Görüntülediğiniz mahkeme kararı kesinleşmiş bir karardır.
T.C.
İZMİR
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
17. HUKUK DAİRESİ
ESAS NO : 2019/2249
KARAR NO : 2023/508
T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
İ S T İ N A F K A R A R I
İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : İZMİR 2. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ
TARİHİ : 18/06/2019
NUMARASI : 2016/1069 Esas 2019/788 Karar
DAVA : TAZMİNAT
KARAR TARİHİ : 22/03/2023
KARAR YAZIM TARİHİ : 22/03/2023
Taraflar arasında görülen tazminat davasına ilişkin olarak yapılan açık yargılama sonucunda davanın usulden reddine dair verilen karara karşı yasal süresi içerisinde davacı tarafından istinaf kanun yoluna başvurulması üzerine dosya, Dairemize gönderilmiş olmakla HMK’nın 353. maddesi uyarınca dosya üzerinden inceleme yapıldı.
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:
Mahkemece yapılan açık yargılama sonucunda; ”…dava dilekçesinde özetle ; müvekil firma Almanya’da kurulu bir firma olup ana iştigal konusu Türkiye’den kuru meyve ithal ile Almanya ‘daki firmalara satışından ibaret olduğunu, davalılardan … Şti. İse Özbekistan ‘dan ithal ettiği organik kuru üzümü İzmir Serbest Bölgeden ihraç eden bir şirket olduğunu, diğer davalı ise bu şirket adına müvekkil ile iletişim kuran ve sözleşmeyi akdeden kişi olduğunu, taraflar arasında 26/08/2015 tarihinde mail ortamında akdettikleri satış sözleşmesi ile toplamda 650 metrik ton organik kuru üzümün metrik tonu 2.480 USD dan olmak üzere davalı firma tarafından müvekkile satışı ve söz konusu ürünlerin Kasım 2015 – Mart 2016 tarihleri arasında müvekkile peyderpey teslimi hususunda anlaşmış olduğunu davalıın talebi ile bu süre Haziran 2016 ‘ya kadar uzatıldığını, davalıların sözleşmede akdolunduktan kısa bir süre sonra organik ürünlerle ilgili sertifikasyon problemi yaşadıklarını ileri sürerek müvekkile ürün göndermediklerini, müvekkilinin Almanya ‘da iş yaptığı 3. Şahıslar nezdinde son redece zor bir durumda kaldığını, Alman firma nezdindeki taahhütlerini daha fazla aksatmamak amacı ile 17/12/2015 tarihinde bu kez organik Türk üzümü … Şti. ‘den metrik tonu 3.320 EURO dan almak zorunda kaldıklarını zararın büyümemesi bu firmadan yalnızca acil ihtiyaç miktarı olan 400 metrik ton alımı için anlaşma yapıldığını, ancak tüm alıcıların alım yaptığı hasat sezonu olan Temmuz- Ağustos dönemi davalıların verdiği söze ve yaptığı anlaşmaya güvenilerek geçirilmiş olduğundan müvekkil firma sezon sonrası başka bir firmadan gerçekleştirmek zorunda kaldığını, bu alım için Borsa endekslerinden de görüleceği üzere yükselen fiyatlar karşısında yüksek bedel üzerinden anlaşma yapmak ve alımı yapmak zorunda kaldığını, davalıların bu süreçte Mart 2016 sonunda müvekkil firmayı arayarak metrik tonu 2880 – USD den toplam yalnızca 60 metrik ton ürün gönderebileceklerini beyan ettiklerini, bu hususta da 01/04/2016 tarihinde e-mail gönderdiklerini, taahhüdünün ardından aylarca süre geçtikten sonra davalı yanca ileri sürülen ve yalnızca 60 metrik ton olarak belirtilen bu teklif dahi davalı firmanın TTK anlamındaki basiretsizliğini ortaya koyduğunu, kendilerinin talebi ile Haziran 2016 ‘ya kadar uzatılan sözleşme süresi içerisinde taahhüt ettikleri ürünlerin müvekkiline göndemeyen davalı firmanın ve firmayı temsilen firma adına tüm yazışmaları yapan diğer davalının temürrüde düştüğünü, TBK ‘da madde 210 ve devamında satıcının borçları ve temerrüdü düzenlenmşi olup madde 213 ‘te borcunu ifia etmeyen satıcının alıcının bu yüzden uğradığı zararı gidermekle yükümlü olduğunu, ve bu noktada satış bedeli ile kendisine devredilmeyen satılanınn yerine bir başkasını satın almak için ödenen bedel arasındaki farka göre hesaplanacak zararın giderilmesini talep edebileceği keza borsada kayıtlı mallar veya piyasa fiyatı bulunan mallar açısından ise bir başka ürün satın almak zorunda olmaksızın satış bedeli ile belirlenmiş ifa günündeki piyasa fiyatı arasındaki farkın da hesaplanarak zararın giderilmesinin istenebileceğinin açıkca yazıldığını, davalı firma ile akdolunan sözleşme uyarınca teslimi gereken 650 metrik ton ürünün taraflarına teslim olunmadığını, bunun 400 metrik tonluk kısmı için farklı bir firma ile çok daha yüksek bir bedelden anlaşma yapılmak zorunda kalındığını, aradaki farkın zararları olduğunu, HMK 107 uyarınca arttırmak üzere şimdilik 50.000 TL alacağının davalılardan müşterek ve müteselsilen tahsilini dava tarihinden itibaren ticari faiz işletilmesini mahkeme masraf ve vekalet ücretinin davalılara yükletilmesine kara verilmesini talep ve dava etmiştir.
SAVUNMA :Davalı … Şti. Vekilinin mahkememize verdiği cevap dilekçesinde özetle; Davacı şirketin sunduğu 26/08/2015 tarihli belge sözleşme niteliği taşımamakla beraber bir an için sözleşme olarak addedilse dahi diğer davalı … ‘un yetkisiz temsilci sıfatıyla imzalamış olduğunu, bu anlaşmaya müvekkil şirketin izin veya icazet vermediğini, davalı … ‘un davacı gözünde müvekkil şirketin temsilcisi olduğuna dair teamül oluşturabilecek bir vakıa da ispat edilmediğini, yetkisiz temsilci sıfatıyla hareket eden … ‘un imzaladığı belgenin müvekkil yönünden bir bağlayıcılığının olmadığının tacir olan davacının da bildiğini, müvekkilin taraflara arasındaki ticari ilişkide bir yerinin olmaması davanın müvekli yönüden husumet yokluğu sebebiyle reddine karar verilmesini, müvekkil şirketin davacı ile yaptığı bir satım sözleşmesinin de bulunmadığını, mahkemeye sunulan 26/08/2015 tarihli belge geçerli bir sözleşme vasfı taşımadığını, söz konusu belgede sözleşmenin Kasım 2015- Mart 2016 tarihleri arasında geçerli olacağı belirtildiğini, bir sözleşmenin en önemli etmelerinden olan ürünün ne zaman teslim olacağı ve teslim yeri ücretin ödenme zamanı ve yeri hiçbir şekilde kararlaştırılmadığını, bu niteliği itibariyle işbu belgenin ancak niyet mektubu olarak değerlendirilebileceğini, müvekkil şirketin bir an için sorumlulu olduğu kabul edilse bile sözleşmenin Kasım 2015 – Mart 2016 tarihleri arasında geçerli olacağının yazıldığını ancak ürün teslim tarihine ilişkin hiçbir bilgiye yer verilmediğini, davacının sunduğu e postalarda ürün sevkiyatının yapılacağı tarihine ilişkin hiçbir beyan mevcut olmadığını, davacı sözleşmesinin devam ettiği süre içinde neredeyse iddia edilen sözleşme süresi başlar başlamaz müvekkilinin temerrüde düşürmeden başka bir firmayla anlaşmaya varıldığını, davacının kendi fiileri ile sözleşmeyi sona erdirdiğini, davacının aldığı ürün müvekkilinden istenilen Özbek üzümü değil Türk üzümü olduğunu özbek Üzümü ile Türk Üzümünün birbirinden farklı iki ürün