Emsal Mahkeme Kararı İzmir 1. Asliye Ticaret Mahkemesi 2017/529 E. 2022/43 K. 19.01.2022 T.

Görüntülediğiniz mahkeme kararı henüz kesinleşmemiştir. Yararlı olması amacıyla eklenmiştir.

T.C.
İZMİR
1. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ

ESAS NO : 2017/529 Esas
KARAR NO : 2022/43

DAVA : Tazminat (Ölüm Ve Cismani Zarar Sebebiyle Açılan Tazminat)
DAVA TARİHİ : 05/05/2017
KARAR TARİHİ : 19/01/2022

Davacı tarafından davalı aleyhine açılan Tazminat (Ölüm Ve Cismani Zarar Sebebiyle Açılan Tazminat) davasının mahkememizde yapılan açık yargılaması sonunda, tüm dosya incelendi.
İDDİA VE TALEP:
Davacı vekili dava dilekçesinde özetle;04/03/2014 tarihinde müvekkilinin sevk ve idaresindeki …. plakalı motosikleti ile seyir halinde iken davalı şirket nezdinde ZMMS poliçe teminat altında bulunan…… plakalı araç ile çarpıştığını, kaza neticesinde yaralandığını, … plakalı aracın asli kusurlu bulunduğunu, müvekkilinin Ödemiş Devlet Hastanesinde tedavi gördüğünü; kaza sebebiyle müvekkilinde sol femur diafiz kırığı oluştuğunu, bu sebeple davalı sigorta şirketinden tazminat talep hakkı doğduğunu, kaza sebebiyle Ödemiş Cumhuriyet Başsavcılığı’nın …. soruşturma sayılı dosyasında şikayetçi olunmaması sebebiyle … karar sayılı KYOK verildiğini, poliçe sorumlusu …… Sigorta Şirketine 03/04/2017 tarihinde başvuru yapılmasına rağmen ödeme yapılmadığını, açıklanan nedenlerle fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak üzere şimdilik 50 TL geçici iş göremezlik tazminatı, 50 TL malüliyet tazminatının başvuru tarihinden itibaren işleyecek avans faizi ile birlikte müvekkiline ödenmesine karar verilmesini talep etmiştir.

CEVAP VE SAVUNMA:
Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle; Davacı tarafın müvekkil şirkete kanunda öngörüldüğü şekilde yazılı başvurusunun bulunmadığını, eksik evrakın davacı taraftan istendiğini ancak davacı tarafın belgelerini tamamlamadığını, müvekkil şirket hakkında tasfiye kararı alındığını, … plaka sayılı aracın müvekkil şirket nezdinde 27/04/2013-2014 vadeli ZMMS poliçesi ile sigortalı bulunduğunu, sürekli sakatlık tazminatının teminat limitinin 268.000 TL olduğunu, aracın hususi otomobil olup yasal faizle hüküm kurulması gerektiğini, davacı müracaatı bulunmadığından faiz başlangıcının dava tarihinden hesaplanması gerektiğini, 6111 SY kapsamında sigorta şirketlerinin tedavi ve tedavi giderleri kapsamında tazminatlara ilişkin sorumlulukları kalmadığını, bu sebeple geçici iş göremezliğe ilişkin talebin reddinin gerektiğini, kusur durumunun ATK Trafik İhtisas Dairesi veya İTÜ trafik kürsüsünde değerlendirilmesi gerektiğini, davacının malüliyetinde kusuru olup olmadığının tespitinin gerektiğini, SGK ödemelerinin sorgulanması gerektiğini, açıklanan nedenlerle davanın reddine aksi halde sorumluluğun sigortalının kusuru oranında ve poliçe teminat limitleri ile sınırlı olduğunun tespiti ile avans faiz talebinin reddine karar verilmesini talep etmiştir.
DAVA:
Dava, 6098 Sayılı TBK’nın 71 ve 2918 Sayılı KTK’nın 85 ve devamı maddeleri kapsamında açılan motorlu araç işletilmesinden kaynaklanan maddi tazminat (sürekli iş göremezlik ve geçici iş göremezlik) isteğine ilişkindir.
DELİLLER:
-Davacıya ait tedavi belgeleri,
-Davalı sigorta poliçe ve hasar dosyası,
-ATK Trafik İhtisas dairesinin 11/09/2018 tarihli kusur raporu,
-İzmir İl Emniyet Müdürlüğünün 02/10/2020 tarihli yazısı ve eki,
-Ödemiş CBS’nin ….. soruşturma sayılı dosyası sureti,
-İstanbul ATK 2. İhtisas Kurulunun 24/09/2021 tarihli maluliyet raporu,
-Aktüer bilirkişi ….’ın 15/12/2021 tarihli raporu.
DELİLLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ VE GEREKÇE:
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle konu ile ilgili yasal mevzuatın ve ilgili kavramların irdelenmesinde fayda bulunmaktadır.
A) İLGİLİ MEVZUAT:
Anayasa’nın 17. maddesinde “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” hükmüne yer verilmiştir.
Anayasa’nın 35. maddesinde ise “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” denilmek suretiyle mülkiyet hakkı güvenceye bağlanmıştır.
Davanın açıldığı tarihte yürürlükte bulunan ve somut olaya uygulanması gereken 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “Haksız Fiillerden Doğan Borç İlişkileri” başlıklı bölümünde;
Sorumluluk “Genel Olarak” başlıklı 49. maddesi şöyledir:
“Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür.
Zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk kuralı bulunmasa bile, ahlaka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar veren de, bu zararı gidermekle yükümlüdür.”
“Zararın ve Kusurun İspatı” başlıklı 50. maddesi şöyledir:
“Zarar gören, zararını ve zarar verenin kusurunu ispat yükü altındadır.
Uğranılan zararın miktarı tam olarak ispat edilemiyorsa hâkim, olayların olağan akışını ve zarar görenin aldığı önlemleri göz önünde tutarak, zararın miktarını hakkaniyete uygun olarak belirler.”
Tazminatın “Belirlenmesi” başlıklı 51. maddesi şöyledir:
“Hâkim, tazminatın kapsamını ve ödenme biçimini, durumun gereğini ve özellikle kusurun ağırlığını göz önüne alarak belirler.
Tazminatın irat biçiminde ödenmesine hükmedilirse, borçlu güvence göstermekle yükümlüdür.”
Tazminatın “İndirilmesi” başlıklı 52. maddesi şöyledir:
“Zarar gören, zararı doğuran fiile razı olmuş veya zararın doğmasında ya da artmasında etkili olmuş yahut tazminat yükümlüsünün durumunu ağırlaştırmış ise hakim tazminatı indirebilir veya tamamen kaldırabilir.
Zarara hafif kusuruyla sebep olan tazminat yükümlüsü tazminatı ödediğinde yoksulluğa düşecek olur ve hakkaniyet de gerektirirse hakim tazminatı indirebilir.”
Özel Durumlar “Ölüm” başlıklı 53. maddesi şöyledir;
“Ölüm hâlinde uğranılan zararlar özellikle şunlardır:
1. Cenaze giderleri.
2. Ölüm hemen gerçekleşmemişse tedavi giderleri ile çalışma gücünün azalmasından ya da yitirilmesinden doğan kayıplar.
3. Ölenin desteğinden yoksun kalan kişilerin bu sebeple uğradıkları kayıplar.”
Özel Durumlar “Bedensel Zarar” başlıklı 54. maddesi şöyledir:
“Bedensel zararlar özellikle şunlardır:
1. Tedavi giderleri.
2. Kazanç kaybı.
3. Çalışma gücünün azalmasından ya da yitirilmesinden doğan kayıplar.
4. Ekonomik geleceğin sarsılmasından doğan kayıplar.”
Özel Durumlar, Ölüm ve Bedensel Zarar Halinde Tazminatın “Belirlenmesi” başlıklı 55. maddesi şöyledir:
“Destekten yoksun kalma zararları ile bedensel zararlar, bu Kanun hükümlerine ve sorumluluk hukuku ilkelerine göre hesaplanır. Kısmen veya tamamen rücu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemeler, bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez; zarar veya tazminattan indirilemez. Hesaplanan tazminat, miktar esas alınarak hakkaniyet düşüncesi ile artırılamaz veya azaltılamaz.
Bu Kanun hükümleri, her türlü idari eylem ve işlemler ile idarenin sorumlu olduğu diğer sebeplerin yol açtığı vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen yitirilmesine ya da kişinin ölümüne bağlı zararlara ilişkin istem ve davalarda da uygulanır.”
“Tazminat Hükmünün Değiştirilmesi” başlıklı 75. maddesi şöyledir:
“Bedensel zararın kapsamı, karar verme sırasında tam olarak belirlenemiyorsa hâkim, kararın kesinleşmesinden başlayarak iki yıl içinde, tazminat hükmünü değiştirme yetkisini saklı tutabilir.”
“Borçların İfa Edilmemesinin Sonuçları” bölümünün “Aşkın Zarar” başlıklı 122. maddesi şöyledir:
“Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.
Temerrüt faizini aşan zarar miktarı görülmekte olan davada belirlenebiliyorsa, davacının istemi üzerine hâkim, esas hakkında karar verirken bu zararın miktarına da hükmeder”
B) SORUMLULUK HUKUKU, HAKSIZ FİİL, ZARAR VE TAZMİNAT
KAVRAMLARI:
Sorumluluk hukuku olarak da adlandırılan borçlar hukukunun amacı, haksız fiil halinde bir kimsenin malvarlığında iradesi dışında meydana gelen eksilmeleri-gerçek zararı aynen veya nakden gidererek zarar görenin zarar verici olay sonucunda malvarlığında eksilen değer yerine nitelik veya nicelik yönünden eş bir değer koymaktır.
Dava konusu olayın yaşandığı tarihte yürürlükte bulunan 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nda borcun kaynakları, “Borç İlişkisinin Kaynakları” başlığı altında, sözleşmeden doğan borçlar (m. 1- 48), haksız fiilden doğan borçlar (m. 49- 76) ve haksız (sebepsiz) iktisap(zenginleşme)den doğan borçlar (m. 77-82) olarak düzenlenmiştir.  
