketlerde aynı kişinin ortak ve yönetici olmasının tek başına bu şirketleri kötüye kullandığı anlamına gelmeyeceği, perdenin aralanması teorisinin, tüzel kişiliğin, arkasındaki kişilerce sorumluluğun bertaraf edilmesi için kullanıldığının somut kanıtlarla ispatlanması halinde istisnai olarak uygulanabileceği, tüzel kişilik perdesinin aralanmasını gerektiren esaslı hal olan malvarlığının karışması olgusunun somut olayda gerçekleşmediği, tüm bu nedenlerle diğer davalı olarak gösterilen şirketler yönünden perdenin aralanması teorisinin uygulanamayacağı anlaşılmakla bu davalıların davacının davaya konu alacağından sorumlu olmadıkları…” gerekçesi ile Davacının davalı … karşı açtığı davanın kısmen kabul kısmen reddi ile 42.323,18-EURO nun 03.12.2012 tarihinden itibaren işleyecek 3095 sayılı yasanın 4/A maddesi uyarınca hesaplanacak 1 yıllık Euro mevduat hesabına devlet bankalarınca uygulanan en yüksek faizi ile birlikte fiili ödeme tarihindeki TL karşılığının davalıdan alınarak davacıya verilmesine, Davacının diğer davalılara açtığı davanın reddine, karar verilmiş, verilen bu karara karşı davacı vekili tarafından istinaf kanun yoluna başvurulmuştur.

İSTİNAF NEDENLERİ:

Davacı vekili istinaf dilekçesinde özetle; davanın temelinin perdenin aralanması/kaldırılması teorisinin esaslarını belirleyen Yargıtay 19. Hukuk Dairesi’nin E:2005/8774, K:2006/5232 sayılı ilamı olduğunu bu ilamdan sonra Yargıtay 23 HD. 2012/3083 E., 2012/4296 K.19.06.2012 tarihli, Yargıtay 9 HD. 2011/30349 E. , 2011/19150 K., 27.06.2011 tarihli ilamları oluşturduğunu, tüm kararlar ile doktriner çerçevede hareket edilirse olayda perdenin aralanması esaslarının fazlası ile oluşmuş olduğunun görüleceğini, mahkemenin gerekçesi ile neticesinin çelişkili olduğunu, ortada halen ödenmemiş bir borç varsa ve tüm emir komuta zinciri tek bir kişiye bağlı ise borçlunun kötüniyetinin zühur etmiş olduğunu, müvekkili şirkete bir başka firma için yapılan ödemeyi, ödeme açıklamasında yazılı olduğu halde, davalıların borcundan mahsup edilmesinin yerinde olmadığını ayrıca ödeme rakamlarının da davalının kendi hesabı ile dahi çelişmekte olduğunu, rakamlar ve malın teslim tarihlerinin tutmadığını, İİK.m.68/a’dan sayılan banka dekontları kesin delil niteliğinde olmasına rağmen varsayım oluşturarak kesin delilin aksine yönde hüküm tesisinin yerinde olmadığını, davalı grup şirketlerin kullanmış olduğu ortak markaların … ve … markaları olduğunu, Almanya’da mukim … ‘nin davadışı … şirketine olan borcunun … A.Ş. Tarafından ödediğine ilişkin belgenin bulunduğunu, tüm davalı şirketler arasında kuvvetli irtibat olup, tek bir emir komuta zincirinin hakim olduğunu, TR’deki firmaların yetkili müdürü ile ortağının aynı kişi olup, Almanya’da mukim şirketlerin de tek hissedarı ve yetkili müdürünün aynı kişi olduğunu, şirketlerin adreslerinin aynı olduğunu, şirketlerin çalışanları aynı kişiler olup tüm şirketler adına işlem gerçekleştirmekte olduklarını, aynı kişi kontrolündeki şirketlerin … ve … tarafından temin edilen … adlı internet sitesinde bir oldukları yönünde yayın yapmakta olduklarını, tüm şirketler için … kuruluşudur denilmekte olduğunu, müvekkili firmaya icapların, … AŞ tarafından verilmiş olup, faturalandırılması için yurt dışı şirket olan …’nin fatura bilgilerinin … AŞ çalışanı olan … Hanım tarafından bildirilmiş olduğunu, Almanya’da mukim … şirketinin Türkiye’de mukim … AŞ şirketine, 52.335,65-TL, diğer şirketinde 3.188.431,97-TL borcunun olduğu gözükmesine rağmen halen Türkiye’de mukim … AŞ’nin bu şirketler üzerinden ticarete devam ettiğini, hiçbir yasal işlem tesis etmediğini çünkü gerçek kişinin bir cebinden alıp, öbür cebine koyma işleminin söz konusu olduğunu ileri sürerek yerel mahkeme kararının kaldırılması istemiyle istinaf kanun yoluna başvurmuştur.

DELİLLERİN TARTIŞILMASI, HUKUKİ SEBEP VE GEREKÇE:
Dava, alacak ve tüzel kişilik perdesinin çapraz olarak kaldırılması istemine ilişkindir.
İstinaf kanun yolu başvurusuna konu edilen karar hakkında; 6100 sayılı HMK’nın 355. maddesindeki düzenleme gereğince, istinaf dilekçesinde belirtilen nedenler ve kamu düzenine ilişkin aykırılık bulunup bulunmadığı hususlarıyla sınırlı olarak inceleme yapılmıştır.