olduğunu, Özbek Üzümünün Türkiye’de üretiminin bulunmadığını, Özbekistan ‘dan ihraç edildiğini davacının sunduğu davalı … ve … Şirketiyle yapılmış tüm e posta görüşmeleri dava dışı … şirketi ile akdettiği sözleşmeden sonraki tarihli olduğunu, davacının başka bir firmayla anlaşma yaptığını belirtmediğini, … ‘a başka tearikçi tanıyıp tanımadığını sorulduğunu, bu durumda müvekilinin ilgisinin olmadığını ve … ‘ a haber verilmediği anlaşılan yepyeni bir anlaşmanın göstergesi olduğunu, davacı ispat edemediği iddilarla yeni sözleşmeler yaparak aldığı Türk üzümlerinin bedellerini hiçbir hukuki işlemlerinde taraf olmayan ve kusurlu – kusursuz herhangi bir sorumluluğu bulunmayan müvekkilden tahsil etmeye çalıştığını, tüm bu nedenlerle müvekkil şirket yönünden haksız ve kötü niyetli olarak açılmış iş bu davanın reddine karar verilmesini, yargılama giderleri ve vekalet ücretinin davacı üzerinde bırakılmasına karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı … ‘un mahkememize verdiği cevap dilekçesinde özetle: Davacının sunduğu 26/08/2015 tarihli belgenin imzalar kısmında … adına atılmış olan imzanın eli ürünü olmadığını, davacı ile akdedilen böyle bir sözleşmenin bulunmadığının mahkeme huzurunda alınacak imza örneklerinin bilirkişi incelemesine tabi tutulması sonucunda adına atılan imzanın eli ürünü olmadığını, diğer davalı … Şti iş akdine bağlı olarak 25/08/2016 tarihine kadar çalıştığını, bu şirkette çalıştığı süre zarfında davalı şirketten bağımsız olarak bazı firmalarla yazışmalar yaparak bir yandan da şahsen ticari faaliyet yapmak istediğini, bu doğrultuda davacının organik Özbek kuru üzümü alımı için dava dışı … Şti. ile görüştüklerini birbirlerini teklif gönderip değerlerdirdiklerini öğrendiğini, kuru üzümün ihracı için Özbekistan ‘da işlerinin kolaylaşmasına yardımcı olabilecek tanıdıklarının olması sebebiyle teklif görüşmelerine iştirak ettiğini, ancak e mail dökümanlarından da anlaşılacağı üzere görüşmelerini büyük bir çoğunluğunu davacı ile dava dışı … Şti ile yapıldığını tarafının bir rolü olmadığını, davacı her ne kadar iletişim kuran ve sözleşme akdeden kişi olarak gösterilmiş ise de ne sözleşme diye nitelendirilen 26/08/2015 tarihli belgeyi imzalayan nede görüşmeleri sürekli olarak sağlayan tarf olmadığını yalnızca teklif görüşmelerine katılmakla beraber sözleşme yapma aşamasına geçilemediğini ve bir satım sözleşmesi akdetmediğini, tüm bu sebeplerle davacı şirkete bir borcunun olmadığını haksız açılan davanın reddini mahkeme masrafları ile vekatet ücretinin davacı şirket üzerine bırakılmasını talep etmiştir.
GEREKÇE :Davacı ile davalı tarafın aralarında davacının dayanmış olduğu sözleşmenin akdedilip akdedilmediği, söz konusu sözleşmenin taraflar açısından geçerli ve bağlayıcı olup olmadığı, sözleşmenin davalı şirket yönünden bağlayıcı olup olmadığı, sözleşmedeki imzanın davalı ….’e ait olup olmadığı, …’e ait olması halinde bu imza ile davalı şirketin sözleşmenin bağlayıp bağlamadığı, davacı tarafın talep etmiş olduğu zararı davalılardan isteyip istemeyeceği, davalıların bu zarardan sorumlu olup olmadıkları hususlarında uyuşamadıkları görüldü.
Mahkememiz önüne gelen davada öncelikle çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, davanın belirsiz alacak davası olarak açılabilme şartlarını taşıyıp taşımadığı noktasında toplanmaktadır. Belirsiz alacak davasının açılabilme şartlarına ilişkin Yüksek yargı kararlarındaki açıklamalar aşağıdaki gibidir;
” 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107. maddesiyle, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda yer almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul edilmiştir.
6100 sayılı Kanun’un 107. maddesine göre,
“(1) Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.
(2) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.
(3) Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir.”
Hükümet tasarısında yer almayan bu madde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu tarafından, esasen baştan miktar veya değeri tam tespit edilemeyen bir alacakla ilgili hak arama durumunda olan kişinin, hukuk sisteminde karşılaştığı güçlüklerin bertaraf edilerek hak arama özgürlüğü çerçevesinde mümkün olduğunca en geniş şekilde korunmasının sağlanması gerekçesi üzerinde durularak ihdas edilmiş ve nihayetinde kanunlaşmıştır.
Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafça belirlenememesi gereklidir. Belirleyememe hali, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi Durumuna ya da objektif olarak imkansızlığa dayanmalıdır.
Madde gerekçesinde “Alacaklının bu tür bir dava açması için, dava açacağı miktar ya da değeri tam ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün olmamalı ya da bu objektif olarak imkânsız olmalıdır. Açılacak davanın miktarı biliniyor yahut tespit edilebiliyorsa, böyle bir dava açılamaz. Çünkü, her davada arandığı gibi, burada da hukukî yarar aranacaktır, böyle bir durumda hukukî yararın bulunduğundan söz edilemez. Özellikle, kısmî davaya ilişkin yeni hükümler de dikkate alınıp birlikte değerlendirildiğinde, baştan tespiti mümkün olan hâllerde bu yola başvurulması kabul edilemez.” şeklindeki açıklamayla, alacağın belirli veya belirlenebilir nitelikte olması durumunda, belirsiz alacak davası açılarak bu davanın sağladığı imkanlardan yararlanmanın mümkün olmadığına işaret edilmiştir.
Alacağın hangi hallerde belirsiz, hangi hallerde belirli veya belirlenebilir olduğu hususunda kesin bir sınıflandırma yapılması mümkün olmayıp, her bir davaya konu alacak bakımından Somut olayın özelliklerinin nazara alınarak sonuca gidilmesi gereklidir.
6100 sayılı Kanun’un 107/2. maddesinde, sorunun çözümünde yol gösterici mahiyette kriterlere yer verilmiştir. Anılan madde fıkrasında, karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tâbi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabileceği hüküm altına alınmış, madde gerekçesinde de “karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneği bilirkişi ya da keşif incelemesi sonucu)” belirlenebilme hali açıklanmıştır.
Davacının alacağının miktar veya değerini belirleyebilmesi için elinde bulunması gerekli bilgi ve belgelere sahip olmaması ve bu belgelere dava açma hazırlığı döneminde ulaşmasının da (gerçekten) mümkün olmaması ve dolayısıyla alacağın miktarının belirlenmesinin karşı tarafın elinde bulunan bilgi ve belgelerin sunulmasıyla mümkün hale geleceği durumlarda alacak belirsiz kabul edilmelidir.
Kural olarak kişinin alacağını belirleyebilmesi için aynı zamanda belgeye bağlama yetkisinin olması veya bu konuda belge düzenlenip kendisine verilmesi gerekir.