Türk Borçlar Kanunu’nun 49. maddesinde ifadesini bulan haksız fiil, kusurlu ve hukuka aykırı bir eylemle başkasına zarar verilmesidir. Haksız fiilden söz edilebilmesi için şu dört unsurun birlikte bulunması zorunludur: Öncelikle ortada hukuka aykırı bir fiil bulunmalıdır. İkinci unsur, fiili işleyenin kusurudur. Üçüncü olarak, kusurlu şekilde işlenen ve hukuka aykırı olan bu fiil nedeniyle bir zarar doğmalıdır. Nihayet, doğan zarar ile hukuka aykırı fiil arasında uygun nedensellik bağı bulunmalıdır. Bu unsurların tümünün bir arada bulunmadığı, bir veya birkaç unsurun eksik olduğu durumlarda, haksız fiilin varlığından söz edilemez.  
TBK’nın 49. maddesine göre, kusurlu ve hukuka aykırı bir eylemle başkasına zarar veren kimse bu zararı tazmine mecburdur. Özel bir sorumluluk hükmüyle düzenlenmemiş bütün hâllerde bir  kimse için haksız fiil sorumluluğunun söz konusu olması, TBK’nın 49. maddesindeki şartların  gerçekleşmesine bağlıdır. Başka bir deyişle, ayrık bir düzenleme bulunmayan kusur sorumluluğu  hâllerinde, TBK’nın 49. maddesi ve devamında yer alan esaslar uygulanır.
Haksız fiilin borç doğurmasının sebebi doğan zararı giderme yükümlülüğünden doğmaktadır. Haksız fiil faili, bu fiili ile yaratmış olduğu eksilmeyi gidermek zarar gören kişiyi fiilden önceki durumuna getirme borcu altına girmiş olur.
Zarar, hukuki niteliği itibariyle bir eksilmeyi ifade eder. Bu eksilme malvarlığında söz konusu olabileceği gibi şahıs varlığında da söz konusu olabilir. Zarar kavramı ayrıca maddi -manevi zarar, doğrudan- dolaylı zarar, yansıma yoluyla zarar, fiili zarar ve kazanç kaybı zararı gibi değişik açılardan da sınıflandırılabilmektedir. Yargıtay uygulamalarına göre ise zarar, mal varlığındaki eksilme ile zarar verici olaydan sonraki durumu ile bu olay meydana gelmese idi mevcut olacak durumu arasındaki farktan ibarettir. Hukuk literatüründe buna fark teorisi denilmektedir.
Tazminat ise, zararın karşılanması ve giderilmesi için zarar görene verilmesi gereken şey ve miktarı ifade eder. Bir zararın tazmini aynen ya da nakden olmak üzere iki tarzda mümkün olur. Aynen tazmin, zararın meydana gelmesinden önceki mal varlığı, hangi durumda ise yine o durumun doğrudan doğruya kurulmasını hedef alır. Nakden tazmin ise mal varlığında vuku bulan iktisadi kıymet azalmasının parayla karşılanmasından ibarettir. Böylece mal varlığı aynen tazminde hem muhteva, hem de değer itibariyle; nakden tazminde ise sadece değeri bakımından eski haline getirilmiş olur.
Haksız fiil failinin borcu doğan zararı tazmin etmeye dayanır. Buna göre haksız fiilden doğan tazminat borcunun üst sınırını doğan zarar oluşturur. Ancak bundan tazminat borcunun daima doğan zarar miktarına eşit olduğu sonucu da çıkartılmamalıdır. TBK’nun 52.maddesindeki indirim sebeplerinin söz konusu olduğu haller gibi (Bkz. Kılıçoğlu, Prof. Dr. Ahmet Mithat, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2012, Turhan Kitabevi, sayfa 287.)
C)HAKSIZ FİİLDE İLLİYET BAĞI VE SORUMLULUK ESASLARI:
Haksız fiil halinde tazminat talep edilebilmesi için zarar yanında zarar ile haksız fiil arasında uygun illiyet bağının da bulunması gerekir. Somut olayda gerçekleşen türden bir sonucu, olayların normal akışına ve hayat tecrübelerine göre, mahiyeti ve ana temayülü itibariyle meydana getirmeye genel olarak elverişli olan veya bu türden bir sonucun gerçekleşme ihtimalini objektif olarak artırmış bulunan zorunlu şartla söz konusu sonuç arasındaki bağa uygun illiyet bağı denir.
Hukukî sorumluluğu doğuran şartlar arasında illiyet bağı büyük bir önem taşır. İlliyet bağı, sorumluluğun aslî şartı, tazminat hukukunun temel ilkesi olarak görülür. Bu şart olmaksızın bir şahsın sorumluluğu düşünülemez. İnsan düşüncesinin bir kanunu olan illiyet kavramı, zararlı sonuçla sorumluluğu doğuran davranış veya olay arasında bir sebep-sonuç bağının bulunmasını gerektirir. Hukukta, gerçekleşen zararla sorumluluğu doğuran olay veya davranış arasındaki sebep-sonuç ilişkisine, genel anlamda illiyet bağı denir (Eren, F: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No. 361, Sorumluluk Hukuku Açısından Uygun İlliyet Bağı Teorisi, Sevinç Matbaası, Ankara-1975).
İlliyet bağı, hukukî sorumluluğun sadece kurucu bir şartı olmayıp, aynı zamanda tazminatın kapsamını tâyininde de büyük bir rol oynar. İlliyet kavramı, hukuka özgü bir kavram olmayıp, bütün bilim dallarının yararlandığı ortak bir kavramdır. Sebeple zarar arasında uygunluğun yokluğu, sebeple zararlı sonuç arasında tabii illiyet bağı bulunmaktadır, ancak bu bağ, uygun illiyet bağının kabulü için gerekli kriterleri taşımadığından, hukuken nazara alınmamakta, sorumluluğu doğurmamaktadır. Başka bir deyimle, uygunluğun yokluğunda, söz konusu sebep, hayat tecrübelerine ve olayların normal akışına göre gerçekleşen türden bir zararı meydana getirmeye elverişli değildir. Sebeple zararlı sonuç arasındaki bu elverişsizlik başlangıçtan itibaren mevcuttur.
Sebeple zararlı sonuç arasındaki uygunsuzluğun (elverişsizliğin) ikinci şekli olan illiyet bağının kesilmesini, uygunluğun yokluğundan ayırmak gerekir. Uygunluğun yokluğunda, sebep, somut olayda gerçekleşen zararlı sonucu mahiyeti itibariyle doğurmaya elverişli değildir. Oysa illiyet bağının kesilmesinde, ilk sebep gerçekleşen türden bir sonucu doğurmağa mahiyeti itibariyle elverişli olmakla birlikte, ortaya çıkan yeni bir sebep, ilk sebebi arka plâna atmış, onu somut olayda elverişsiz hâle getirmiştir. Mesela intihar etmek kastıyla kendisini bir otomobilin altına atarak ölen şahsın durumunda her ne kadar otomobil kullanılmasıyla ölüm olayı arasında bir illiyet bağı bulunmaktaysa da, bu sebep intihar eden şahsın ağır kusurlu davranışıyla arka plâna itilmiş, şahsın kendi davranışı ölümün uygun sebebi hâline gelmiştir (Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2018, s. 581 vd).
İlliyet bağını kesen sebepler, mücbir sebep, zarar görenin kusuru ve üçüncü şahsın kusuru olmak üzere üçe ayrılır. Aynı zamanda sorumluluktan kurtulma sebebi olan bu üç sebep, yalnız tehlike sorumluluğunda değil, alelade sebep sorumluluğu ile kusur sorumluluğunda da kabul edilmektedir (Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2018, s. 581 vd).
Haksız fiilde tazminat talep edilebilmesi için diğer bir şart, zarardan bir sorumluluk doğmasıdır. Örneğin, dava konusu somut uyuşmalıkta olduğu gibi trafik kazasından kaynaklanan bedensel zararlara ilişkin tazminat istemleri ile destekten yoksun kalma tazminatında üç tür sorumluluk bulunmaktadır. Haksız fiil sorumluluğu, tehlike sorumluluğu ve sözleşmeden doğan sorumluluk.
Haksız fiil sorumlusu olarak sürücünün sorumluluğu TBK’nın 49. maddesinde düzenlenen kusur sorumluluğudur. Madde; “Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür. Zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk kuralı bulunmasa bile, ahlaka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar veren de, bu zararı gidermekle yükümlüdür.” belirlemesi ile kusuru, haksız fiilin kurucu bir unsuru olarak düzenlemiştir.
Kusurlu davranış, kasti davranış ile olabileceği gibi, ihmalli (taksirli) davranış ile de olabilir. Kasti davranışta zarar veren zararlı sonuca bilerek, isteyerek sebep olmuştur. Başka bir deyişle failin iradesi, hukuka aykırı hareketle zararlı sonucun meydana gelmesine, gerçekleşmesine yönelmiştir. Taksirli (ihmali) davranışta ise, zararlı sonuç istenmemekle birlikte, böyle bir sonucun meydana gelmemesi için şartların gerekli kıldığı dikkat ve özen sarf edilmemiştir. Eş söyleyişle; burada zararlı sonuç öngörülmemekte ancak fail gerekli iradî çabayı sarf etmiş olsaydı, böyle bir sonucu öngörülebilirdi.
Kusurun sübjektif ve objektif olmak üzere iki unsuru vardır. Kusurun sübjektif unsuru, kusur ehliyeti için gerekli olan ayırt etme gücünü ifade ederken; objektif unsuru, soyut ve ortalama tipin örnek davranışından sapma anlamına gelmektedir.
Bir motorlu aracın işletilmesinden doğan sorumluluk ise tehlike sorumluluğudur. İşletenin sorumluluğu 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun (KTK) 85. maddesinde düzenlenmiştir. Anılan maddeye dayalı sorumluluktan bahsedebilmesi için sorumlu olacak kişinin öncelikle KTK’nın 3. maddesinde tanımlanan “işleten” sıfatına haiz olması gerekmektedir.