”…Genel anlamıyla borç; bir kişinin, diğerine karşı bir edimi yerine getirme, bir şey verme, bir şey yapma veya yapmama yükümlülüğü altına sokan hukuki bağ anlamına gelmektedir. Borçlunun sorumluluğu ilkesi gereğince; bir edimi yerine getirmekle yükümlü olan borçlu borcunu ifa etmediği takdirde, alacaklı, Devlet zoruyla alacağını veya alacağının yerine geçecek olan bir miktar parayı elde edebilecektir. Borç ilişkisi ise daha geniş bir anlam olan; taraflar arasındaki çeşitli borçların kaynağını oluşturan hukuki ilişkiyi ifade etmektedir (Oğuzman, M.K./Öz, M.T.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul, 2018, s. 3 vd.; Reisoğlu, S: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul, 2004, s. 33 vd.; Eren, F: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara, 2018, s. 21vd.).
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) “dürüst davranma” başlıklı 2. maddesine göre; herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır ve bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz. Aynı Kanun’un “iyiniyet” başlığını taşıyan 3. maddesinde; Kanun’un iyiniyete hukuki bir sonuç bağladığı durumlarda, aslolanın iyiniyetin varlığı olduğu belirtilmiş; ancak, durumun gereklerine göre kendisinden beklenen özeni göstermeyen kimsenin iyiniyet iddiasında bulunamayacağı da açıkça vurgulanmıştır. TMK’nın 5. maddesinde ise; TMK ve Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) genel nitelikli hükümlerinin, uygun düştüğü ölçüde tüm özel hukuk ilişkilerine uygulanacağı kuralı getirilmiştir.
Borçlar hukuku ile ticaret hukuku ve TMK arasındaki ilişki uyuşmazlığın meydana geldiği ve davanın açıldığı tarihte yürürlükte bulunan ve somut olaya uygulanması gereken 6762 sayılı mülga Türk Ticaret Kanunu’nun (6762 sayılı TTK) 1. maddesinde düzenlenmiştir. Aynı kural, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun (6102 sayılı TTK) “ticari hükümler” başlıklı 1. maddesinde de daha sade bir dil kullanılarak yer almıştır: Madde aynen; “(1) Türk Ticaret Kanunu, 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medenî Kanununun ayrılmaz bir parçasıdır. Bu Kanundaki hükümlerle, bir ticari işletmeyi ilgilendiren işlem ve fiillere ilişkin diğer kanunlarda yazılı özel hükümler, ticari hükümlerdir. (2) Mahkeme, hakkında ticari bir hüküm bulunmayan ticari işlerde, ticari örf ve âdete, bu da yoksa genel hükümlere göre karar verir.” şeklindedir.
Hukukumuzda kişiler; gerçek kişiler ve tüzel kişiler olarak ikili bir ayrıma tabi tutulmuştur. Başlı başına bir varlığı olmak üzere örgütlenmiş kişi toplulukları ve belli bir amaca özgülenmiş olan bağımsız mal toplulukları kendileri ile ilgili özel hükümler uyarınca tüzel kişilik kazanırlar. Amacı hukuka veya ahlâka aykırı olan kişi ve mal toplulukları ise tüzel kişilik kazanamaz (TMK m. 47). Tüzel kişiler, cins, yaş, hısımlık gibi yaradılış gereği insana özgü niteliklere bağlı olanlar dışındaki bütün haklara ve borçlara ehildirler (TMK m. 48) ve kanuna ve kuruluş belgelerine göre gerekli organlara sahip olmakla, fiil ehliyetini kazanırlar (TMK m 49).
Türk hukuku ticaret ortaklıklarında sınırlı sayı ilkesini kabul etmiştir. Ticaret şirketleri tüzel kişiliğe haiz olup kanuni istisnalar haricinde TMK’nın 48. maddesi çerçevesinde bütün haklardan yararlanabilir ve borçları üstlenebilirler (6762 sayılı TTK m. 137, 6102 sayılı TTK m. 125). Ticaret ortaklıkları tüzel kişiliğe sahip olduklarına göre, istisnalar hariç olmak üzere ortaklık malvarlığının sahibi, aktif ve pasif malvarlığına sahip olan kişi tüzel kişidir (Poroy, R/ Tekinalp, Ü/Çamoğlu, E: Ortaklıklar Hukuku I, İstanbul, 2019, s.105).
Tüzel kişinin iradesi, organları aracılığıyla açıklanır. Organlar, hukukî işlemleri ve diğer bütün fiilleriyle tüzel kişiyi borç altına sokar ve kusurlarından dolayı ayrıca kişisel olarak sorumludurlar (TMKm. 50).
TMK’nın 50. maddesinde kullanılan organ kavramının özel hukuk tüzel kişileri için ne şekilde uygulanacağı ise yine 6762 sayılı TTK’nın 1/2 ve 138. maddelerinde (6102 sayılı TTK’nın 1 ve 126. maddeleri) hüküm altına alınmıştır. 6762 sayılı TTK’daki 138. maddenin dili güncelleştirilerek alınan 6102 sayılı TTK’nın 126. maddesinde“Her şirket türüne özgü hükümler saklı kalmak şartıyla, Türk Medenî Kanununun tüzel kişilere ilişkin genel hükümleri ile bu Kısımda hüküm bulunmayan hususlarda Türk Borçlar Kanununun adi şirkete dair hükümleri her şirket türünün niteliğine uygun olduğu oranda, ticaret şirketleri hakkında da uygulanır.” kuralına yer verilmiştir.