Sırf taraflar arasında alacak miktarı bakımından uyuşmazlık bulunması, talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olması anlamına gelmez. Önemli olan objektif olarak talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olmasıdır (H. Pekcanıtez, Belirsiz Alacak Davası, Ankara 2011, s. 45; H. Pekcanıtez/O. Atalay/M. Özekes, Medeni Usul Hukuku, 14. Bası, Ankara 2013, s. 448). Sadece alacak miktarında taraflar arasında uyuşmazlık bulunması ya da tartışmalı olmasının belirsiz alacak davası açılması için yeterli sayılması halinde, neredeyse tüm davaların belirsiz alacak davası olarak kabulü gerekir ki, bu da kanunun amacına aykırıdır. Çünkü, zaten uyuşmazlık bulunduğu için dava açılmakta ve uyuşmazlık mahkeme önüne gelmektedir. Önemli olan davacının talebini belirli kılacak imkâna sahip olup olmadığıdır. Burada, alacağın belirlenebilir olması ile ispat edilebilirliğinin de ayrıca değerlendirilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Davacının talep ettiği alacağı belirlenmesi objektif olarak mümkün, ancak belirleyebildiği alacağını ispat etmesi, kanunun öngördüğü şekilde ispatı (elindeki delillerle) mümkün değilse, burada da belirsiz alacak davası açılacağından söz edilemez. Çünkü, bir alacağın belirlenmesi ile onun ispatı ayrı şeylerdir. Davacı, talep konusu yaptığı alacağını çok net şekilde belirleyebilir; ancak her zaman onu ispat edecek durumda olmayabilir. Aksinin kabulü, her ispat güçlüğü olan alacağı belirsiz alacağa dönüştürmek gibi, hem kanunun amacına hem de genel ilkelere aykırı bir durumu ortaya çıkartabilir.
Alacağın miktarının belirlenebilmesinin, tahkikat aşamasında yapılacak delillerin incelenmesi, bilirkişi incelemesi veya keşif gibi sair işlemlerin yapılmasına bağlı olduğu durumlarda da belirsiz alacak davası açılabileceği kabul edilmelidir. Ne var ki, bir davada bilirkişi incelemesine gidilmesi belirsiz alacak davasının açılabilmesi için yeterli değildir. Bir davada bilirkişiye başvurulmasına rağmen davacı dava açarken alacak miktarını belirleyebiliyorsa, belirsiz alacak davası açılamaz (C. Simil, Belirsiz Alacak Davası, I. Bası, İstanbul 2013, s. 225).
Kategorik olarak, belirli bir tür davanın veya belirli kişilerin açtığı davaların baştan belirli veya belirsiz alacak davası olduğundan da söz edilemez. Belirsiz alacak davası, bu davaya ilişkin ölçütlerin somut olaya uygulanarak belirlenmesi gerekir.
Hakime alacak miktarının tayin ve tespitinde takdir yetkisi tanındığı hallerde (Örn: 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu md 50, 51,56), hakimin kullanacağı takdir yetkisi sonucu alacak belirli hale gelebileceğinden, davacının davanın açıldığı tarih itibariyle alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin imkansız olduğu kabul edilmelidir.
6100 sayılı Kanun ile birlikte, yukarıda belirtilen çerçevede belirsiz alacak davası açma imkanı tanınarak belirsiz alacaklar bakımından hak arama özgürlüğü genişletilmiş; bununla bağlantılı olarak da hukuki yarar bulunmadan kısmi dava açma imkanı sınırlandırılmakla birlikte, tamamen kaldırılmamıştır.
Zaman zaman, 6100 sayılı Kanun ile birlikte kabul edilen belirsiz alacak davası ile kısmi davaya ilişkin yeni düzenlemedeki sınırın tam olarak tespit edilemediği, birinin diğeri yerine kullanıldığı görülmektedir. Oysa bu iki davanın amacı ve niteliği ayrıdır. Alacak, belirli veya belirlenebilir ise, belirsiz alacak davası açılamaz; ancak şartları varsa kısmi dava açılması mümkündür.
Kanunun kısmi dava açma imkanını sınırlamakla birlikte tamamen ortadan kaldırmadığı da gözetildiğinde, belirli alacaklar için, belirsiz alacak davası açılamasa da, şartları oluştuğunda ve hukuki yarar bulunduğunda kısmi dava açılması mümkündür. Aksi halde, sadece ya belirsiz alacak davası açma veya belirli tam alacak davası açma şeklinde iki imkandan söz edilebilir ki, o zaman da kısmi davaya ilişkin 6100 sayılı Kanunun 109. maddesindeki hükmün fiilen uygulanması söz konusu olamayacaktır. Çünkü, belirsiz alacak davasında zaten belirsiz alacak davasının sağladığı imkanlardan yararlanarak dava açılabilecek; şayet alacak belirli ise de, o zaman sadece tam eda davası açılabilecektir. Oysa kanun koyucunun abesle iştigal etmeyeceği prensibi gereği, anılan maddeyle kısmi davaya ilişkin düzenleme yapıldığı düşünülerek ve Kanundaki sınırlamalara dikkat edilerek kısmi dava Açılabilecektir.
Bu noktada şu da açıklığa kavuşturulmalıdır ki, şartları bulunmadığı halde dava dilekçesinde davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı durumda davacıya herhangi bir süre verilmeden hukuki yarar yokluğundan davanın reddi yoluna gidilmelidir. Çünkü, alacağın belirlenebilmesi mümkün iken, böyle bir davanın açılmasına Kanun izin vermemiştir. Böyle bir durumda, belirsiz alacak davası açmakta hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmeli, ek bir süre verilmemelidir. Zira, burada talep açıktır, bu sebeple 6100 sayılı Kanunun 119/1-ğ maddesinin uygulanarak süre verilmesi mümkün değildir; aslında açılmaması gerektiği halde belirsiz alacak davası açılmış olduğundan, bu konudaki eksiklik de süre verilerek tamamlanamayacağından, dava hukuki yarar yokluğundan reddedilmelidir. Buradaki hukuki yarar, sonradan tamamlanacak nitelikte bir hukuki yarar değildir. Çünkü, dava açıldığında o sırada mevcut olmayan hukuki yarar, bunun da açıkça mahkemece bilindiği bir durumda, tamamlanacak bir hukuki yarar değildir. Aksinin kabulü, aslında açık olan talep sonucunun süre verilerek davacı tarafından değiştirilmesi ve bulunmayan hukuki yararın sağlanması için davacıya ek imkan sağlanması anlamına gelecektir ki, buna usûl bakımından imkan yoktur, böyle bir durum taraflar arasındaki eşitlik ilkesine de aykırı olacaktır (H. Pekcanıtez/O. Atalay/M. Özekes, Medeni Usul Hukuku, 14. Bası, Ankara 2013, s. 454). Bunun yanında, şayet açılan davada asgari bir miktar gösterilmişse ve bunun alacağın bir bölümü olduğu anlaşılmakla birlikte, belirsiz alacak davası mı yoksa belirli alacak olmakla birlikte kısmi dava mı olduğu anlaşılamıyorsa, bu durumda 6100 sayılı Kanunun 119/1-ğ maddesinin aradığı şekilde açıkça talep sonucu belirtilmemiş olacaktır. Talep, talep türü ve davanın niteliği açıkça anlaşılamıyorsa, talep muğlaksa, aynı Kanunun 119/2 maddesi gereğince, davacıya bir haftalık kesin süre verilerek talebinin belirsiz alacak davası mı, yoksa kısmi dava mı olduğunun belirtilmesi istenmelidir. Verilen bu süreden sonra, davacının talebini açıklamasına göre bir yol izlenmelidir. Eğer talep, davacı tarafından belirsiz alacak davası şeklinde açıklanmış olmakla birlikte, gerçekte belirsiz alacak davası şartlarını taşımıyorsa, o zaman yukarıdaki şekilde hareket edilmeli, hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmelidir. Açıklamadan sonra talep belirsiz alacak davası şartlarını taşıyorsa, bu davanın sonuçlarına göre, talep kısmi davanın şartlarını taşıyorsa da kısmi davanın sonuçlarına göre dava yürütülerek karar verilmelidir.
6100 sayılı Kanun’un 110. maddesinde düzenlenen, davacının aynı davalıya karşı birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini aynı dava dilekçesinde ileri sürmesi olarak tanımlanan davaların yığılması (objektif dava birleşmesi) halinde, talep sayısı kadar dava bulunduğu kabul edildiğinden ve aynı Kanunun 297/2. maddesi uyarınca da her bir talep bakımından ayrı ayrı hüküm verilmesi gerektiğinden, bu durumda da dava dilekçesinde ileri sürülen taleplerin belirsiz alacak olup olmadığının her bir talep bakımından ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekecektir.”