KTK’nın 3. maddesine göre, “İşleten, araç sahibi olan veya mülkiyeti muhafaza kaydıyla satışta alıcı sıfatıyla sicilde kayıtlı görülen veya aracın uzun süreli kiralama, ariyet veya relini gibi hallerde kiracı, ariyet ve rehin alan kişidir. Ancak, ilgili tarafından başka bir kişinin aracı kendi hesabına ve tehlikesi kendisine ait olmak üzere işlettiği ve araç üzerinde fiili tasarrufu bulunduğu ispat edilirse, bu kimse işleten sayılır.”
Özellikle endüstri devrimiyle birlikte ortaya çıkan teknik buluşlar ve makineleşme zarar tehlikesini arttırmış ve artan bu zarar tehlikesini önlemek için kusura dayanan sorumluluğun her zaman yeterli olmayacağı öngörülerek tehlikeli faaliyette bulunanların sebep oldukları zararları gidermesi kabul edilmiştir (Eren, F: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 9. Bası, s. 449 vd.).
Motorlu bir aracı, kendi menfaat ve hesabına işleten, tehlike ve masraflarını üstlenen, araç ile aracın işletilmesi için gerekli personel üzerinde fiilen ve doğrudan doğruya emir ve tasarruf yetkisine (gücüne) sahip olan kimseye işleten denir (Tekinay, S.S./ Akman, S./ Burcuoğlu, H./ Altop, A:Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul 1993, s. 713).
Bir aracı kendi menfaatine, masraflarına katlanmak suretiyle işletmekten amaç, geçici, bir defaya mahsus özel bir kullanma menfaati değil, aracın tahsis amacına yönelik, sürekli, çok daha genel bir nitelikte bir kullanma menfaatidir. Keza, fiili hâkimiyetten de anlaşılması gereken, araçtan bir anlık, geçici bir yararlanma gücü olmayıp, aksine aracın hangi şartlarla ve özellikle hangi kişinin egemenliği altında hareket edebileceğine karar verme gücüdür. Özellikle aracın trafiğe sokulmasına, orada tutulmasına veya trafikten çekilmesine, donatılmasına, bakılmasına, muhafazasına, kim tarafından, nasıl ve hangi amaçla kullanılması gerektiğine karar verme yetkisi, fiili hâkimiyeti oluşturur. Bir aracın masraf ve tehlikelerini üstlenme ise, onun donatım, bakım ve işletme giderlerini, vergi ve sigorta primlerini ödemeyi ifade eder.
KTK’nın 85/1. maddesi, “Bir motorlu aracın işletilmesi bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına sebep olursa, motorlu aracın işleteni bu zarardan sorumlu olur.” hükmü ile KTK, zarara, motorlu aracın işletilmesinin sebep olması hâlinde, işleten hakkında tehlike sorumluluğunu öngörmüştür. Bu hükme göre, sorumluluk, motorlu taşıt aracının işletilmesine bağlanmıştır. Bu itibarla, işletenin sorumlu olması için, zarara, aracın işletilmesinin sebep olması gerekir. Burada sorumluluğun temeli, işletme tehlikesi, türü ise, tehlike esasına dayalı işletme sorumluluğudur. İşletme tehlikesi gerçekleştiği anda, işletenin sorumluluğu doğar.
KTK’nın 85. maddesine göre, işletenin, aracın işletilmesinin sebep olduğu zararlardan doğan sorumluluğu, kusur sorumluluğu olmadığı gibi, objektif özen ödevinin ihlâline dayanan olağan sebep sorumluluğu da değildir. Bu itibarla, işleten hiç bir kusuru bulunmasa bile, aracın işletilmesinin sebep olduğu zararları tazmin etmek zorundadır. Sorumluluk kusura dayanmadığı için, kendisi veya eylemlerinden sorumlu olduğu kimseler, temyiz kudretine sahip olmasalar da işleten, doğan zarardan sorumludur (Eren, s. 631 vd.; Kılıçoğlu, A.: Borçlar Hukuku, 10. Baskı, s. 264 vd.).
KTK’nın 85/1. maddesi sorumluluğu, aracın işletilmesine dayanan tehlike sorumluluğu olarak düzenlediğinden, işleten kusurlu olsa bile, kusur ilkesine göre değil, tehlike ilkesine göre sorumlu olur. Bunun nedeni, böyle bir hâlde işletenin şahsında birden çok sorumluluk sebebinin birleşmesi veya başka bir deyişle, çeşitli sorumluluk normlarının çatışmasıdır. Sorumluluk normlarının çatışması veya aynı kişide birden çok sorumluluk sebebinin birleşmesi hâlinde, tehlike sorumluluğu ilkesi uygulanır.
KTK’nın 86. maddesinde, bu Kanun’un 85. maddesinde düzenlenen sorumluluktan kurtulma ve sorumluluğu azaltma şartlarına yer verilmiştir. Bu düzenlemelere göre, araç işleteni veya araç işleteninin bağlı bulunduğu teşebbüs sahibi, kendisinin veya eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilerin kusuru bulunmaksızın ve araçtaki bozukluk kazayı etkilemiş olmaksızın kazanın bir mücbir sebepten veya zarar görenin veya üçüncü kişinin ağır kusurundan ileri geldiğini ispat ederse sorumluluktan kurtulabilecek; sorumluluktan kurtulamayan işleten veya araç işleticisinin bağlı olduğu teşebbüs sahibi ise kazanın oluşunda zarar görenin kusurunun bulunduğunu ispat ederse, hâkim, durum ve şartlara göre tazminat miktarını indirebilecektir. Burada kanun koyucu zarar görenin kusuru nispetinde indirim yapılabileceğini öngörmüş ve indirimi zorunlu tutmayarak hâkimin takdirine bırakmıştır. Uygulama ve öğretide de bu husus kabul edilmektedir (Ünan, S: “Ergün A. Çetingil ve Rayegan Kender’e 50. Birlikte Çalışma Yılı Armağanı 2007”, s. 1180).
Kanun koyucu, açıklanan düzenlemeler yanında KTK’nın 91. maddesiyle de; işletenin aynı Kanun’un 85. maddesinin 1. fıkrasına göre olan sorumluluklarının karşılanmasını sağlamak üzere malî sorumluluk sigortası (Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Malî Sorumluluk Sigortası) yaptırma zorunluluğunu getirmiştir. Hemen belirtmelidir ki, işletenin sorumluluğu hukukî nitelikçe tehlike sorumluluğuna ilişkin bulunmakla birlikte, işletenin hukukî sorumluluğunu üstlenen zorunlu sigortacının 91. maddede düzenlenen sorumluluğunun ise, sözleşmeye dayalı bir sorumluluk olduğu tartışmasızdır.
Sorumluluk sigortasının konusu, sözleşmede aksine bir hüküm yoksa sigortacının, sigorta sözleşmesinde öngörülen bir olayın gerçekleşmesi nedeniyle zarar görenlere karşı sigortalının sorumluluk riskinin üstlenilerek zarar gören üçüncü kişiye sigorta sözleşmesinde öngörülen miktarda tazminat ödenmesidir.
Sorumluluk sigortası bir yandan sigorta ettirenin üçüncü kişilere verebileceği zararlardan ötürü bu zararların giderilmesi için sigorta ettirenin malvarlığındaki azalmayı önlemeyi amaçlarken, diğer yandan da sigorta ettirenin eyleminden zarar gören üçüncü kişilerin zararlarının giderilmesini hedeflediğinden sorumluluk sigortası, sigorta ettiren ile onun eylemlerinden zarar görenlerin menfaatlerini dengeleyen suigeneris bir sigorta türü olarak kabul edilmektedir (Ulaş, I: Uygulamalı Zarar Sigortaları Hukuku, Ankara 2012 s. 764).
D) HAKSIZ FİİLDE ZARARIN İSPATI VE TAZMİNAT HESAPLAMASI:
Haksız fiil nedeniyle zarar gören kişilerin başvurabileceği yollardan biri de tazminat davasıdır. Daha öncede ifade edildiği gibi tazminatın üst sınırını uğranılan zarar oluşturmaktadır.
Haksız fiilde zararı kanıtlama yükümlülüğü zarar görene aittir. Türk Borçlar Kanunu’nun 50. maddesinde bu husus “zarar gören zararını ve zarar vereninin kusurunu ispat yükü altındadır.” hükmü ile düzenlenmiştir. Zarara uğrayan kişi bu zararını her türlü delille (keşif, tanık, belge, bilirkişi incelemesi v.s.) ispatlayabilir. Bazı hallerde de kanun koyucu zarar göreni koruma amacıyla onun zararı ispat külfetinden kurtarmış ve zararın asgari miktarını kendisi tayin etmiştir. Örneğin; 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanunun 9. maddesinde olduğu gibi.
İspat külfetinin zarar görende olduğuna ilişkin kuralın kanun veya yerleşik yargı uygulamaları ile de kabul edilen başka istisnaları da bulunmaktadır. Örneğin, hukuk yargılama usulüne ilişkin 6100 sayılı HMK’nun 187/2. maddesi uyarınca yüksek mahkeme uygulamaları ile eşi, çocuğu, annesi, babası ölen bir kişinin maddi ve manevi zarara uğrayacağının bilinen ve meşhur olay olarak kabulü ile ispatının gerekmediği ve bu kişilerin farazi olarak zarara uğradığının kabul edilmesi ya da 20.10.1989 tarih ve 3 karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında “…Para her zaman kullanılması mümkün ve temettü getiren bir meta olduğundan geç ödenmesi halinde zararın vücudu muhakkaktır…” şeklindeki kabul gibi.
Tazminat hukukunun temel ilkelerinden biri; sorumluluk şartlarının oluşması koşuluyla, zarar verenin, zarar görenin malvarlığında oluşan eksilmeyi tümüyle (tam tazmin) gidermesidir. Ancak bu ilkenin katı uygulanması, hakkaniyete uygun olmayan sonuçlar doğmasına neden olabilmektedir. Bu nedenle, gerek mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 42, 43, 44, gerekse de 01/07/2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı TBK’nın 50, 51 ve 52. maddelerinde hâkimin, tazminatın kapsamını ve ödenme biçimini, durumun gereği ve özellikle kusurun ağırlığını göz önüne alarak belirleyeceği düzenleme altına alınmıştır.