O hâlde tüzel kişiliğin söz konusu olabilmesi için, oluşturulacak kişiliğin kendine özgü bir malvarlığı olmalı ve bu malvarlığı bir amaç içinde ve bağımsız olarak ortaya konmalıdır. Onu oluşturan ve koyan üyelerin, ortaklarının malvarlığından da bağımsız olması gerektiğini belirten bu temel prensibe “malvarlığının bağımsızlığı” veya “mal ayrılığı” prensibi denilmektedir [Antalya, G: Tüzel Kişilik Perdesinin Aralanması Teorisi, Tüzel Kişilik Perdesinin Aralanması I. Uluslararası Ticaret Hukuku Sempozyumu (Editör: Ulusoy, E: T Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Sempozyum Kitabı, İstanbul, 2008, s.143 vd.)]. Ayrılık ilkesi gereği tüzel kişilik; tüzel kişiliği meydana getirenler ile üçüncü kişiler arasına sanki bir perde olarak çekilmektedir. Üçüncü kişiler muhatap oldukları tüzel kişilik bir perde olarak kullanıldığında, perdenin arkasındaki üye ya da ortaklara ulaşamamaktadır [Ulusoy, E.: Şirketler ve Bankacılık Hukukunda Kapsama Alma ve Sorumlu Kılma Amacıyla Tüzel Kişilik Perdesinin Aralanması, Tüzel Kişilik Perdesinin Aralanması I. Uluslararası Ticaret Hukuku Sempozyumu (Editör: Ulusoy, E: T Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Sempozyum Kitabı, İstanbul, 2008, s. 352 vd). Ancak tüzel kişi ile üyeleri arasındaki bu ayrılık prensibinin mutlak olarak her durum ve koşulda uygulanması bazı haksız durumların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Hukuk kuralları dolanılmak suretiyle kanuna karşı hile yapılması, ayrı tüzel kişilik kavramına sığınarak onun ardında yer alan gerçek kişilerin taraf oldukları sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüklerini ihlal etmeleri ya da üçüncü kişilere zarar vermeleri, sonra da tüzel kişilik kavramının ardına gizlenilmesi dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı ilkelerine açıkça aykırı olup hukuk düzenince de korunamaz. Bu gibi durumda tüzel kişilik perdesi aralanmalı ve perdenin ardında yer alanlar gerektiğinde sorumlu tutulmalıdır [Sağlam, İ: Tüzel Kişilik Perdesinin Aralanmasına Genel Bir BakışTüzel Kişilik Perdesinin Aralanması I. Uluslararası Ticaret Hukuku Sempozyumu (Editör: Ulusoy, E: T Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Sempozyum Kitabı, İstanbul, 2008, s. 154 vd.)].
Eş söyleyişle tüzel kişiye hukuk hayatında ayrı bir hukuki varlık tanınması ve sermaye şirketlerinde ortakların sınırlı sorumlu olması gibi sonuçlar, ancak TMK 2. madde çerçevesinde kurallara uygun hareket edilmesi ve tüzel kişiliğin ortakları veya yöneticileri tarafından kötüye kullanılmaması hâlinde söz konusu olabilir. “İyiniyet kurallarına riayet edilmemesi, tüzel kişiliğin kötüye kullanılması (abus de la personnalite morale) hâllerinde tüzel kişilik perdesinin kaldırılması veya delinmesi (liftingpiercing of theveil) veya yok sayılması (disregard of thecorporateent-tiy) ve tüzel kişilik perdesinin arkasındaki gerçek duruma göre bir sonuca varılması gerekmektedir. Özel hukuk alanında çok geniş bir uygulaması olan tüzel kişiliğin yok sayılması, bu topluluklara yasalarla kişilik tanımanın amaçlarıyla ters düşen uygulamalar dolayısıyla ortaya çıkmıştır (Battal, A.:Bir Alan Araştırması Işığında Sermaye Şirketlerinin Sorumluluğu Konusundaki Hukuki Bilgi Eksikliğinin Olumsuz Sonuçları Ve Perdenin Kaldırılması Teorisi Yardımıyla Giderilmesi, Yargıtay Dergisi, Ekim 1998, C24, s 659 vd.).