Belirsiz alacak davasının şartlarına ilişkin olarak yukarıda bahsedilen açıklama ve ilkelere Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17.06.2015 gün ve 2015/22-1156 E.-2015/1598 K., 22.06.2016 gün ve 2016/22-874 E.-2016/824 K., 17.01.2018 gün ve 2016/22-2177 E.-2018/29 K. ve 17.01.2018 gün ve 2016/22-2181 E.-2018/24 K., 07.03.2018 gün ve 2014/22-2350 E.-2018/439 K., 14.03.2018 gün ve 2015/22-186 E.-2018/479 K., 28.03.2018 gün ve 2015/22-127 E.-2018/559 K.,23.10.2018 gün ve 2015/22-2583 E.-2018/1546 K, sayılı kararlarında yer verilmiştir.
Yukarıda alıntı yapılan Yüksek Yargı kararlarında yapılan açıklamalar ışığında şunu belirtmek gerekir ki, dava türlerine göre baştan belirli veya belirsiz alacak davası şeklinde belirleme yapmak kural olarak doğru ve mümkün değildir. Her dava kendi içerisinde belirsiz alacak davası şartlarını taşıyıp taşımadığı açısından değerlendirilmelidir.
Usul kuralları binlerce yıllık bilgi birikimi ile oluşturulmuş kurallar bütünüdür. Usul Keyfiliğin Can Düşmanı Hürriyetin ise İkiz Kardeşi olduğu gibi Hukuk Devleti olmanın vazgeçilmez öğesidir. Hukuk sistemindeki kuralları yorumlarken lafzi yorum yanında amaçsal ve tarihsel yorumu gözardı etmemek gerekmektedir.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında eldeki davaya konu somut olayın özellikleri dikkate alınarak belirsiz alacak davası yönünden yapılan değerlendirmede; Davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı şüphesizdir. Davaya konu tazminat, davacı ile davalı tarafından akdedildiği iddia edilen sözleşmenin ifa edilmemesinden kaynaklı davacının zararına ilişkindir. Davacı dava dilekçesinde tarafların metriktonu 2.480,00-USD’den 650 metrik ton organik kuru üzüm alınması hususunda anlaştıklarını, davalının sözleşme ile satışı üstlendiği ürünleri teslim etmemesi nedeni ile acil ihtiyacı karşılamak için dava dışı … Şti.’den metrik tonu 3.320,00-EURO’dan 400 metrikton ürün almak zorunda kaldığını beyan etmiştir. Davacının kendi beyanına göre zararı, metrik tonu 2.480-USD’den alacak olduğu ürünü 3.320-EURO dan almış olması sebebi ile aradaki fiyat farkı olup 400 metrik ton için zararın hesaplanması basit bir matematik işleminden ibarettir. Yine davacı dilekçesinde geriye kalan 250 metrik tonluk kısım için ise taraflar arasında anlaşılan tutar ile söz konusu ürünün piyasa fiyatı arasındaki farkı zararı olarak belirtmiştir. Davacı tacir olup dosya kapsamından söz konusu ürünleri alıp sattığı anlaşılmaktadır. Dolayısı ile davacının söz konusu ürüne ilişkin piyasa fiyatını bilmediğinden/bilemeyeceğinden bahsetmek mümkün değildir. Davacı piyasa fiyatı ile anlaştıklarını iddia ettiği tutar arasındaki farkı teslim edilmediğini iddia ettiği 250 metrik ton ile çarparak çok basit ve net bir şekilde belirleyebilme imkanına sahiptir. Yukarıda belirtilen Yüksek Yargı kararlarında da belirtildiği üzere bir alacağın belirlenmesi ile onun ispatı ayrı şeylerdir. Buna göre davacının zararını tespit edemediğinden/edemeyeceğinden bahsetmek mümkün değildir. Eldeki somut davada belirsiz alacak davası açılabilmesi için gerekli şartların var olduğunu kabul etmek mümkün olmadığıı…” gerekçesi ile davanın hukuki yarar yokluğundan USULDEN REDDİNE karar verilmiş, verilen karara karşı davacı vekili tarafından istinaf kanun yoluna başvurulmuştur.
İSTİNAF NEDENLERİ:
Davacı vekili istinaf dilekçesinde özetle; müvekkili firmanın yurtdışında mukim olduğundan Türkiye piyasasındaki tüm fiyatlandırmaları bilmesinin kendisinden beklenemeyeceğini, dosyada mübrez İzmir Ticaret Odası’ndan gelen müzekkere cevabında dahi ürünlerin piyasa fiyatlarının net ve belirli olmadığının görüleceğini, Kurumların dahi davaya konu edilen Özbek kuru üzümünün piyasa fiyatı için belirli bir fiyat bildirememişken yurt dışında mukim olan müvekkili firmanın üstelik de hasat sezonu dışında kalan bir dönemde yani ürün bulunamayan ve fiyatların bu nedenle anlık yükseliş ve iniş gösterdiği bir dönemde gerçek rayiç değerini belirleyerek bu şekilde zararını tam ve kesin olarak tespit edip işbu davayı ikame etmesinin beklenemeyeceğinin son derece açık olduğunu, 400 metrik tonluk 3.şahıs firma ile müvekkili firma arasındaki sözleşmenin delil niteliği taşımakta ise de gerçek zararın tespitine yeterli olup olmadığının, zararın miktarının mahkemece belirleneceğini ayrıca hiç anlaşma yapılmayan 250 metrik ton ürün için belirlenecek piyasa fiyatının da tamamen müphem olduğunu zira söz konusu ürünün sezon dışı olduğundan bulunamadığını, zararın muadil ürün ile giderilmeye hafifletilmeye çalışıldığını, HMK madde 107’de belirtildiği şekilde müvekkilinin davanın açıldığı tarih itibari ile uğradığı zararın miktarını tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin mümkün olmadığını ancak zararın bilirkişi incelemesi sonucunda tespit edilebileceğini ileri sürerek yerel mahkeme kararının kaldırılması istemiyle istinaf kanun yoluna başvurmuştur.
DELİLLERİN TARTIŞILMASI, HUKUKİ SEBEP VE GEREKÇE:
Dava, ticari sözleşmenin ihlalinden kaynaklanan tazminat istemine ilişkindir.
İstinaf kanun yolu başvurusuna konu edilen karar hakkında; 6100 sayılı HMK’nın 355. maddesindeki düzenleme gereğince, istinaf dilekçesinde belirtilen nedenler ve kamu düzenine ilişkin aykırılık bulunup bulunmadığı hususlarıyla sınırlı olarak inceleme yapılmıştır.
Uyuşmazlık, eldeki davanın HMK’nın 107. maddesi kapsamında belirsiz alacak davası olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği, buradan varılacak sonuca göre davacının bu davayı açmada hukukî yararının bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
”…Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle konuya ilişkin yasal düzenlemeler ile hukukî kavram ve kurumların ortaya konulmasında yarar bulunmaktadır.
Davanın açıldığı tarihte yürürlükte bulunan HMK’nın 107. maddesinde (7251 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikten önceki hâlinde) yer alan; “(1) Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.
(2) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.
(3) Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir.” şeklindeki hüküm ile belirsiz alacak davası düzenlenmiştir.
Hükümet tasarısında yer almayan bu madde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu tarafından esasen baştan miktar veya değeri tam tespit edilemeyen bir alacakla ilgili hak arama durumunda olan kişinin, hukuk sisteminde karşılaştığı güçlüklerin bertaraf edilerek hak arama özgürlüğü çerçevesinde mümkün olduğunca en geniş şekilde korunmasının sağlanması gerekçesi ile ihdas edilmiş ve kanunlaşmıştır.
Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafça belirlenememesi gereklidir. Belirleyememe hâli, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen, miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi durumuna ya da objektif olarak imkânsızlığa dayanmalıdır.
Bu kriterler, davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin davacının kendisinden beklenememesi, bunun olanaksız olması ve açıkça karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı ve değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olması olarak belirtilmektedir.