Tazminat davasında zararın hesabı ve tazminatın hesaplanması kavramları birbirinden farklı olup birbirini takip eden aşamalardır. Türk Borçlar Kanununun 51, 52, 55 ve 75. maddelerinde tazminatın şekli, kapsamı ve etkileyen unsurlar ayrı ayrı belirtilmiştir.
TBK’nın 51. maddesine göre hâkim, tazminatın kapsamını ve ödenme biçimini, durumun gereğini ve özellikle kusurun ağırlığını göz önüne alarak belirler.
TBK’nın 52. maddesinde ise zarar görenin, zararı doğuran fiile razı olması veya zararın doğmasında ya da artmasında etkili olması yahut tazminat yükümlüsünün durumunu ağırlaştırması hallerinde ise hâkimin, tazminatı indirebileceği veya tamamen kaldırabileceği, zarara hafif kusuruyla sebep olan tazminat yükümlüsünün, tazminatı ödediğinde yoksulluğa düşecek olması ve hakkaniyetin gerektirmesi halinde de hâkimin, tazminatı indirebileceği düzenlenmiştir.
Türk Borçlar Kanunu’nun yukarıda belirtilen kurallarında zararın niteliği bakımından herhangi bir ayrıma yer verilmemiştir. Başka bir ifadeyle bu kurallar haksız fiil sonucunda meydana gelen eşya zararı ile bedensel zarar ve ölüm sebebiyle uğranılan zarar arasında herhangi bir ayrım öngörmemektedir.
TBK’nın 55. maddesine göre de destekten yoksun kalma zararları ile bedensel zararlar, bu Kanun hükümlerine ve sorumluluk hukuku ilkelerine göre hesaplanır. Kısmen veya tamamen rücu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemeler, bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez; zarar veya tazminattan indirilemez. Ayrıca hesaplanan tazminat, miktar esas alınarak hakkaniyet düşüncesi ile artırılamaz veya azaltılamaz.
TBK’nın 75. maddesi ile de bedensel zararın kapsamının, karar verme sırasında tam olarak belirlenememesi halinde hâkimin, kararın kesinleşmesinden başlayarak iki yıl içinde, tazminat hükmünü değiştirme yetkisini saklı tutabileceğine yer verilmiştir.
Kusursuz sorumlulukta tazminat belirlenirken aksi öngörülmemişse (TBK 49 vd. maddeleri) kusura dayanan sorumluluk hükümlerinin uygulanacağı doktrinde ve yargısal içtihatlarda benimsenmektedir. Tazminatta indirime sebep olan TBK’nın 51 ve 52. madde hükümleri, kusursuz sorumluluk hallerinde takdir edilecek tazminatlarda da indirim sebebi teşkil edecektir (K.Oğuzman- T.Öz Borçlar Hukuk Genel Hükümler S:131; F.Eren Borçlar Hukuku Genel Hükümler S:7, 728; H.Nomer Haksız Fiil Sorumluluğunda maddi tazminatın belirlenmesi S:77).
Sorumluluğun tehlike esasına dayanmasında da müterafık kusurun indirime engel teşkil etmeyeceği, zarar görenin müterafik kusurunun dikkate alınacağı 2918 sayılı KTK’nın 86/2. maddesinde de açıkça vurgulanmıştır.
Haksız fiilde zararın hesaplanmasında haksız fiilin işlendiği an yani olay anının esas alınması gerekmektedir(Bkz. Kılıçoğlu, Prof. Dr. Ahmet Mithat, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2012, Turhan Kitabevi, sayfa 402). Bunun sonucu olarak da zarar gören kişi olaydan çok sonra dava açmış, dava yıllarca sürmüş, karar geç verilmiş olsa dahi dava tarihi, mahkemenin zararı hesaplama tarihi veya hüküm tarihi değil olay tarihinin göz önünde tutulması gerekmektedir. Para değerindeki düşme nedeniyle olay anının esas alınması zarar görenin zararını karşılamaktan uzak kalabilir. Ancak bu halde haksız fiil tazminat alacağına zarar görenin talep etmesi halinde olay anından itibaren gecikme faizi uygulanacaktır. Bu gecikme faizine rağmen zarar gören kişinin yargılamanın uzaması nedeniyle tahsil ettiği tazminatın gerçek zararını karşılamadığını iddia etmesi halinde ise Türk Borçlar Kanununun 122. maddesi hükümleri uyarınca gecikme faizi ile karşılanmayan munzam zararın tazmin talebi gündeme gelebilecektir(Bkz. Kılıçoğlu, Prof. Dr. Ahmet Mithat, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2012, Turhan Kitabevi, sayfa 402 ve 423 vd.).
Zararın ispatı ve hesaplanması özel ve teknik bilgiyi gerektiren bir konuya ilişkin ise bu durumda hâkim 6100 sayılı HMK’nun 266. maddesi uyarınca kendiliğinden veya tarafların talebi üzerine bilirkişi deliline başvurabilir. Örneğin, haksız fiil sonucu yaralandığı ve beden tamlığı zarar gördüğü iddia olunan kişi ile zarara sebebiyet veren haksız fiil failinin kusur durumu, yaralamanın niteliği, geçici ve/veya sürekli olup olmadığı, çalışma gücü kaybına sebebiyet verip vermediği, vermişse çalışma gücü kayıp oran ve süresi ile buna bağlı zararın ne olduğu vs.
E) HAKSIZ FİİLDE MUACCELİYET, TEMERRÜT VE TEMERRÜT FAİZİ:
Muacceliyet, bir borç ilişkisinde, alacaklının edimi isteyebileceği ve borçlunun da bu isteme uyarak, edimi ifa etmekle yükümlü olduğu anı belirler. Bir başka deyişle, söz konusu anda borç ifa kabiliyeti kazanır ve alacaklı yine o anda edimi kabul etmekle yükümlü olur. Bir alacağın ya da borcun muaccel olması, ilke olarak edimin ifası için öngörülmüş bulunan vadenin dolmasıyla gerçekleşir(Bkz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 24/06/2021 tarih ve 2018/10(21)-1020 Esas, 2021/832 Karar sayılı ilamı.).
Temerrüt ise, alacaklı tarafından talep edilebilir (muaccel) hâle gelmiş bir borcun ifasındaki gecikmedir ve kural olarak, bu tür (muaccel) bir borcun borçlusu, alacaklının ihtarı ile temerrüde düşer.
Temerrüt için aranan ihtar hukuki işlem benzeri fiil mahiyetinde olup, alacaklının alacak miktarını belirterek borçludan borcun ifasını istemesi, ifayı kabule hazır olduğunu bildirmesi anlamına gelir. İhtar kural olarak şekle tabi olmayıp, yapılmadığı itirazı vaki olursa aksinin ispatı, niteliği gereği alacaklıdan beklenir.
Borcun kaynağı ne olursa olsun borçlu borç ilişkisinden doğan para borcunu ifada temerrüde düştüğünde 6098 sayılı TBK’nun 118 vd. maddeleri uyarınca bunun yasal sonucu olarak asıl borca bağlı olan feri bir borç niteliği taşıyan temerrüt faizini ödemekle yükümlüdür(Dr. Nami Barlas, Para Borçlarının İfasında Borçlunun Temerrüdü ve Temerrüt Açısından düzenlenen Genel Sonuçlar 1992, s:127; Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 11.6.1997 tarihli ve 1997/11-278 Esas, 1997/529 Karar sayılı ilamı).
Temerrüt faizi gecikme nedeni ile ödenmesi gereken faizdir. Faiz borcu temerrüdün doğumundan para borcunun ifa edileceği güne kadar işleyen bir borçtur. Borçlu temerrüdünde kusurlu olsun veya olmasın temerrüt faizi ödemekle yükümlüdür.
Faizin talep edilebilmesi için alacaklının zarara uğraması ve bunu kanıtlaması gerekmez.
Haksız fiilin işlendiği tarihte zarar görenin malvarlığında bir eksilmeye yol açtığı ve fail yönünden zararın giderilmesi borcunun doğduğu, bu nedenle haksız fiilden kaynaklanan tazminat alacağına talep halinde haksız fiilin işlendiği tarihten (olay tarihinden) itibaren gecikme faizi uygulanması gerektiği, çünkü haksız fiilin işlendiği tarihte tazminat alacağının doğduğu ve muaccel hale geldiği, doktrin ve yüksek mahkeme uygulamaları ile kabul edilmiştir. Bu yorum ve uygulama haksız fiil faili ve onun eyleminden sorumlu olan işleten-ev başkanı-adam çalıştıran vs. yönünden de 6098 sayılı TBK’nun 117. maddesine de uygundur. Ancak kanun koyucu haksız fiil failinin veya onun eyleminden sorumlu olan kişilerin sorumluluğunu zorunlu karayolları motorlu araçlar sigorta poliçesi ile üstlenen sigortacılar da olduğu gibi(2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 99. maddesi) bazı hallerde diğer sorumlular yönünden temerrüt tarihini farklı şekilde düzenleme yolunu da tercih etmiştir.
Haksız fiilden doğan borçların taraflar arasında daha önceden yapılmış bir anlaşmaya dayanmaması sebebiyle tazminat istemlerinde gecikme faizi daima 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanunda öngörülmüş olan faizdir. Temerrüt faizinin oranı ise işin adi iş veya ticari iş olması ayrımına göre farklılık arz etmektedir.
F) AŞKIN (MUNZAM) ZARAR KAVRAMI:
Munzam zarar borçlunun para borcunu ifada gecikmesi nedeniyle temerrüt faizinin alacaklının gecikmeden dolayı uğradığı zararı karşılayamaması hallerinde söz konusu olmaktadır. Munzam zarar, borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının mal varlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Diğer bir anlatımla temerrüt faizini aşan ve kusur sorumluluğu kurallarına bağlı bir zarar şeklinde tanımlanabilir.