Tüzel kişilik perdesinin kaldırılması, bazı şartların varlığı hâlinde, tüzel kişilik dikkate alınmadan, mevcut kişiliğin arkasına saklanan kimsenin borçtan sorumlu tutulması veya çiğnediği yasağın sonuçlarına katlanmasıdır. Tüzel kişilik perdesinin kaldırılmasından, tüzel kişinin kişiliğine ve mal varlığına ilişkin ayrılık ilkesinin uygulanmaması ve onun hukuki bağımsızlığının bir nevi dikkate alınmayıp onun bertaraf edilmesini anlayabiliriz. Bu kavram hukukumuzda ve yabancı hukuklarda düzenlenmemiş olup; mahkemeler hukuku (caselaw) ve öğreti ile özellikle de bankacılık sektörü ve sermaye piyasasındaki yolsuzlukların önlenmesi gayesiyle ortaya çıkmıştır. Türk Hukukuna ise ilk defa 1963 yılında giren tüzel kişilik perdesinin kaldırılması teorisi öğretide kimi zaman tülün kaldırılması, tüzel kişilik perdesinin aralanması, örtünün delinmesi ya da ışıldak gibi değişik terimlerle ifade edilmiştir (Antalya –s. 152; Poroy/ Tekinalp/Çamoğlu-s.106; Çamoğlu, E.: Ticaret Ortaklıkları Bakımından Perdenin Kaldırılması Kuramı ve Yargıtay Uygulaması, BATİDER, C.32, S.2, Haziran 2016; Memiş, T./ Öztek, S: Şirketler Hukuku ve İcra İflas Hukuku İlkeleri Karşısında Borçlu Şirketin Alacaklılarının Hakim Ortağa Karşı Korunması (Tüzel Kişilik Perdesinin Aralanması I. Uluslararası Ticaret Hukuku Sempozyumu (Editör: Ulusoy, E: T Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Sempozyum Kitabı, İstanbul, 2008, s. 197 vd.) Akıncı, Ş: Alacaklılardan Mal Kaçırmak İçin Kurulan Yeni Şirkete Müracaat İmkânı Bakımından; Muvazaa, Tüzel Kişilik Perdesinin Kaldırılması ile Organik Bağ Kavramlarının Elverişliliği ve Yargıtay Uygulamaları, Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.27, S.3, 2019, s.652 vd.; Yüksel, K.: Şirketler Hukukunda Tüzel Kişilik Perdesinin Kaldırılması Örtünün Aralanması, Tüzel Kişilik Perdesinin Aralanması I. Uluslararası Ticaret Hukuku Sempozyumu (Editör: Ulusoy, E: T Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Sempozyum Kitabı), İstanbul,2008,263 vd. ).
Tüzel kişilik perdesinin kaldırılması kuralı yalnızca ticaret hukukunda değil iş hukuku, vergi hukuku, icra ve iflas hukuku ve diğer hukuk dallarında da uygulama alanı bulmuş; hatta 6183 sayılı Kanun, Çek Kanunu, Grev ve Lokavt Kanunu gibi kanunlarda kamu yararı gibi özel menfaatlerin korunması amacı güdülerek gerektiğinde bu teorinin uygulanması ve sorumluluğa karar verilebilmesi için birtakım düzenlemeler yapılmıştır. Elbette, kanundan kaynaklanan bu gibi durumlarda tüzel kişilik perdesinin kaldırılmasını tartışmaya gerek bulunmamaktadır. Yine muvazaa, kanuna karşı hile gibi durumlarda ise bazen perdenin kaldırılması teorisi uygulanmadan da sorumluluğa hükmedilebilmektedir.
Yargıtay içtihatlarında benimsenerek öğretide de vurgulandığı gibi; malvarlığının bağımsızlığı ve sınırlı sorumluluk ilkelerinin istisnası olan tüzel kişilik perdesinin kaldırılması teorisi ancak istisnai ve sınırlı durumlarda titizlikle uygulanması gereken bir teoridir. Bu kurala ihtiyatlı bir biçimde yaklaşılmalı; istisnai bir kural olduğundan mümkün olduğunca dar yorumlanmalı ve bu teorinin uygulanmasına ancak tüzel kişilik kavramının arkasına saklanılarak dürüstlük kuralına aykırı davranıldığı, kendisine tanınan hakkın kötüye kullanılarak üçüncü kişilerin zarara uğratıldığı, zarara yol açan tüzel kişinin sorumluluğuna hükmedebilmek için ise başka bir yasal nedene dayanılmasının mümkün olmadığı durumlarda başvurulmalıdır. Aksi hâlde tüzel kişilere tanınmış olan mal ayrılığı güvencesinin zedenlemesi durumuyla karşı karşıya kalınılabilir. Belirtmekte yarar vardır ki, mahkeme kararıyla kaldırılmasına hükmedilen şey tüzel kişilik değil, tüzel kişiliğin perdesidir (Akıncı, s. 661; Çamoğlu, s. 12; Antalya, s.152; Tekinalp, G./Tekinalp, Ü.: Perdeyi Kaldırma Teorisi, Reha Poroy’a Armağan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1995, s.395 vd.; Poroy/ Tekinalp/ Çamoğlu s. 107 vd.).