Bir talep konusunun belirli olup olmadığının her somut olayın özelliğine göre değerlendirilmesi ve sonuca gidilmesi daha doğru olacaktır. Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17.06.2015 tarihli ve 2015/22-1156 E., 2015/1598 K., 22.06.2016 tarihli ve 2016/22-874 E., 2016/824 K., 17.01.2018 tarihli ve 2016/22-2177 E., 2018/29 K., 17.01.2018 tarihli ve 2016/22-2181 E., 2018/24 K, 07.03.2018 tarihli ve 2014/22-2350 E., 2018/439 K., 14.03.2018 tarihli ve 2015/22-186 E., 2018/479 K. ile 28.03.2018 tarihli ve 2015/22-127 E., 2018/559 K.; 16.04.2019 tarihli ve 2017/17-1099 E., 2019/460 K., 02.07.2019 tarihli ve 2016/22-1610 E., 2019/841 K., 16.05.2019 tarihli ve 2016/22-1166 E., 2019/576 K., 19.12.2019 tarihli ve 2018/22-1122 E., 2019/1413 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler kabul edilmiştir.
Mevcut durum itibariyle 28.07.2020 tarihli ve 31199 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7251 Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un (7251 sayılı Kanun) 7. maddesi ile HMK’nın 107. madde başlığı “Belirsiz alacak davası”; 2. fıkrası “(2) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesi mümkün olduğunda, hâkim tarafından tahkikat sona ermeden verilecek iki haftalık kesin süre içinde davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın talebini tam ve kesin olarak belirleyebilir. Aksi takdirde dava, talep sonucunda belirtilen miktar veya değer üzerinden görülüp karara bağlanır.” şeklinde değiştirilmiş; maddenin 3. fıkrası ise yürürlükten kaldırılmıştır.
Uyuşmazlığın niteliği itibariyle üzerinde durulması gereken diğer hususlar ise kısmi dava, dava şartları, dava dilekçesinde bulunması gereken unsurlar, hukukî yarar, hâkimin davayı aydınlatma ödevi, hâkimin Türk hukukunu re’sen uygulama ödevi, usul ekonomisi ve mahkemeye erişim hakkı kavramları üzerinde kısaca durmak gerekir.
Alacağın yalnızca bir bölümü için açılan davaya kısmi dava denir. Bir davanın kısmi dava olarak nitelendirilebilmesi için, alacağın tümünün aynı hukukî ilişkiden doğmuş olması ve alacağın şimdilik belirli bir kesiminin dava edilmesi gerekir. Diğer bir söyleyişle, bir alacak hakkında daha fazla bir miktar için tam dava açma imkânı bulunmasına rağmen, alacağın bir kesimi için açılan davaya kısmi dava denir. Kısmi dava açılabilmesi için talep konusunun bölünebilir olması gerekli olup, açılan davanın kısmi dava olduğunun dava dilekçesinde açıkça yazılması gerekmez. Dava dilekçesindeki açıklamalardan davacının alacağının daha fazla olduğu anlaşılıyor ve istem bölümünde “fazlaya ilişkin haklarını saklı tutması” ya da “alacağın şimdilik şu kadarını dava ediyorum” şeklinde bir ifadeye yer verilmiş ise, bu husus, davanın kısmi dava olarak kabulü için yeterli sayılmaktadır (Pekcanıtez, Hakan: Medeni Usul Hukuku, C. II, İstanbul 2017, s. 1000).
Mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda (HUMK) açıkça kısmi dava düzenlenmediği hâlde, söz konusu Kanun’un yürürlükte olduğu dönemde de kısmi dava açılması mümkün bulunmaktaydı. Çünkü alacak hakkının bir bölümünün dava edilip geriye kalan kısmının ikinci bir dava ile istenmesini engelleyen bir hüküm bulunmamaktaydı. Kısmi dava, HMK’nın 109. maddesinde ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Anılan maddenin birinci fıkrasında; talep konusunun niteliği itibarıyla bölünebilir olduğu durumlarda, sadece bir kısmının da dava yoluyla ileri sürülebileceği hükme bağlanmıştır. İkinci fıkrasında ise, talep konusunun miktarı, taraflar arasında tartışmasız veya açıkça belirli ise kısmi dava açılamayacağı belirtilmişti. Ancak dava tarihinden sonra 109. maddenin ikinci fıkrası 01.04.2015 tarihli ve 6444 sayılı Kanun’un 4. maddesi ile yürürlükten kaldırıldığından artık talep konusunun taraflar arasında tartışmasız veya belirli olması hâlinde de kısmi dava açılması mümkün hâle gelmiştir.
Mevcut durum itibariyle HMK’nın 109. maddesi “(1) Talep konusunun niteliği itibarıyla bölünebilir olduğu durumlarda, sadece bir kısmı da dava yoluyla ileri sürülebilir.
(2) (Mülga: 1/4/2015-6644/4 md.)
(3) Dava açılırken, talep konusunun kalan kısmından açıkça feragat edilmiş olması hâli dışında, kısmi dava açılması, talep konusunun geri kalan kısmından feragat edildiği anlamına gelmez.” şeklinde düzenleme altına alınmıştır.
Dava şartları ise, mahkemenin davanın esası hakkında yargılama yapabilmesi için gerekli olan unsurlardır. Diğer bir anlatımla, dava şartları dava açılabilmesi için değil, mahkemenin davanın esasına girebilmesi için aranan kamu düzeni ile ilgili zorunlu koşullardır. Mahkeme, hem davanın açıldığı tarihte hem de yargılamanın her aşamasında dava şartlarının bulunup bulunmadığını kendiliğinden araştırıp inceler ve bu konuda tarafların istem ve beyanları ile bağlı değildir. Dava şartlarının davanın açıldığı tarih itibariyle bulunmaması ya da bu şartlardan birinin yargılama aşamasında ortadan kalktığının öğrenilmesi durumunda mahkemece mesmu (dinlenebilir) olmadığı gerekçesiyle davanın reddedilmesi gerekir.
Dava şartları HMK’nın 114. maddesinde; “Dava şartları şunlardır:
a) Türk mahkemelerinin yargı hakkının bulunması.
b) Yargı yolunun caiz olması.
c) Mahkemenin görevli olması.
ç) Yetkinin kesin olduğu hâllerde, mahkemenin yetkili bulunması.
d) Tarafların, taraf ve dava ehliyetine sahip olmaları; kanuni temsilin söz konusu olduğu hâllerde, temsilcinin gerekli niteliğe sahip bulunması.
e) Dava takip yetkisine sahip olunması.
f) Vekil aracılığıyla takip edilen davalarda, vekilin davaya vekâlet ehliyetine sahip olması ve usulüne uygun düzenlenmiş bir vekâletnamesinin bulunması.
g) Davacının yatırması gereken gider avansının yatırılmış olması.
ğ) Teminat gösterilmesine ilişkin kararın gereğinin yerine getirilmesi.
h) Davacının, dava açmakta hukuki yararının bulunması.
ı) Aynı davanın, daha önceden açılmış ve hâlen görülmekte olmaması.
i) Aynı davanın, daha önceden kesin hükme bağlanmamış olması.
(2) Diğer kanunlarda yer alan dava şartlarına ilişkin hükümler saklıdır.” şeklindeki hükümle düzenleme altına alınmıştır. Bu hükme göre, dava şartlarından bazıları olumlu (davanın açılması sırasında var olması gerekli), bazıları ise olumsuz (davanın açılması sırasında bulunmaması gereken) şartlardır.
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 115. maddesinin ikinci fıkrasına göre ise “Mahkeme, dava şartı noksanlığını tespit ederse davanın usulden reddine karar verir. Ancak, dava şartı noksanlığının giderilmesi mümkün ise bunun tamamlanması için kesin süre verir. Bu süre içinde dava şartı noksanlığı giderilmemişse davayı dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddeder”. Bu düzenleme gereğince, eksik olan bir dava şartı, belirli bir süre verilerek giderilebilecek ise, hâkim tarafından eksikliğin giderilmesi için kesin süre verilmesi gerekir
Bu süre içinde dava şartı eksikliği tamamlanmaz ise dava, dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddedilmelidir. Aynı maddenin üçüncü fıkrasına göre ise; dava şartı noksanlığı, mahkemece, davanın esasına girilmesinden önce fark edilmemiş, taraflarca ileri sürülmemiş ve fakat hüküm anında bu noksanlık giderilmişse, başlangıçtaki dava şartı noksanlığından ötürü, dava usulden reddedilemez.