Borcun kaynağı (sözleşme, haksız fiil, sebepsiz zenginleşme, kanun, vekaletsiz iş görme vs.) ne olursa olsun, temerrüt faiz yürütülebilir nitelikte olmak koşuluyla bütün para borçlarında, temerrüt faizini aşan zarar bu kapsamda kalmaktadır(Bkz. Prof. Dr. Hayri Domaniç Faizle Karşılanamayan Zararların Giderilmesini Sağlayan BK’nun 105 ve Diğer Hükümler. İst.1993 sah.64.).
Munzam zarar, mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 105. maddesi ile 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren ve halen yürürlükte olan 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 122/1 maddesinde düzenlenmiştir. BK’nın 105/I. maddesinde munzam zarar başlığı ile “Alacaklının düçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiç bir kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir.” şeklinde düzenleme mevcut iken, TBK’nın 122/1. maddesinde aşkın zarar başlığı altında “Alacaklı temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.” şeklinde BK. 105/I. maddesindekine paralel bir düzenleme yapılmıştır.
Borçlunun aşkın zarardan sorumluluğu borca aykırı davranıştan kaynaklanan sorumluluk olup borçlunun borca aykırı davranışı yani gereği gibi ifada bulunmamasının bir halini de temerrüde düşmesi oluşturur. Bu nedenle TBK’nun 122. maddesi hükmü gereği gibi ifada bulunmamaya ilişkin TBK’nun 112.maddesi hükmünün özel bir uygulama halidir.
TBK’nun 122. maddesine göre temerrüt faizini aşan zararlarında genel hükümlere göre temerrüde düşen borçluya yükletilebileceği, alacaklının talebinin bu halde faize değil zarara yönelik olması gerektiği, bunun sonucu olarak da faizle karşılanmayan zararın ispat külfetinin talepte bulunan zarar görene ait olduğunun kabulü gerekmektedir. Bu bağlamda hemen belirtelim ki, munzam zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuki aykırılıktır. O nedenle, borçlunun munzam zararı tazmin yükümlülüğü, asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı, temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur. Munzam zarar bu hukuki niteliği ve karakteri itibariyle, asıl alacak ve faizleri yönünden icra takibinde bulunulması veya dava açılmasıyla sonuca ermeyeceği gibi, icra takibi veya dava açılması sırasında asıl alacak ve temerrüt faizi yanında talep edilmemiş olması halinde dahi takip veya davanın konusuna dahil bir borç olarak da kabul edilemez. Hâl böyle olunca, asıl alacağın faizi ile birlikte tahsiline yönelik icra takibinde veya davada munzam zarar hakkının saklı tutulduğunu gösteren bir ihtirazî kayıt dermeyanına da gerek bulunmamaktadır. Ayrı bir dava ile zamanaşımı süresi içerisinde her zaman istenmesi mümkündür.
Para borçlarında temerrüt nedeniyle temerrüt faizi ile karşılanmayan en kapsamlı ve yaygın munzam zarar hali enflasyondan kaynaklanmaktadır (Bkz. Kılıçoğlu, Prof. Dr. Ahmet Mithat, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2012, Turhan Kitabevi, sayfa 682 vd.). Nitekim, enflasyon ve buna bağlı olarak oluşan döviz kuru, mevduat faizi, Hazine bonosu ve devlet tahvili faiz oranlarının sabit yasal ve temerrüt faiz oranlarının çok üstünde gerçekleşmesi ile borçlunun temerrüdü nedeniyle gecikilen her gün para değerindeki azalma, borçlunun yararlanması, alacaklının ise zarara uğraması sonucunu doğurmaktadır. Mülkiyet hakkı kapsamında alacağın geç ödenmesi durumunda arada geçen sürede enflasyon nedeniyle paranın değerinde oluşan hissedilir aşınma ile mülkiyetin gerçek değeri azaldığı gibi bu bedelin tasarruf veya yatırım aracı olarak getirisinden yararlanmak imkanı da bulunmamaktadır. Bu şekilde kişiler mülkiyet haklarından mahrum edilerek haksızlığa uğramaktadır (AYM 2008/58 Esas, 2011/37 Karar, 10.2.2011 tarih). Bu nedenle borçlu borcunu süresinde ödememekte, yargı yoluna başvurulduğunda da yargı süresini uzatma gayreti göstermekte; böylece yargı mercilerindeki dava ve takipler çoğalmakta, yargıya güven azalmakta, kendiliğinden hak alma düşüncesi yaygınlaşarak kamu düzeni bozulmakta, kişi ve toplum güvenliği sarsılmaktadır (Bkz. AYM 1997/34 Esas, 1998/79 Karar, 15.12.1998 tarih). Borçlunun ödemekle yükümlü olduğu temerrüt faizi enflasyon nedeniyle para değerindeki kayıpları karşılayacak nitelikte değil ise alacaklının bunu tazmin etmesi gerekir. Aksi kabul enflasyondan borçlunun kazançlı çıkması sonucunu doğurur. Tazminatın amacı borçlunun borca uygun davranmasını temin etmek ve borca aykırı davranışı cezalandırmak olduğuna göre enflasyon bu amacın ortadan kalkmasına yol açmamalıdır(Bkz. Kılıçoğlu, Prof. Dr. Ahmet Mithat, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2012, Turhan Kitabevi sayfa 692 vd.)
Yasa koyucu tarafından geçmişte alacaklıyı enflasyona karşı korumak maksadıyla 3678 sayılı Yasa ile mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 83. maddesi ile mülga 765 sayılı Medeni Kanunun 766. maddelerinde düzenlemeler yapılmıştır. Ayrıca yasa koyucu yoğun enflasyon karşısında zaman zaman yasal temerrüt faizinin oranının arttırılması yönünde de düzenlemeler de yapmıştır . Nitekim, mülga Borçlar Kanunu’nun 103.maddesine göre temerrüt faizi oranı % 5 iken, 4.12.1984 gün ve 3095 sayılı Yasa ile bu oranın %30’a çıkarılması ve yine 3095 sayılı Yasa’da 15.12.1999 gün ve 4489 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik sonucu Merkez Bankasının kısa vadeli kredi işlemlerinde uyguladığı reeskont faiz oranı esas alınarak, değişen faiz oranlarının benimsenmesi de bunun kanıtıdır.
Yargıtay içtihatları ile de alacaklının enflasyona karşı korunması yönünde bazı kararlar alınmıştır. 11.11.1994 günlü 4/4 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına konu tenkis davalarında sabit tenkis oranı esasını kabul eden içtihatlar ile yasal ön alım davalarında ön alım hakkının kullanıldığı tarihteki gerçek değere göre taşınmaz satış bedelinin belirlenmesine ilişkin içtihatlar buna örnektir.
Yasa koyucu ve Yargıtay’ın gayretleri, ülkemizde yaşanan enflasyonun, hak sahiplerinin aleyhine borçluların lehine işlemesini önlemeyi amaçlamıştır. Ancak, her ne kadar temerrüt faizinin karşılamadığı ve bu oranı aşan aşkın zarara ilişkin olarak yasa koyucu ve Yargıtay uygulamaları ile müdahaleler yapılmış ise de Türk Borçlar Kanunun 122. maddesi hükmü karşısında yapılan müdahalelerin gereksiz olduğunun kabulü gerekmektedir. Söz konusu maddenin amacı doğrultusunda yorum ve uygulama yapıldığında para borçlarında borçlunun temerrüde düşmesini önlemek ve borcunu zamanında ifa etmesini sağlamak mümkün olduğu gibi anılan düzenlemenin ilgili borçlular yönünden caydırıcı olacağı da açıktır(Bkz. Kılıçoğlu, Prof. Dr. Ahmet Mithat, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2012, Turhan Kitabevi, sayfa 683-684).

Munzam zarar sorumluluğu, Yargıtay HGK’nın 10.11.1999 gün ve 13-353/929 sayılı kararında da vurgulandığı üzere; kusura dayanan borçlu temerrüdünün hukuki bir sonucudur. TBK’nın 122. maddesi(Mülga BK’nın 105. maddesi) kusur karinesini benimsemiştir.
Munzam zarardan kaynaklanan tazminat borcunun doğması için aranan kusur, borçlunun temerrüde düşmekteki kusurudur. Farklı bir anlatımla, burada zararın doğmasına yol açan bir kusur ilişkisi aranmaz ve tartışılmaz. Sorumluluk için borçlunun tümerrüde düşmedeki kusurunun varlığı asıldır. Kural olarak munzam zarar alacaklısı, öncelikle temerrüde uğrayan asıl alacağının varlığını, bu alacağın geç veya hiç ifa edilmemesinden dolayı temerrüt faizi ile karşılanmayan zararını, zarar ile borçlu temerrüdü arasındaki uygun illiyet bağını ispat etmekle yükümlüdür. Alacaklı, borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olduğunu ispatla yükümlü değildir. Borçlu ancak, temerrüdündeki kusursuzluğunu kanıtlama koşuluyla sorumluluktan kurtulabilir. Bu itibarla, munzam zarar talebinde alacaklının ispat yükümlülüğü çok sıkı kurallara bağlanmamalı, genel ispat yöntemlerinde olduğu gibi her olayın kendi yapısı ve özelliği içinde değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.
Aşkın zarar taleplerine uygulanacak zamanaşımı faizle karşılanamayan asıl alacağın tâbi olduğu zamanaşımı süresine tabidir.
Alacaklının aşkın zararının asıl alacak ve temerrüt faizinin muaccel olduğu andan değil bu alacağın tahsil edildiği andan muaccel olduğu kabul edilmelidir.
TBK’nun 122/2 fıkrasında öngörülen koşulların mevcut olması halinde aşkın zararın tazminine hükmedilecektir. Hükmedilecek tazminat miktarının takdirinde borçlunun kusurunun derecesi, somut olayın koşulları, yetkili makamların ekonomi alanında aldığı önlem ve kararlar, alacaklının zararın doğumuna veya artmasına sebebiyet verip vermediği gibi unsurlar göz önünde tutulacaktır. Örneğin, kesinleşmiş ilama rağmen alacaklının ilam konusu alacağı tahsilde gecikme göstermesi, asıl alacak ile ilgili davada borçlunun veya alacaklının davanın uzamasına neden olan hal ve davranışlarda bulunması, savunma hakkının kötüye kullanılması gibi.