Tüzel kişi ile ortaklarının faaliyet alanlarının ve malvarlıklarının iç içe geçmesi birbirine karışması, bir şirketin ticari defterlerinin ya da ticari sır kabul edilen belgelerinin diğer şirkete ait iş yerinde bulunması, ikisinde de aynı ticari defterlerin kullanılması ve ortak hesap yapılması (tek merkezden idare edilmesi), ortaklığın faaliyet konusunu sürdürebilmesi için yeterli sermayesi bulunmadığı hâlde alacaklıları ya da üçüncü kişileri zarara uğratmak niyetiyle bilinçli olarak faaliyet göstermeye devam edilmesi, şirket ortaklarının kendi kişisel malvarlıkları ile şirketin malvarlığı özdeş-tekmiş gibi hareket etmeleri, şirketlerin ya da ortağın üçüncü kişileri aldatacak şekilde kendi kişilikleri ile tüzel kişiliğin aynı olduğu izlenimini vermeleri, bu kapsamda birbirlerinin tanıtımlarını yapmaları, aynı tüzel kişilikmiş gibi anlaşılacak benzer isimleri ve logoları kullanmaları, yani dışarıya karşı tek bir tüzel kişilikmiş gibi intiba yaratmaları, şirketlerin aynı konuda faaliyet göstermeleri ve (tek başına bu hususa dayanılmamak koşuluyla) hâkim ortaklarının ya da yöneticilerinin aynı kişiler olması, tüzel kişilik kavramının arkasına sığınılacak şekilde art niyetli davranışlarla zararlandırıcı faaliyetlerde bulunulması, işlemlerin diğer tarafınca sözleşmelerin kiminle yapıldığı dahi anlaşılamayacak şekilde karışıklığa yol açılması, şirketin kendi çıkarları gözetilmeksizin yürütülmesi veya yalnızca ve bilinçli olarak açıkça hâkim ortak korunacak şekilde diğerleri zarara uğrayacak şekilde işlemler yapılması hâlleri gösterilebilir.
Öğretide tüzel kişilik perdesinin; düz perdeyi kaldırarak sorumlu kılma, ters yönden perdeyi kaldırarak sorumlu kılma, borçlunun perdenin kaldırılmasını talep etmesi, çapraz olarak perdeyi kaldırma olarak tabir edilen dört farklı biçimde ortaya çıkabileceği belirtilmiştir. İlkinde doğrudan perde kaldırılarak arkadaki kişi ya da ana ortaklık sorumlu tutulmaktadır. İkincisinde ise; ana ortaklığın borcu ya da yükümlülüğü için yavru ortağın ya da pay sahibinin sorumlu tutulması anlaşılmaktadır. Öğretide şüphe ile yaklaşılması gerektiği belirtilen üçüncü türde ise borçlu ya da yükümlü kişi perdenin arkasına sığınmak yerine bizzat kendisi perdenin kaldırılmasını talep etmektedir. Somut uyuşmazlığımız bakımından tartışılması gereken dördüncü hâlde ise sadece ana ve yavru ortaklık değil, aynı zamanda grup veya holding sistemi içinde yer alan kardeş ortaklıklar arasında perdenin çapraz olarak kaldırılması durumu söz konusu olmaktadır (Tekinalp/Tekinalp, s.399).
Tüzel kişi ile ortakların alanlarının, organizasyon ve malvarlıklarının birbirine karışması, ortağın kendi fiil ve işlemleriyle üçüncü kişilere karşı sanki tüzel kişilik ile kendisi arasında bir ayrım yokmuşçasına işlemler yapması ya da ortağın kendi malvarlığı ile şirketin malvarlığı birmiş gibi davranması, yetersiz sermaye ile faaliyete devam edilmesi özellikle şirket tüzel kişiliğinin bilinçli (kötü niyetli) olarak üçüncü kişileri zarara uğratması hâllerinde perdenin aralanması gerektiğinden bahsedilmiş idi. Tüzel kişilik perdesinin çapraz olarak kaldırılması genellikle kardeş şirketler arasında söz konusu olduğundan, esas (ana) şirket ile bağlı şirket ve ortaklar arasındaki karmaşık ilişkiler zinciri net bir şekilde ortaya konulmalıdır.
Bu noktada bu şirketlerin ekonomik anlamda bağımsız şirket vasfında olup olmadığının araştırılması büyük önem taşımaktadır. Çünkü kardeş şirketler arasında perdenin kaldırılması teorisine başvurabilmek için tek bir iktisadi işletmenin yürütüldüğü farklı faaliyetler için birbirinden bağımsız tüzel kişiliklerin kurulmuş olması gerekmektedir. Hukuken iki farklı tüzel kişilik gibi görünen şirketler aslında özdeştir, alacaklılardan mal kaçırmak ya da sorumluluktan kurtulmak amacıyla kötü niyetli olarak iki farklı tüzel kişilik gibi kurulmuş iseler de bunların üretim, pazarlama ve ihracat faaliyetleri birbirini tamamlayıcı nitelikte olup, şirketler aslında tek ve aynı iktisadi işletmeye vücut vermektedir (Öztek/Memiş, s:209).