Dava dilekçesinde bulunması gereken unsurlar HMK’nın 119. maddesinde düzenlenmiştir. Bu kapsamda maddenin birinci fıkrasının 1. bendi uyarınca dava dilekçesinde;
a) Mahkemenin adı.
b) Davacı ile davalının adı, soyadı ve adresleri.
c) Davacının Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası.
ç) Varsa tarafların kanuni temsilcilerinin ve davacı vekilinin adı, soyadı ve adresleri.
d) Davanın konusu ve malvarlığı haklarına ilişkin davalarda, dava konusunun değeri.
e) Davacının iddiasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri.
f) İddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği.
g) Dayanılan hukuki sebepler.
ğ) Açık bir şekilde talep sonucu.
h) Davacının, varsa kanuni temsilcisinin veya vekilinin imzası bulunması gerekir.
Bu unsurların bir kısmı dava dilekçesinde mutlaka bulunması gereken zorunlu unsurlardır. Bazıları ise dava dilekçesinde bulunması zorunlu olmayan, ihtiyari niteliktedir. Zorunlu unsurlar davanın temelini oluşturur; bunlar hukukî güvenlik ve açıklığı sağladığından kamu yararı amacı taşır. Hâkimin tarafların talebine ve uyuşmazlığın esasına uygun inceleme yaparak karar vermesini temin etmesi yanında davalının da etkili savunma yapmasına hizmet etmek sureti ile onun menfaatini korur.
Öte yandan HMK’nın 119/2. maddesi uyarınca “Birinci fıkranın (a), (d), (e), (f) ve (g) bentleri dışında kalan hususların eksik olması hâlinde, hâkim davacıya eksikliği tamamlaması için bir haftalık kesin süre verir. Bu süre içinde eksikliğin tamamlanmaması hâlinde dava açılmamış sayılır”. Şu hâlde mahkemenin adı, dava konusu ve değeri, vakıalar, deliller ve hukukî sebepler dışında kalan unsurlardan herhangi birinin eksik bırakılmış, yazılmamış olması durumunda, hâkim tarafından verilen bir haftalık kesin süre içerisinde eksikliğin tamamlanmadığı takdirde davanın açılmamış sayılmasına karar verilecektir.
Medeni usul hukukunda hukukî yarar, mahkemede bir davanın açılabilmesi için, davacının bu davayı açmakta ve mahkemeden hukuksal korunma istemekte bir çıkarının bulunması gerektiğine ilişkin ilke anlamına gelir. Davacının davayı açtığı tarih itibariyle dava açmakta hukuk kuralları tarafından haklı bulunan (korunan) bir yararı olmalı, hakkını elde edebilmesi için mahkeme kararına ihtiyacı bulunmalıdır. HMK’nın sözü edilen maddesinin gerekçesinde de “…Maddenin birinci fıkrasının (h) bendinde ise davacının dava açmakta hukukî yararının bulunmasının bir dava şartı olduğu hususu açıkça vurgulanmıştır. Burada sözü edilen hukukî yarardan maksat, davacının sübjektif hakkına hukukî korunma sağlanması hususunda mahkemeye başvurmasında hâli hazırda hukuken korunmaya değer bir yararının bulunmasıdır. Bir başka ifadeyle, davacı hakkına kavuşmak için, hâli hazırda mahkeme kararına muhtaç bir konumda değilse onun hukukî yararının bulunduğundan söz etmek mümkün değildir…” yönünde açıklamalar yer verilmiştir. Öte yandan bu yararın “hukuki ve meşru”, “doğrudan ve kişisel”, “doğmuş ve güncel” olması da gerekir (Hanağası, Emel: Davada Menfaat, Ankara 2009, s. 135).
Hukukî yarar, dava şartlarından olup HMK’nın 114. maddesine göre, davacının dava açmakta hukuken korunmaya değer bir yararının bulunması gerekir. Bu şart, dava konusuna ilişkin genel dava şartlarından biri olup, davanın esası hakkında inceleme yapılabilmesi ve esas hakkında hüküm verilebilmesi için varlığı gerekli olduğundan, olumlu dava şartları arasında sayılmaktadır. Bu nedenle menfaate, davanın dinlenebilmesi (mesmu olması, kabule şayan olması) şartı da denilmektedir (Hanağası, s. 19-21). Bir davada, menfaat (hukukî yarar) ilkesinin dava şartı olarak gözetilmesinin, yargılamanın amacına ve usul ekonomisi ilkesine uygun olacağı her türlü duraksamadan uzaktır. Bu ilkeden hareketle bir davada hukukî menfaatin bulunup bulunmadığı mahkemece, tarafların dava dosyasına sunduğu deliller, olay veya olgular çerçevesinde yargılamanın her aşamasında ve kendiliğinden gözetilmelidir. Böylelikle kişilerin haksız davalar açmak suretiyle dava hakkını kötüye kullanmasına karşı bir güvence de sağlanmış olmaktadır (Pekcanıtez, s.946-949). Nitekim aynı görüş Hukuk Genel Kurulunun 24.11.1982 tarihli ve 1982/7-1874 E., 1982/914 K., 05.06.1996 tarihli ve 1996/18-337 E., 1996/542 K., 10.11.1999 tarihli ve 1999/1-937 E., 1999/946 K., 25.05.2011 tarihli ve 2011/11-186 E., 2011/352 K. ve 01.02.2012 tarihli 2011/10-642 E., 38 K. sayılı kararları ve yukarıda emsal olarak gösterilen diğer kararlarda da benimsenmiştir.
Uyuşmazlığın çözümü için usul ekonomisine de değinmek gerekmektedir. Usul hukuku biçimsellik (şekilcilik, formalizim) üzerine kurulmuştur ve bu nedenle “şeklî (biçimsel) hukuk” olarak adlandırılır. Davalarda biçimsellik tarafların yargılamanın sonucunu hesaplayabilmesi, yasa yolları ile bunu denetleyebilmesi, keyfilikten korunma, eşit davranılma gibi güvenceler sağlamakla birlikte; sıkı sıkıya şekle bağlılık olarak görülmemeli, maddi gerçeği bulmak ve adaletli karar vermek adına hakkaniyete uygun olarak değerlendirilmelidir. Biçimselliğin bu doğrultuda yorumlanmasında usul ekonomisi ilkesi devreye girmektedir. HMK’nın 30. maddesinde düzenlenen usul ekonomisi ilkesi, Anayasal dayanağı olan bir ilke olup 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın (Anayasa) 141. maddesinin 4. bendinde davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğuna açıkça işaret edilmiştir.
Türk hukuk öğretisinde dava ekonomisi olarak da anılan usul ekonomisi ilkesi, genel olarak boş yere dava açılmasını, yargılama sırasında gereksiz işlemlerin yapılmasını ve zor yöntemlerin seçilmesini önlemeye hizmet eder. Bunun yanı sıra anılan ilke, yargılamada emekten, zamandan ve masraftan mümkün olduğu ölçüde tasarruf edilmesine yönelik bir işlevi de yerine getirir. Başka bir anlatımla, usul ekonomisi, ihlâl edilen hukuk düzeninin en az giderle, en kısa sürede ve en az zorlukla gerçekleştirilmesini ve boş yere davalar açılmasının önüne geçilmesini sağlamaya yönelik bir yargılama hukuku ilkesidir (Hanağası, s. 32). Başka bir anlatımla, usul ekonomisi, yasalarda öngörülen düzenleme çerçevesinde yargılamanın kolaylaştırılmasını, yargılamada öngörülen olağan zaman süresinin aşılmamasını ve gereksiz gider yapılmamasını amaçlar ve bunu hâkime bir görev olarak yükler (Yılmaz, Ejder, Usul Ekonomisi, AÜHFD, 2008, s. 243). Usul ekonomisi adaletin ucuz, çabuk ve isabetli olarak sağlanmasının temel kurallarındandır (HGK’nın 10.4.1991 tarihli ve 1991/15 E., 1991/202 K. sayılı kararı).