Yine TBK’nun 122/2. fıkrasına göre temerrüt faizini aşan zarar miktarı görülmekte olan davada belirlenebiliyorsa davacının istemi üzerine hâkim esas hakkında karar verirken bu zararın miktarına da hükmeder. Böylece alacaklı aşkın zararını ayrı bir davada ileri sürme külfetinden kurtarılmıştır.
Usul hukukunda her davanın açıldığı tarihteki koşullara göre karara bağlanması ve taleple bağlılık ilkesi geçerli iken bu hükümle hâkimin davanın açılmasından sonra yargılama süresi içerisinde meydana gelen zararları da hüküm anında göz önünde tutup karara bağlayabilmesi olanağı sağlanmıştır.

G) AŞKIN (MUNZAM) ZARARA İLİŞKİN YARGITAY UYGULAMALARI:
6098 sayılı TBK’nın 122. maddesinde düzenlenen aşkın(munzam) zararın karşılığı mülga Borçlar Kanunu’nun 105. maddesinde aynı şekilde yer aldığı halde munzam zarara ilişkin Yargıtay uygulamaları geçmişten günümüze farklılıklar göstermiştir.
Yargıtay’ın geçmiş dönemdeki uygulaması yüksek enflasyon, dolar kurundaki artış, serbest piyasadaki faiz oranlarının yüksek oluşu gibi hususların davacıyı ispat yükünden kurtarmayacağı, davacının munzam zararını ispat etmesi gerektiği yönündeydi. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 19/06/1996 tarih ve 1996/5-144 esas 1996/503 karar sayılı ilamında; “…Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik (enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki devamlı düşüş) olumsuzluklar dikkate alınarak yasa hükmü ile geçmiş günler faiz oranı (geç ödemeden doğan zarar) belirlenmişken aynı olgular (enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki devamlı düşüş) Borçlar Kanununun 105. (yeni TBK’nun madde 122) maddesindeki munzam zararın bilinen kanıtları olarak gösterilip bunların doğurduğu olumsuzluk uğranılan zarar olarak gösterilemez. Aksi halde kanun koyucunun bu olumsuzlukların karşılığının %30 olduğuna dair saptamasının hiçbir anlamı kalmayacağı aşikardır. Kanun koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip bunların tevlit edeceği zarar dolayısıyla tazminat oranını Anayasadan aldığı kanun yapma yetkisine dayanarak belirlemiş iken, zımnen bu takdirin yerinde olmadığı ileri sürülüp aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın %30 değil %60 veya %70 olduğu kabul edilemez…Bu durumda Borçlar Kanununun 105.maddesinde karşılanması öngörülen faizi geçen zararın ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri) malum ve meşhur olgular olarak kabulü ile değil bunlar dışında somut ve davacının durumuna özgü somut vakıalarla kanıtlanması gerekir…” şeklinde ifade edilen gerekçe buna örnektir(Benzer kararlar için bkz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2000/5-1611 Esas ve 2000/1636 Karar sayılı ilamı).
Zira Yargıtay uygulamasında munzam zarar, alacaklının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içerisindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan, somut olgular nedeniyle uğramış olduğu fiili zarar olarak kabul ediliyordu(Bkz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 31.10.2007 tarih ve 2007/11-668 Esas, 2007/798 Karar sayılı ilamı).
Yargıtay’ın munzam zararın varlığını alacaklının somut delillerle kanıtlamak zorunda olduğuna ilişkin uzun yıllar boyunca devam eden anılan uygulaması – istisnai olarak bazı dairelerce eski uygulama sürdürülmekle birlikte- değişikliğe uğramıştır. Bu değişikliğin nedenlerinden biri de Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvuru sonucunda vermiş olduğu, 21.12.2017 gün ve 2014/2267 sayılı başvuru nolu karardır. Anılan kararda Anayasa Mahkemesi, başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi ve olağan dışı bir külfet yüklendiği, bu tespite rağmen derece mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle kamu yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine değerlendirilip mülkiyet hakkının ihlâl edildiğine ve yeniden yargılama yapılmasına karar vermiştir. Bu karar sonrası Yargıtay 15. Hukuk Dairesi yeni ve olası hak ihlâllerine neden olmamak düşüncesiyle genel ispat kuralından ayrılarak, enflasyon baskısı sürdüğü sürece maruf ve meşhur vakıa niteliğinde kabul edilerek alacaklının TBK’nın 122. maddesi kapsamında munzam zararının varlığını kanıtlama zorunluluğu uygulamasından vazgeçmiş, gelişen ekonomik koşullar, mülkiyet hakkı ile kamu yararı arasındaki adil dengenin korunması, Anayasa Mahkemesinin ihlâl kararlarının bağlayıcılığı gözönünde tutularak enflasyon ve buna bağlı olarak döviz kurları, mevduat faizleri, devlet tahvilleri ve diğer yatırım araçlarının faiz oranları ile birlikte getirilerinin temerrüt faizden fazla olması halinde munzam zararın varlığının karine olarak kabul edilmesi gerektiği şeklinde yeni bir uygulama benimsemiştir(Bkz. Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 05/03/2021 tarih ve 2020/967 Esas, 2021/859 Karar; Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 06/12/2018 tarih ve 2018/3765 Esas, 2018/4907 Karar; Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 25/04/2018 tarih ve 2017/2736 Esas, 2018/1742 Karar sayılı ilamları).
Aynı uygulama Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 29/04/2019 tarih ve 2018/1512 Esas, 2019/3201 Karar sayılı ilamında da; “…Ülkemizde süregelen enflasyonun belli yıllarda yüzde yüzlerde seyrettiği, vadeli mevduatların en az bu oranlarda gelir getirdiği, yabancı para değerinin (kurların) her zaman temerrüt faiz oranlarını aştığı, banka kredileri faizlerinin yüzde iki yüze kavuştuğu, paranın iç alım (satım) alma değerinin büyük ölçüde azaldığı tartışmasız ve yaşanan bir gerçek olduğu çok açıktır. Böyle bir enflasyonist ortamda bireyin parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çaba ve girişimlerde bulunması, örneğin en azından vadeli mevduat veya kurları devamlı yükselen döviz yatırımlarında değerlendirmesi, olayların normal akışına, hayat tecrübelerine uygun düşen bir karine olarak kabul edilmesi zorunludur. Gerçekte de, anlatılan enflasyonist ortamda yaşayan makul, normal bir kişinin parasını atıl biçimde elde tutmayacağı, gelir getirici bir yatırıma dönüştüreceği, insan yapısının ve menfaatlerini koruma içgüdüsünün de doğal bir sonucudur. Hal böyle olunca, enflasyonist ekonominin olumsuz etki ve sonuçları kamuca az veya çok herkesin bildiği, en önemlisi gerekli olduğu taktirde bilinebilmesinin kolayca gerçekleştirilebileceği ve mahkemelerin de bilgisi altında olan vakıalar olarak kabulü gerekir. Yasal deyimi ile “ maruf ve meşhur” vakıaların ispatına gerek yoktur (H.U.M.K.md.238/2, HMK 187/2). 20.10.1989 tarih ve 3 karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında “para her zaman kullanılması mümkün ve temettü getiren bir meta olduğundan geç ödenmesi halinde zararın vücudu muhakkaktır” şeklindeki kabul de bu hukuki tespit ve bulguları doğrulamaktadır.

Munzam zararın enflasyonun gündemde olmadığı ve döviz kurlarının da istikrar kazandığı dönemlerde doğmuş olması halinde ise, ispat yükü bakımından durum farklı olup, buna ilişkin Dairemiz’in uygulaması, alacaklının munzam zararını somut olarak kanıtlaması gerektiği yönündedir…” şeklinde ifade edilmiştir(Benzer yöndeki karar için bkz. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 06/12/2016 tarih ve 2015/15144 Esas, 2016/9357 Karar sayılı ilamı).
Yargıtay bu kapsamda, ülkemizde yaşanan ve herkes tarafından bilinen enflasyon olgusu nedeniyle her zaman alacaklının zararının temerrüt faizi ile karşılanması mümkün olmayacağı, gecikme halinde faizle karşılanmayan zararın varlığı karine kabul edilip bu karinenin aksi davalı borçlu tarafından ileri sürülüp kanıtlanamadığı ve ayrıca ve daha yükseği de davacı tarafından kanıtlanamadıkça öncelikle temerrüt tarihleri ile tahsil tarihlerindeki enflasyon verilerini gösterir TEFE, TÜFE-ÜFE oranları, bankalardan mevduat faiz oranları, döviz kurları, devlet tahvil faiz oranları, işçi ücretleri ve diğer yatırım araçları ile ilgili bilgiler resmi kurumlardan sorulup tespit edildikten sonra tahsiline karar verilen alacağın tahsil edilip temerrüt tarihi itibariyle bu yatırım araçlarından oluşacak sepete yatırılması halinde tahsil tarihlerinde ulaşabileceği miktar ile bulunacak bu miktardan davada kabul edilen alacağın tahsil tarihinde ulaştığı miktar hesaplattırılıp faizle karşılanmayan zarar ve miktarı konusunda bilirkişi incelemesi yapılması ve sonucuna göre hüküm kurulması yönünde uygulama yapılmasını istemektedir.
Ayrıca talep edilen munzam zarar alacağının temel hukuki yapısı nedeniyle bir tazminat alacağı olması halinde bu zararın oluşmasında ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal ortamın da etkili bulunduğu ve bundan ülkede yaşamını sürdüren gerçek veya tüzel kişilerin etkilenmemesinin kaçınılamaz olduğu ve nihayet her olayın özelliği de dikkate alınarak, bulunacak miktara ilişkin olarak TBK’nın 50 ve 51. maddeleri (mülga BK’nun 42 ve 43.) çerçevesinde mahkemece değerlendirme yapılması gerektiği de içtihatlarda belirtilmektedir(Bkz. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 29/04/2019 tarih ve 2018/1512 Esas, 2019/3201 Karar sayılı ilamı).