Tüzel kişilik perdesinin kaldırılması teorisinde çoğu zaman perdenin tarafları arasındaki güçlü organik bağa ve yapılan muvazaalı işlemlere rastlanılmaktadır. Bu kavramlar bazen aynı olayda karşımıza çıkabilir; ancak sadece birinin oluşması diğerini engellemeyecektir. Bir hukuki işlemin her iki tarafının da irade ile beyanı arasında bilerek uygunsuzluk yaratması durumu muvazaanın şartları her olayda gerçekleşmeyebilir. Sorumluluğun genişletilebilmesi için yine içtihatlarla geliştirilmiş olan organik bağ kavramının da tartışılması gerekmektedir. Zira, organik bağ kavramı da kaynağı TMK’nın 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağından almaktadır. Organik bağ, iki tüzel kişi (veya bunların ortakları arasındaki ilişki) olarak nitelendirilebilir. Organik bağ, perdenin saklanmasına göre daha geniş bir anlamı ifade eder; bu bağın varlığı tanıkla bile ispat edilebilir. Organik bağ, tek başına tüzel kişilik perdesinin kaldırılmasını sağlayacak güçte değildir. Şirketlerin kuruluş tarihlerinin aynı olması, hissedarların aynı soyadını taşımaları organik bağın varlığını göstermez. Şirketlerin aynı kişi tarafından yönetilmesi, aynı ortaklara sahip olması ya da benzer iş kolunda faaliyet göstermeleri somut olayın niteliğine göre başka delillerle desteklendiğinde organik bağın varlığı için yeterli ise de; bu husus tek başına tüzel kişilik perdesinin kaldırılması için yeterli değildir. Tüzel kişilik perdesinin kaldırılması ve alacağın perdenin arkasındakinden de istenebilmesi için sırf alacaklıdan mal kaçırmak ve onu zarara uğratmak amacıyla kötü niyetli işlemler yapıldığının da somut verilerle ispatlanması gerekmektedir. Organik bağ şirketlerin adreslerinin, faaliyet alanlarının, ortaklarının veya temsilcilerinin aynı olmasından ve aradaki hukuki ilişkiden tespit edilebilir. Tüzel kişiliğin kaldırılmasında her iki şirketin faaliyet alanı, ortaklık yapısı, ortakları gibi konularda öyle büyük ve derin bir kesişme vardır ki; bu şirketlerle iş yapan kişiler nezdinde tek bir şirketle iş yapılıyor algısı oluşmaktadır. Örneğin; üçüncü kişiler nezdinde uyandırılan bu algı neticesinde, ticaret yaparken güçlü bir yapıya sahip görüntüsü oluşturularak, şirketlerden birinin borca batırılması ya da içinin boşaltılıp iş alanının diğerine kaydırılması işlemleri tipik bir hakkın kötüye kullanılması olarak değerlendirilebilir…
…Organik bağ ile tüzel kişilik perdesinin çapraz aralanması arasında benzerlikler olduğu kadar farklılıklar da bulunmaktadır. Özellikle somut olayın niteliği gereği organik bağın tespitinde; şirketlerin aynı holdinge bağlı olması, yöneticilerinin veya kurucularının aynı olması, bir borç takibinden kurtulmak için hisselerin devredilmesi, muvazaalı işlemler yapılması, hatta belirli işlemlerin aynı şekilde ve aynı usulde yapılması bile rol oynayabilmekte iken; tüzel kişilik perdesinin çapraz aralanması için iki şirket arasında alacaklıdan mal kaçırmak ve onu zarara uğratmak amacıyla kötü niyetli olarak işlemlerin yapıldığının ve bu nedenle asıl borçlu şirketten alacağın tahsil edilemediğinin somut verilerle ispatlanması gerekmektedir. Bununla birlikte bu iki kavram arasındaki en önemli fark ise; organik bağın varlığı hâlinde bir şirketin borçlarından dolayı bir başka şirketin mal varlığına el atılabilmekte iken tüzel kişilik perdesinin çapraz aralanması hâlinde borçlu şirketin yanı sıra kardeş şirketin hatta talep hâlinde kardeş şirketin ortaklarının mal varlığına dahi el atılmasının mümkün olmasıdır (Öztek/Memiş, s. 210.).
Görüldüğü üzere aralarında bazı farklılıklar bulunmakla beraber organik bağ ile perdenin çapraz aralanması kavramları birbirinin alternatifi olan kavramlar değildir. Bu nedenle aynı olayda hem organik bağ hem de tüzel kişilik perdesinin çapraz aralanması yolları işletilerek sonuca ulaşılabilmesi mümkündür.
..
…Bir davada maddi olayı anlatmak taraflara ait ise de anlatılan olaylara ilişkin hukuki nitelendirmeyi yapmak ise hâkimin görevidir. 6100 sayılı Kanun’un 266. maddesine göre; mahkeme, çözümü hukuk dışında, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde, taraflardan birinin talebi üzerine yahut kendiliğinden, bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasına karar verebilir; ancak genel bilgi veya tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin gerektirdiği hukukî bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye başvurulamaz. Hukuk öğrenimi görmüş kişiler, hukuk alanı dışında ayrı bir uzmanlığa sahip olduğunu belgelendirmedikçe, bilirkişi olarak görevlendirilemezler. Bu hükme paralel olarak; 24.11.2016 tarihinde yürürlüğe giren 6754 sayılı Bilirkişilik Kanunu’nun 3. maddesinin iki ve üçüncü fıkralarında “(2) Bilirkişi, raporunda çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hususlar dışında açıklama yapamaz; hukuki nitelendirme ve değerlendirmelerde bulunamaz. (3) Genel bilgi ve tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin gerektirdiği hukuki bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye başvurulamaz.”; 03.08.2017 tarihinde yürürlüğe giren Bilirkişilik Yönetmeliği’nin 5. maddesinin iki ve üçüncü fıkraları ise, “(2) Bilirkişi, raporunda çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hususlar dışında açıklama yapamaz; hukuki nitelendirme ve değerlendirmelerde bulunamaz. (3) Genel bilgi veya tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin gerektirdiği hukuki bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye başvurulamaz.” şeklinde düzenlemeler getirilmiştir.