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Hâkimin davayı aydınlatma görevi” başlıklı 31. maddesine göre, “Hâkim, uyuşmazlığın aydınlatılmasının zorunlu olduğu durumlarda, maddi veya hukukî açıdan belirsiz yahut çelişkili gördüğü hususlar hakkında, taraflara açıklama yaptırabilir; soru sorabilir; delil gösterilmesini isteyebilir.”
Hâkimin davayı aydınlatma ödevi olarak ifade edilen bu düzenleme ile doğru hüküm verebilmesi ve maddi gerçeğin bulunabilmesi amaçlanmıştır. Düzenlemede her ne kadar “açıklama yaptırabilir” denilmişse de, bunun, hâkimin davayı aydınlatması için bir “ödev” olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü davayı aydınlatma ödevi sayesinde hâkim, iddia ve savunmanın doğru ve tam olarak anlaşılmasını sağlayacak ve bu şekilde doğru olmayan bir kararın verilmesini önleyecektir (Pekcanıtez, Hakan/ Atalay, Oğuz / Özekes, Muhammet: Medeni Usul Hukuku, 2011, 11. Bası, s. 248 vd). Görüldüğü üzere, hâkimin davayı aydınlatma ödevine ilişkin 31. maddede, hâkimin, uyuşmazlığın aydınlatılmasının zorunlu kıldığı durumlarda, maddi veya hukukî açıdan belirsiz ya da çelişkili gördüğü konular hakkında taraflara açıklama yaptırabileceği, soru sorabileceği, kanıt gösterilmesini isteyebileceği belirtilmiştir. Öte yandan HMK’nın 33. maddesi uyarınca hâkim Türk hukukunu re’sen uygular. Bu nedenledir ki, dava dilekçesinde davacının talebini dayandırdığı vakıalara uygun hukukî sebepleri dava dilekçesinin zorunlu unsurları arasında sayılmamıştır. Zira davacının dayandığı vakıalara uygun hukukî sebepleri hâkim kendiliğinden bulup uygulamakla yükümlüdür.
Yine Anayasa’nın 36. maddesinin 1. fıkrasında, herkesin yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddiada bulunma ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla mahkemeye erişim hakkı, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün bir unsurudur. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğü, bir temel hak olmanın yanında diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmayı ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Bu bakımdan davanın bir mahkeme tarafından görülebilmesi ve kişinin adil yargılanma hakkı kapsamına giren güvencelerden faydalanabilmesi için ilk olarak kişiye iddialarını ortaya koyma imkânının tanınması gerekir. Diğer bir ifadeyle dava yoksa adil yargılanma hakkının sağladığı güvencelerden yararlanmak mümkün olmaz (Anayasa Mahkemesinin B. No: 2013/8896, 23/2/2016 tarihli Mohammed Aynosah kararından, § 33).
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasında da; “Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar …konusunda karar verecek olan,…bir mahkeme tarafından davasının …görülmesini istemek hakkına sahiptir…” yönünde düzenleme bulunduğu görülmektedir. Anayasa Mahkemesinin başka bir kararında da “…Mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına gelmektedir. Kişinin mahkemeye başvurmasını engelleyen veya mahkeme kararını anlamsız hale getiren, bir başka ifadeyle mahkeme kararını önemli ölçüde etkisizleştiren sınırlamalar mahkemeye erişim hakkını ihlâl edebilir (Anayasa Mahkemesinin 07.11.2013 tarihli ve 2012/791 B.N. kararı, § 52)” şeklinde tespitlere yer verilmiştir.
Dava çeşitleri HMK’nın 105 vd. maddelerde düzenlenmiştir. Bir davanın hangi dava çeşidini oluşturduğu davacının talep sonucunun hangi dava türü tanımına uyduğuna göre belirlenebilir. Davacı dava dilekçesinde dava türünü inşai dava olarak yazsa bile bir miktar alacağın tahsili talebinde bulunmuş ise bu eda davası olup hâkim bu kapsamda karar vermek zorundadır. Bu nedenle eda davası açılması gerekirken inşai dava açılmasında hukukî yarar bulunmadığı gerekçesiyle davanın usulden reddine karar verilemez. Hukukî yararı belirleyen davacının gösterdiği dava türü değil, karar verilmesi istenen talep sonucudur. Nasıl ki dava dilekçesinde hiç gösterilmemiş veya yanlış gösterilmiş olsa bile HMK’nın 33. maddesi kapsamında doğru hukukî sebebi bulmak ve uygulamak hâkimin görevi ise HMK’nın 32. maddesi çerçevesinde yargılamayı sevk ve idare ile dava türü tanımlarına ve talep sonucuna göre dava türünü doğru belirleyip buna göre yargılamayı sürdürüp davayı sonuçlandırmak da hâkimin görevidir. Bu konuda hâkim, davacının dilekçesinde yaptığı isimlendirmeyle bağlı olmaksızın açılan davanın, eda davası, tespit davası, belirsiz alacak ve tespit davası, inşai dava, kısmi dava, terditli dava, seçimlik dava ve topluluk davası çeşitlerinden hangisi olduğunu belirleyerek yargılamayı sürdürüp davayı sonuçlandıracaktır.
Bir davadaki talep sonucu bazı kısımları itibarıyla birden fazla dava türü tanımıyla ilgili, çakışan yani benzer unsurlar içeriyor olabilir. Bu gibi durumlarda hâkim davayı aydınlatma ödevi kapsamında davacıdan açıklama isteyerek doğru dava türünü belirleyebilecektir. Tüm bu nedenlerle davacı dava dilekçesinde davanın belirsiz alacak davası olduğundan söz etmiş olsa bile belirsiz alacak davası unsurları bulunmuyorsa bu davanın açılmasında hukukî yarar olmadığından söz edilemeyecek, alacağın istenmesinde hukukî yarar olduğundan mevcut unsurları itibarıyla kısmi dava açılmış olduğu kabul edilerek davacının talep sonucu hakkında karar verilebilecektir.
Bu açıklamalar ışığında alacak belirli olmasına rağmen belirsiz alacak davasına konu edilmesi durumunda ne yapılması gerektiği hususunda; talep edilecek alacak miktarının davanın açıldığı anda tam ve kesin bir biçimde belirlenmesinin mümkün olmasına rağmen belirsiz alacak davası şeklinde açılan dava, hukukî yarar, yani dava şartı yokluğu nedeni ile usulden hemen reddedilmemelidir. Zira bir miktar belirtilmek sureti ile açılan belirsiz alacak davası da alacak ister belirli ister belirsiz olsun bir eda davasıdır ve eda davalarında hukukî yarar var kabul edilir. Öte yandan davacının dava açmaktan başka bir yolla alacağına kavuşması mümkün olmayıp bir mahkeme kararına muhtaç ise dava açmakta hukukî yararının bulunduğu tartışmasızdır. Başka bir anlatımla alacağın belirli veya belirsiz olması başlangıçta var olan hukukî yararı ortadan kaldırmaz.
Bu durumda dava dilekçesinde talep edilen asgari tutar somut olayın özelliklerine göre talep edilebilecek alacak tutarı konumunda olup kısmi davanın koşulları yoksa davacının tam eda davası açtığı kabul edilmelidir. Ancak dava dilekçesinde talep edilen asgari tutar somut olayın özelliklerine göre talep edilebilecek toplam alacak miktarı kadar değilse ve kısmi davanın koşulları da bulunmuyorsa, bu durumda mahkemece alacak miktarını netleştirmesi ve bildireceği dava değerine göre eksik harcı tamamlaması için davacıya HMK’nın 119. maddesinin 2. fıkrası uyarınca bir haftalık kesin süre verilmeli ve verilen kesin süre içinde belirtilen eksikliğin tamamlanması hâlinde davaya tam eda davası olarak devam edilmeli, aksi durumda ise davanın usulden reddine karar verilmelidir.