H) ÇALIŞMA GÜCÜ KAYBI TAZMİNATININ HUKUKİ NİTELİĞİ VE
TALEP KOŞULLARI:
Sorumluluğu doğuran olayın zarar görenin vücut bütünlüğünü ihlal etmesi hâlini düzenleyen mülga Borçlar Kanunu’nun “Cismani zarar halinde lazım gelen zarar ve ziyan” başlıklı 46. maddesi;
“Cismani bir zarara düçar olan kimse külliyen veya kısmen çalışmaya muktedir olamamasından ve ileride iktisaden maruz kalacağı mahrumiyetten tevellüt eden zarar ve ziyanını ve bütün masraflarını isteyebilir.
Eğer hükmün suduru esnasında, kafi derecede kanaat ile cismani zararın neticelerini tayin etmek mümkün değil ise; hükmün tefhimi tarihinden itibaren iki sene zarfında hâkimin, tetkik salahiyetini muhafaza etmeğe hakkı vardır.” amir hükmünü içermekteydi.
01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren ve Borçlar Kanunu’nu yürürlükten kaldıran 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (Türk Borçlar Kanunu/TBK) “Bedensel zarar” başlıklı 54. maddesinde ise bedensel zararın tanımı yapılmayarak bedensel zararların neler olduğunun sayılması ile yetinilmiş, “özellikle şunlardır” ifadesi kullanılarak bedensel zararların maddede sayılanlarla sınırlı olmadığına vurgu yapılmıştır. Maddeye göre beden bütünlüğünün ihlali sonucunda ortaya çıkan zararlar; tedavi giderleri, kazanç kaybı, çalışma gücünün azalmasından ya da yitirilmesinden doğan kayıplar ve ekonomik geleceğin sarsılmasından doğan kayıplardır.
Tazminat Hukukunda “sürekli iş göremezlik” ve “geçici iş göremezlik” olarak adlandırılan bedensel zararlara “kalıcı sakatlık” ve “geçici sakatlık” denildiği gibi, Yargıtay kararlarında ve Adli Tıp Kurumu raporlarında “geçici/sürekli beden gücü kaybı” veya “geçici/sürekli çalışma gücü kaybı” ya da “geçici/sürekli meslekte kazanma gücü kaybı” da denilmektedir.
Çalışma gücü, zarar görenin iş gücünün, yani beden ve fikir gücünün, gelir getirici şekilde kullanılması demektir. Burada asıl önem arz eden kazanç kaybı veya azalması değil, kazanma gücünün kaybı veya azalmasıdır. Bu kayıp ve azalmadan doğan olumsuz ekonomik sonuçlar, zararı oluşturur (EREN Fikret, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, B. 9, İstanbul 2006, s. 713).
Sürekli iş göremezlik durumu kendi içinde sürekli kısmi iş göremezlik ve sürekli tam iş göremezlik olarak ikiye ayrılmaktadır.
Sürekli kısmi iş göremezlik hâline giren kişi çalışmasını sürdürebilir ise de, yaşıtlarına ve aynı durumda olanlara göre (sakatlığı oranında daha fazla güç ve çaba harcayacağından), kazançlarında bir azalma olmasa bile (sakatlığı oranında) tazminat isteme hakkı bulunduğu kabul edilmektedir.
Yargıtay’ın yerleşik uygulaması gereğince bu halde beden gücü kayıplarının, gelirinde veya malvarlığında bir azalma meydana gelmese dahi zarar gören yönünden tazminat gerektirdiği kabul edilmekte ve bu husus güç kaybı tazminatı olarak ifade edilmektedir.
Bu durum, ilk bakışta sorumluluk hukukundaki zarar kavramına aykırı gibi görünse de, burada vücut bütünlüğü ihlâl edilen kişinin aynı işi zarardan önceki durumu ve diğer kişilere göre daha fazla güç sarf ederek yaptığı gerçeğinden hareket edilmekte ve zararı, fazladan sarf edilen bu gücün oluşturduğu kabul edilmektedir.
Bunun gibi çalışma yaşına gelmemiş küçükler yönünden de, bedensel zarar sonucu oluşan maluliyet nedeni ile evde ya da dışarıda aileye yardımcı olma, eğitim alma, yeme, içme, oyun oynama vb. gibi tüm yaşamsal faaliyetlerin sürdürülmesinde emsallerine göre sarfetmesi gereken fazla çaba veya güç (efor) bir ekonomik değer olarak görülmekte ve bu nedenle olay tarihi itibariyle bir zarar oluştuğu kabul edilmektedir.
Sürekli tam iş göremezlik ise, beden gücünün bütünüyle yitirilmesi durumudur. Bu durumdaki kişi artık çalışamayacak ve kazanç elde edemeyecektir. Bu nedenle tazminat yüzde yüz oranı üzerinden hesaplanacak, giderek başkasının yardımıyla yaşamını sürdürmesi zorunluluğu varsa, ayrıca tazminata bakıcı giderleri de eklenecektir.
Geçici iş göremezlik zararı ise, zarar görenin yaptığı iş ve gelir durumu itibariyle iyileşme süresinde elde edemediği kazançtan ibarettir.
Hemen belirtilmelidir ki, 818 sayılı Borçlar Kanunu ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu düzenlemeleri kapsamında bedensel zararların tazminine ilişkin olarak üç kaynak bulunmaktadır. Bunlar; haksız fiil ve diğer sözleşme dışı sorumluluk sebepleri, sözleşmeden doğan sorumluluk ve vekâletsiz iş görmedir.
I) ÇALIŞMA GÜCÜ KAYBI HALİNDE TAZMİNATIN HESAPLAMA BİÇİM
VE YÖNTEMİNE İLİŞKİN YARGITAY UYGULAMALARI:
Ölüm veya bedensel zararlar nedeniyle açılan maddi tazminat davalarında mahkemelerce zarar gören vefat etmemiş ise geçici veya sürekli iş göremezlik durumu ve oranı hakkında sağlık raporu alındıktan ve ayrıca tarafların ihlâl ettiği kurallar çerçevesinde kusur oranları belirlendikten sonra konusunda uzman aktüerya bilirkişisinden zarar görenin veya ölüm hâlinde hak sahiplerinin talep edebilecekleri tazminat miktarının tespiti için hesap raporu alınmaktadır.
Bedensel zarar halinde gerçek zarar miktarı, zarar görenin olay tarihindeki bakiye ömrü esas alınarak aktif ve pasif dönemde elde edeceği kazançlar toplamı olarak kabul edilmektedir. Tazminatın saptanmasında, zarar ve tazminata doğrudan etkili olan zarar görenin net geliri, bakiye ömrü, işgörebilirlik çağı, işgöremezlik ve kusur oranları, Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından bağlanan peşin sermaye değeri gibi veriler dikkate alınmaktadır.
Haksız fiil sonucu çalışma gücü kaybının olduğu iddiası ve buna yönelik bir talebin bulunması halinde, zararın kapsamının belirlenmesi açısından maluliyetin varlığı ve oranının doğru biçimde belirlenmesi gereklidir.

Yargıtay’ın yerleşik uygulamasına göre söz konusu belirlemenin ise, haksız fiilin gerçekleştiği tarihte yürürlükte olan yönetmelik hükümleri dikkate alınarak yapılması gerekmektedir. Buna göre Adli Tıp Kurumu veya Üniversite Hastanelerinin Adli Tıp Anabilim Dalı bölümleri gibi kuruluşların çalışma gücü kaybı olduğu iddia edilen kişide bulunan şikâyetler dikkate alınarak oluşturulacak uzman doktor heyetinden kaza tarihi 11/10/2008 tarihinden önce ise Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğü, 11/10/2008 tarihi ile 01/09/2013 tarihleri arasında Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği, 01/09/2013-01/06/2015 tarihleri arası Maluliyet Tespiti İşlemleri Yönetmeliği, 01/06/2015-20/02/2019 tarihleri arası Özürlülük Ölçütü, Sınıflandırması ve Özürlülere Verilecek Sağlık Kurul Raporları Hakkında Yönetmelik, 20/02/2019 tarihinden sonra Erişkinler İçin Engellilik Değerlendirmesi Hakkında Yönetmelik hükümleri dikkate alınarak söz konusu belirlemenin yapılması gerekmektedir(Bkz. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 2021/6778 Esas, 2021/9562 Karar; Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 2021/5322 Esas, 2021/6227 Karar sayılı ilamları.).
Yargıtay’ın yerleşik uygulaması, ölüm halinde uğranılan zarar ve bedensel zararın gerçek miktar ve kapsamının özel ve teknik bilgi gerektirdiği ve bu nedenle hâkim tarafından zarar hesaplamasında aktüerya bilirkişiden rapor alınarak karar verilmesi gerektiği yönündedir(Bkz. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 27/06/2013 tarih ve 2012/12851 Esas, 2013/10136 Karar; Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 16/02/2016 tarih ve 2014/5387 Esas, 2016/1759 Karar; Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 30/01/2020 tarih ve 2018/2668 Esas, 2020/270 Karar; Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 04/04/2013 tarih ve 2012/6174 Esas, 2013/4961 Karar sayılı ilamları). Bu sebeple tazminat hesaplanması gereken davalarda mahkemeler bilirkişinin görüşünün alınmasına karar vermektedir. Bilirkişinin görüşüne başvurulmasının hukuki dayanağı 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 266. maddesidir. Bu maddenin (1) numaralı fıkrasının ilk cümlesinde “Mahkeme, çözümü hukuk dışında, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde, taraflardan birinin talebi üzerine yahut kendiliğinden, bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasına karar verir” denilmektedir. Ancak bilirkişinin görüşünün alınması, hâkimin bu görüşe bağlı kalarak karar vermesini zorunlu kılmamaktadır. Hâkim diğer delillerle birlikte bilirkişi görüşünü de serbestçe değerlendirme ve gerektiğinde bu görüşe itibar etmeme yetkisine sahiptir. Nitekim anılan Kanun’un 282. maddesinde “Hâkim, bilirkişinin oy ve görüşünü diğer delillerle birlikte serbestçe değerlendirir” kuralına yer verilerek bilirkişinin görüşünün bağlayıcı olmadığı ve hâkim tarafından serbestçe değerlendirileceği hüküm altına alınmıştır. Dolayısıyla hâkimin destekten yoksun kalma zararı ile bedensel zararın varlığı hâlinde maddi tazminatın hesaplanmasına ilişkin bilirkişi raporunu da diğer deliller ile birlikte serbestçe değerlendireceği açıktır.