Yerel mahkemece benimsenen bilirkişi raporuna dayanılarak tüzel kişilik perdesinin kaldırılmasına gerek olmadığı belirtilmiştir. Maddi olgu ve teknik incelemeler bakımından her iki rapor arasında bir çelişki bulunmamaktadır. Tüzel kişilik perdesinin kaldırılmasının gerekip gerekmediği, dürüstlük kuralına aykırı davranılıp davranılmadığı ve kötüniyet olgusu hukuki nitelendirmedir. Ancak hâkim tarafından değerlendirilebilir. Bilirkişilerce yalnızca teknik hususlarda inceleme yapılabileceği, bilirkişinin hukuki değerlendirme yapmasının yasak olduğu gibi hâkimin hukuki nitelendirme yapma görevini bilirkişiye devredemeyeceği, böyle bir intibanın oluşmasına dahi izin veremeyeceği hususu tartışmasızdır…” (Bknz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’ nun 06.09.2020 tarih ve 2020/19-94 Esas 2020/358 Karar sayılı, 01.07.2020 tarih ve 2019/11-808 Esas 2020/504 Karar sayılı İlamları)
”…Temel hukuk kurallarının en önemlilerinden biri sözleşmelerin ve borç ilişkilerinin nisbiliği ilkesidir. Alacak hakkı ancak hukuki ilişkinin tarafları arasında ileri sürülebilir. Ticaret şirketlerinde ise sınırlı sorumluluk ilkesi, ortaklardan ayrı ve bağımsız malvarlığı oluşumunun sonucudur. Diğer bir ifadeyle tüzel kişilerin ve ortakların mal varlığı ve sorumlulukları birbirinden ayrılmaktadır. Ticaret şirketlerinde sınırlı sorumluluk ya da ayrı malvarlığı ilkesinin alacaklıların menfaatlerine zarar verecek şekilde kötüye kullanılması durumunda, alacaklıların hak ve menfaatlerini korumak için hukuk sistemlerinde hakkaniyet gereği “Tüzel Kişilik Perdesinin Kaldırılması Teorisi” geliştirilmiş ve tüzel kişiliğin arkasına sığınılarak durumu kötüye kullanan ortakları şirket borçlarından şahsen sorumlu tutma imkanı getirilmiştir. Teorinin uygulanmasının yasal dayanağı olarak dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağını düzenleyen MK’nın 2. maddesi kabul edilmektedir.
Borç yükümlüsü olarak bir tüzel kişilik bulunmakta iken, şirketin ortaklarına ya da başka bir şirkete karşı borçtan dolayı yönelinemez. Ancak, tüzel kişiliğin kötüye kullanıldığı bazı istisnai hallerde tüzel kişilik perdesi aralanmak suretiyle, gerçek ya da tüzel kişi ortakların sorumluluğu cihetine gidilebilmektedir.
Uygulama ve doktrinde, tüzel kişi ile ortaklarının ya da birden fazla tüzel kişi şirketin birbirinden ayrı olan çalışma alanlarının ve malvarlıklarının birbirine karışması halinde ve ayrıca borçlu şirketin sermayesinin yetersiz kalması durumunda, yani istisnai hallerde tüzel kişilik perdesinin kaldırılması teorisinin uygulanmasının mümkün olabileceği kabul edilmektedir.
Belirtmek gerekirse bu teoriye ihtiyatlı yaklaşılmalı, zira teori ile kurallara istisna getirildiğinde mümkün olduğunca dar yorumlanmalı ve bu teorinin uygulanmasına ancak tüzel kişilik kavramının arkasına saklanılarak dürüstlük kuralına aykırı davranıldığı, kendisine tanınan hakkın kötüye kullanılarak üçüncü kişilerin zarara uğratıldığı, zarara yol açan tüzel kişinin sorumluluğuna hükmedebilmek için ise başka bir yasal nedene dayanılmasının mümkün olmadığı durumlarda başvurulmalıdır. (ÇAMOĞLU, Ersin , ‘’ Ticaret Ortaklıkları Bağlamında Perdenin Kaldırılması Kuramı ve Yargıtay Uygulaması’’, Banka ve Ticaret Hukuku Dergisi, C.32, .S.2, BATIDER, 2016, s.11-15 )
Tüzel kişilik perdesinin kaldırılması üç şekilde görülebilmektedir. İlki tüzel kişilik perdesinin düz kaldırılması, bu hal şirket borcundan dolayı şirket yönetici ve ortaklarına gidilme olanağı sağlamaktadır. İkincisi tüzel kişilik perdesinin ters kaldırılması, bu hal şirket yönetici veya ortağının borcundan dolayı şirket tüzel kişiliğine gidilmesini sağlamaktadır. Üçüncüsü ise tüzel kişilik perdesinin çapraz kaldırılması olup, bu hal ise hakim şirketler topluluğunda söz konusu olabilmektedir.