Buna karşılık, dava dilekçesinde asgari bir tutar gösterilmiş olup bunun, alacağın belirli bir kesimi olduğu anlaşılmakla birlikte, açılan davanın belirsiz alacak davası mı; yoksa kısmi dava mı olduğu hususunda açıklık bulunmuyorsa hâkim, taleple bağlı olduğu için (HMK m. 26) öncelikle, HMK’nın 119. maddesinin 2. fıkrası uyarınca, davacı tarafa bir haftalık kesin bir süre vermeli ve onun beyanı doğrultusunda açılmış olan davanın belirsiz alacak davası mı, yoksa kısmi dava mı olduğunu belirlemelidir. Bu da esasen hâkimin davayı aydınlatma ödevi kapsamındadır. Davacı verilen bir haftalık kesin süre içinde davanın belirsiz alacak davası olduğunu beyan etmiş ve belirsiz alacak davası açılabilmesi için gerekli koşullar mevcut ise, dava belirsiz alacak davası olarak görülüp sonuçlandırılmalıdır. Belirsiz alacak davası açılabilmesi için gerekli şartlar bulunmakla birlikte davacı açmış olduğu davanın kısmi dava olduğunu belirtmiş ise, bu hâlde mahkeme davayı, kısmi dava olarak kabul edip yargılamayı sürdürmelidir. Üçüncü bir ihtimal olarak davacı davasının belirsiz alacak davası olduğunu mahkemeye bildirmiş olmakla birlikte belirsiz alacak davasının koşulları bulunmuyor ve fakat kısmi dava açılabilmesi mümkün ise, bu durumda mahkemece, açılmış olan dava, kısmi dava olarak nitelendirilmek suretiyle görülüp karara bağlanmalıdır.
Yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; davacı tarafından açılan davada, davalı şirkette görev aldığı tüm süreç boyunca kendisinin veya ekibinin devre mülk satışının miktarı ve bu satışların her birinden ne miktarda komisyon alması gerektiği dava dilekçesinde açıkça belirtilmiştir. Bu çerçevede yapılan devre mülk satış miktarı ile bu satışların her biri için ödenecek komisyon toplamı ile dava tarihinden önce ödenen bedel arasındaki farkın iş bu dava konusunu oluşturması sebebiyle somut olayda davalıdan tahsili talep edilen miktarın belirlenebilir nitelikte olması uyuşmazlık kapsamı dışında olup davacının dava açarken dava konusu alacakların miktarını belirleyebilmesi için uhdesinde gerekli veri ve bilgilerin bulunduğunun kabulü zorunludur. Hâl böyle olunca dava konusu edilen alacakların belirsiz alacak olmadığı açıktır.
Dava dilekçesinde davacı, davalı şirkette görev aldığı dönem boyunca kendisinin ve ekibinin gerçekleştirdiği devre mülk satışlarından bölge koordinatörü olduğu dönem için 1.600TL prim ödenmesi, 05.02.2011 tarihinden itibaren ise koordinatör görevi verilmesi sebebiyle her bir devre mülk satışı için 1.750TL prim ödenmesi hususunda anlaşıldığı, davacının ve ekibinin yapmış olduğu satışların neticesinde hak edilen primlerin bir kısmının ödenmesine rağmen asgari olarak 250.000TL prim alacağının ödenmediği belirtilerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak üzere 50.000TL bedel üzerinden belirsiz alacak davası açtığını bildirerek talepte bulunmuş, davasını belirsiz alacak davası olarak nitelendirmiştir.
Davanın belirsiz alacak davası olarak açılmasına rağmen alacakların belirli olduğu sonucuna ulaşıldığından somut olayda belirsiz alacak davasının koşulları bulunmamakta ise de; alacağının ödenmediğini iddia eden davacının, mevcut yasal düzenlemeler karşısında dava açmaktan başka bir yolla alacağına kavuşma imkânı olmayıp, bir mahkeme kararına ihtiyaç bulunması karşısında eldeki davayı açmakta hukukî yararının bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Başka bir anlatımla alacağı olduğunu iddia eden davacının alacağının tahsili amacı ile ister kısmi, ister tam eda veya belirsiz alacak davası açmasında her zaman hukukî yararı vardır. Zira davacı davalıdan olan alacağını istemektedir.
Bu itibarla alacağın tartışmasız veya belirli olması hâlinde kısmi dava açılamayacağına ilişkin HMK’nın 109. maddesinin ikinci fıkrasının yürürlükten kaldırılmış olmasından, yeni düzenleme ile dava açılırken, talep konusunun kalan kısmından açıkça feragat edilmiş olması hâli dışında, kısmi dava açılmasında, talep konusunun geri kalan kısmından feragat edildiği anlamına gelmeyeceğinin belirtilmiş olmasından dolayı belirli alacaklar için de artık kısmi dava açılması mümkün hâle geldiğine ve davacının alacaklarının bir kısmını dava ettiğinin dava dilekçesi içeriğinden anlaşılmasına, başka bir anlatımla davanın kısmi dava olarak görülmesi için gerekli koşulların somut olayda bulunmasına göre, davanın hukukî yarar yokluğundan reddedilmeyerek bir ara karar ile kısmi dava olarak görülüp sonuçlandırılması gerekir.
Bu yöndeki kabulün Anayasa’nın 141 ve HMK’nın 30. maddelerinde düzenlenen davaların en az giderle ve mümkün olan en kısa sürede sonuçlandırılmasını öngören “usul ekonomisi” ilkesine de uygun olacağı, Anayasa ve uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınan hak arama özgürlüğüne ve mahkemeye erişim hakkına da hizmet edeceği açıktır…” (Bknz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 24.03.2022 tarih ve 2019/11-220 Esas 2022/376 Karar sayılı İlamı)
Bu açıklamalar ışığında somut uyuşmazlıkta, belirsiz alacak davasının niteliği gereği istisnai bir dava türü olmakla davasını belirsiz alacak davası olarak açan davacının bunu açıkça dava dilekçesinde belirttiği ve taraflar arasındaki sözleşmenin davalılar tarafından ihlali nedeniyle doğan zararın olup olmadığı varsa miktarının tespitinin tarafların uhdesindeki bilgi ve belgeler ile bu alandaki kurum ve firmalardan celbedilecek cevap ve bilgilere göre alanında uzman bilrikişi/bilirkişi heyeti marifetiyle hesaplanıp belirlenebileceği yani dava konusu edilen zararın belirsiz alacak davası ile istenebileceği ve buna göre mahkemece işin esasına girilerek hasıl olacak sonuca uygun bir karar verilmesi gerekirken yanlış gerekçe ile davanın hukukî yarar yokluğu nedeniyle usulden reddedilmesi usul ve yasaya aykırı olup, doğru görülmemiştir.
Bu itibarla, davacı vekilinin istinaf kanun yolu başvurusunun kabulü ile ilk derece mahkemesi kararının 6100 sayılı HMK’nın 353/(1)-a-4. maddesi gereğince kaldırılmasına karar verilmiştir.
HÜKÜM: Yukarıda açıklanan nedenlerle;
1-Davacı vekilinin istinaf kanun yolu başvurusunun KABULÜ ile İzmir 2. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 18/06/2019 tarih ve 2016/1069 Esas 2019/788 Karar
sayılı hükmünün, 6100 sayılı HMK’nın 353/(1).a.4. maddesi uyarınca KALDIRILMASINA,
2-Dosyanın HMK 353/(1)-a maddesi gereğince Dairemiz kararına uygun şekilde yeniden bir karar verilmek üzere MAHKEMESİNE GÖNDERİLMESİNE,
3-Kararın kaldırılması nedeniyle başvuru sırasında alınan peşin harcın başvuru sahibi davacıya iadesine,
4-İstinaf başvurusu aşamasında başvuru sahibi davacı tarafından yapılan yargılama giderlerinin mahkemesince verilecek nihai kararla hüküm altına alınmasına,
5-İstinaf incelemesi duruşmasız yapıldığından istinaf kanun yoluna başvuran davacı yararına vekalet ücretine hükmedilmesine yer olmadığına,
6-Kararın taraflara tebliği, kesinleştirme ve gider avansı iadesi işlemlerinin yerel mahkemece yerine getirmesine,
Dosya üzerinden yapılan inceleme neticesinde, HMK’nın 353/(1)-a maddesi uyarınca kesin olmak üzere 22/03/2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.