İkinci konu ise, Güven Teorisidir. Güven kavramı; temelinde, dürüstlük, samimiyet kavramlarını barındıran hukuki, ekonomik, sosyal ve kültürel bir kavramdır. Hukuk, uyuşmazlıkların çözümünü zaman zaman kaynağını dürüstlük kuralından alan taraflar arasındaki güven ilişkisinde bulmaktadır. Güven teorisi, tarafların menfaatleri arasında denge kurmayı amaçlar ve kaynağını dürüstlük kuralından alır. Kendine özgü mahiyet arz eden güven sorumluluğu bir kişinin veya kuruluşun davranışlarıyla başkalarında yarattığı haklı beklentiler nedeniyle oluşan güven ilişkisinden kaynaklanır. Temeli Alman Borçlar Kanunu’na dayanan bu teorinin, borçlar hukuku mevzuatımızda düzenlemesi bulunmamakla birlikte, gerek Türk hukukunda gerekse İsviçre hukukunda kendisine uygulama yeri bulan bu teori bir kimsenin kendi yarattığı dış görünüşün meydana getirdiği sonuçlara kendisinin katlanmasının gerekliliği, aksi yönde bir düşüncenin iyi niyet kurallarına aykırılık teşkil edeceğinin kabulüne dayanır. Bu kapsamda yorum sırasında güven teorisinin uygulanması TMK’nın 2. maddesinde düzenlenen dürüstlük ilkesinin gereğidir. Kanunun getirdiği güvenin korunmasına ilişkin hükümler yanında, tarafların sözlü veya yazılı davranışları bu güven ortamını sağlayabilir. Sağlanan güvenin, güven sorumluluğu kapsamında, hukuken korunması gerekir. Güven sorumluluğunda taraflar birbirlerinden bekledikleri güveni boşa çıkarmamalıdır. Bu itibarla güven teorisi hukuki güven, istikrar ve hakkaniyet düşüncesini esas alır. Hukukun bir amacı da kişilerin gerek birbirleriyle gerekse devletle olan ilişkilerinde güven ve sürekliliği sağlamaktır. Yasa’ya aykırı sakat bir işlemin uzun bir süre sonra geri alınması adalet, hakkaniyet, kamu düzeni ve istikrar ilkelerine dolayısıyla hukuka aykırı olur. Topluma ve kişiye hizmetle yükümlü bir hukuk devleti kişiye haksızlık yapmamak ve kendisinin yararlandığı bir süreden kişiyi de yararlandırmak zorundadır. (HGK, T. 06.10.2020, S:2016/(21)10-1602 E, 2020/711 K)…” (Bknz. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 22.12.2021 tarih ve 2020/5447 Esas 2021/7321 Karar sayılı İlamı)
Dosyadaki belgelere, kararın dayandığı delillerle, usul ve yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle hükme esas alınan bilirkişi rapor ve ek raporunun oluşa, somut olayın özelliklerine uygun, açık, anlaşılır, taraf ve yargı denetimine uygun olmasına, üç ayrı tüzel kişiliği olan şirketlerden uyuşmazlığa konu ticari ilişki ve faturaların tarafı olmayan davalı … AŞ. ve davalı …’nin sorumlu tutulabilmesi için yukarıda açıklanan tüzel kişilik perdesinin kaldırılması hallerinden hiç birisine uymamasına, davalı şirketlerin farklı tüzel kişiliklere sahip oldukları yönündeki savunmalarının hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olmamasına, kararda kamu düzenine ilişkin bir aykırılık bulunmamasına göre; kanunun olaya uygulanmasında ve gerekçede hata edilmediği, ihtilafın doğru olarak tanımlandığı, inceleme konusu kararın usul ve esas yönünden hukuka uygun olduğu anlaşıldığından, davacı vekilinin yerinde bulunmayan istinaf kanun yolu başvurusunun 6100 sayılı HMK’nın 353/(1)-b-1. maddesi gereğince esastan reddine karar vermek gerekmiştir.
HÜKÜM: Yukarıda açıklanan nedenlerle;
1-İzmir 2. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 27/09/2018 tarih ve 2014/741 Esas, 2018/1065 Karar sayılı hükmü usul ve esas yönünden hukuka uygun bulunduğundan davacı vekilinin istinaf kanun yolu başvurusunun 6100 sayılı HMK’nın 353/(1)-b-1. maddesi uyarınca ESASTAN REDDİNE,
2-İstinaf başvurusu sırasında alınması gereken 80,70.TL maktu karar harçtan peşin olarak alınan 35,90.TL harcın mahsubu ile bakiye 44,80.TL harcın davacıdan alınarak hazineye gelir kaydına,
3-İstinaf kanun yolu başvurusunda bulunan davacı tarafından yapılan yargılama giderlerinin kendi üzerinde bırakılmasına,
4-İstinaf incelemesi sırasında duruşma açılmadan karar verildiğinden davalılar yararına vekalet ücreti takdirine yer olmadığına,
5-Kararın kesinleştirme, harç ikmali ve gider avansı iadesi işlemlerinin yerel mahkemece yerine getirilmesine,
6-Kararın Dairemizce taraf vekillerine tebliğine,
Dosya üzerinde yapılan inceleme neticesinde HMK’nın 361. maddesi uyarınca gerekçeli kararın tebliğinden itibaren 2 haftalık süre içerisinde Yargıtay’a temyiz yolu açık olmak üzere 17.03.2022 tarihinde oy birliği ile karar verildi.