Aktüeryaya göre gerçek zarar hesabı özü itibariyle, varsayımlara dayalı bir hesap olup, gerçeğe en yakın verilerin kullanılması esasına dayanmaktadır.
Bedensel zarar halinde hak sahibinin uğradığı zarar miktarının ve ödenecek tazminat miktarının tespit edilmesi, tahminlere ve varsayımlara dayalıdır. Çalışma gücü kaybı kanıtlandıktan sonra tazminat tutarının hesaplamasında göz önünde tutulan kriterlerin tamamı dikkate alınarak faraziye hesaplama yapılmaktadır.

Yargıtay’a göre, bu hesaplama yapılırken, hak sahibinin kaza tarihinden hesap tarihine kadar işlemiş (bilinen) dönem zarar hesabının yapılması; hesap tarihinden sonra da işleyecek dönem hesabı yapılması gereklidir. İşlemiş/ işleyecek dönem hesabında; rapor tanzim tarihine kadar gerçekleşen zararın bilinen veriler(gelirin ortalaması alınmayarak ay ay bilinen geliri) nazara alınarak ve iskontoya tabi tutulmadan uygulanması; rapor tanzim tarihinden sonraki zarar yönünden ise bilinen son gelir nazara alınıp 1/Kn katsayısına göre her yıl %10 oranında artırılmak ve iskonto edilmek suretiyle zarar hesaplanmalıdır(Bkz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 28.06.1995 tarih ve 1994/9-628 Esas, 1995/694 Karar sayılı ilamı).

Çalışma gücünün kaybına ilişkin zarar talebi, kişinin tüm yaşamı boyunca katlanacağı, geleceğe yönelik zararının da giderimi amacını taşıyan bir talep olduğundan, kişinin hak kazanacağı tazminat miktarının doğru belirlenebilmesi bakımından, çalışma gücü kaybına yol açan kaza tarihindeki gerçek ve net gelirinin doğru belirlenmesi önemlidir. Bedensel zarar tazminatının hesabında kriterlerden biri olan hak sahibinin gelirinin belirlenmesi bu nedenle tazminatın doğru tespitinde önemli bir yer tutmaktadır. Yargıtay uygulamalarına göre hesaplama yapılırken, hak sahibinin kaza tarihindeki ve hesap tarihine kadar ki gelirini gösteren belgelerin temin edilmesi, bu belgeler ile saptanan gelir üzerinden hesap tarihine kadar elde edilebilecek gelirlerin belirlenmesi, belirlenen gelirler üzerinden, işlemiş (bilinen) dönem zarar hesabının yapılması; işleyecek dönem hesabında ise hak sahibi davacının hesap tarihinde bilinen son gelirinin uygulanması hususlarına dikkat edilmelidir. Yargıtay’a göre hak sahibinin geliri en az asgari ücret olup, bu husus kamu düzeni ile ilgili olduğundan mahkemece re’sen gözönünde tutulması zorunludur(Bkz. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 2016/8879 Esas, 2019/3815 Karar; Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 2021/4087 Esas, 2021/4820 Karar sayılı ilamları).
Ayrıca çalışma hayatının aktif çalışma dönemi ve emeklilik dönemini olan pasif devre olarak ayrılması ve özel yasalarında çalışma süreleri ayrık olarak belirtilmemiş (asker, polis vb. gibi) kişiler yönünden 60 yaşın aktif çalışma devresi, bakiye yaşam süresi varsa bu sürenin de emeklilik ya da çalışma hayatının sona erdiği pasif dönemini oluşturduğu da kabul edilerek hesaplama yapılmalıdır. Bedensel zarar nedeniyle tazminat hesabında pasif devrede de zararın oluşacağı ve bu zararın asgari ücret düzeyinde bir zarar olacağı da yine Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatlarındandır. Bu bakımdan, pasif devrede herhangi bir işte çalışılmasa bile, salt yaşamsal faaliyetlerin sürdürülmesinin ekonomik bir değer taşıması nedeniyle bundan yoksun kalan hak sahipleri bakımından bir zarar oluşacağı ve bu zararın karşılanması amacıyla pasif devre zararının hesaplanması gerektiği, bu zararın hesaplanması sırasında esas alınması gereken ücretin asgari ücret olduğu içtihat edilmektedir(Bkz. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 10/03/2021 tarih ve 2020/2628 Esas, 2021/2552 Karar sayılı ilamı).
Görüldüğü üzere gerçek zararın ne kadar süre için hesaplanacağı tazminatın ana unsurlarındandır. Destekten yoksunluk tazminatı yönünden desteğin yaşam süresi ile aktif ve pasif dönemi, destekten yoksun kalanların yaşam süreleri ve ne kadar süre ile destek görecekleri, bedensel zararlarda ise zarar görenin yaşam süresi tazminat hesabının temel taşlarından birini teşkil etmektedir.
Yeri gelmişken belirtilmelidir ki; zarar görenin ya da desteğin ve hak sahiplerinin bakiye ömürlerinin (muhtemel yaşam sürelerinin) belirlenmesinde hayat (yaşam) tabloları kullanılmaktadır. Yaşam tabloları hayatta kalma ve ölüm istatistiklerinden elde edilen sonuçların değerlendirilmesi suretiyle her bir yaşta bir yıl içinde kaç kişinin hayatta kalacağının ve kaç kişinin öleceğinin ve muhtemel yaşam sürelerinin öngörüldüğü tablolardır.
Yargıtay’ın yakın tarihli güncel kararlarında, hak sahiplerinin ve desteğin bakiye ömrü ile destek süreleri daha önceki yıllarda Fransa’dan alınan 1931 tarihli Population Masculine Et – Feminine “PMF” cetvelleri ile saptanmakta ise de; Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı, Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Aktüerya Bilimleri Bölümü, BNB Danışmanlık, Marmara Üniversitesi ve Başkent Üniversitesi’nin çalışmalarıyla “TRH 2010” adı verilen “Ulusal Mortalite Tablosu” hazırlanmış olup, bu durumda diğer kurumlar ile Yargıtay Daireleri arasında tazminat hesabında birliğin sağlanması açısından ve yine bu tablonun ülkemize özgü ve güncel verileri içermesi de göz önüne alınarak tazminat hesaplarında hak sahiplerinin ve desteğin bakiye ömrü ile destek sürelerinin belirlenmesinde TRH 2010 tablosunun esas alınmasının güncellenen ülke gerçeklerine daha uygun olacağına karar verilmiştir(Bkz. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 07/07/2021 tarih ve 2021/9650 Esas, 2021/4317 Karar sayılı ilamı.).
Bununla birlikte yine Yargıtay, Anayasa Mahkemesi’nin 17.07.2020 tarih ve 2019/40 Esas, 2020/40 sayılı kararı ile; 2918 sayılı KTK’nun 90. maddesindeki “bu Kanun çerçevesinde hazırlanan genel şartlarda öngörülen usul ve esaslara tabidir” bölümündeki “bu Kanun çerçevesinde hazırlanan genel şartlarda” ibaresinin Anayasa’ya aykırı olduğu gerekçesiyle iptaline karar verildiği, bu nedenle; işgücü kaybı tazminatı hesabında, yeni ZMSS Genel Şartları ekindeki cetvellerin kullanılmasının mümkün olmadığı ve %1,8 teknik faiz ile devre başı ödemeli belirli süreli ranf formülü uygulamasının anılan cetvellerle getirildiği, artık uygulanmasının mümkün olmadığı, tazminat hesaplamasının, %1,8 teknik faiz uygulanmadan ve Yargıtay uygulamaları ile kabul edilen progresif rant yöntemi kullanılarak yapılması gerektiği yönünde içtihatta bulunmaktadır.
Ayrıca Yargıtay süreklilik kazanan karar ve içtihatlarında 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun 45 ve 46 ile 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 53 ve 54. maddeleri uyarınca açılan destekten yoksun kalma ve bedensel zararlara ilişkin tazminat davalarında mülga 818 sayılı BK 46. maddesinin 2. fıkrası (6098 sayılı TBK m. 75) gereğince zararın gerçek miktar ve kapsamının zamanla daha iyi anlaşılabileceği gerekçesiyle mümkün olduğu kadar geç bir tarihin-(hüküm tarihinin)-karar tarihine en yakın tarihlerdeki ölçütlerin(hesaplamaya esas güncel gelir, destekten yoksun kalan kişi sağ kalan eş ise eşin güncel durumda yeniden evlenme ihtimali) bilirkişi tarafından hesaplamada esas alınması gerektiği ve buna göre tazminat miktarının belirlenmesi gerektiği yönünde uygulama yapmaktadır(Bkz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 15/05/1991 tarih ve 1991/9-102 Esas, 1991/267 Karar; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 28/06/1995 tarih ve 1994/9-628 Esas, 1995/694 Karar; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 17/05/2000 tarih ve 2000/9-889 Esas, 2000/904 Karar; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 08/06/2011 tarih ve 2011/17-351 Esas, 2011/386 Karar; Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 29/03/2010 tarih ve 2009/8561 Esas, 2010/2838 Karar; Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 24/12/2020 tarih ve 2019/6218 Esas, 2020/9019 Karar sayılı ilamları.)
Yargıtay, ilk derece mahkemesi kararına ilişkin olarak temyiz edenin sıfatına göre, davacı tarafından kararın temyiz edilmemesi hallerinde ise aksi uygulama yapmakta usuli kazanılmış hak ilkesine vurgu yapmakta ve kazanılmış haklar gözetilmek suretiyle (tazminata esas alınan gelir, esas alınan asgari ücret yılı, işlemiş/işleyecek dönem tarihleri gibi), bozma kapsamına göre zarar hesabı yapılmasını istemektedir(Bkz. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 07/07/2021 tarih ve 2021/17154 Esas, 2021/4325 Karar sayılı ilamı).
Hak sahibinin muhtemel yaşam ve aktif çalışma süresi ile çalışma gücü kaybı ve son geliri dikkate alınarak yapılacak hesaplama sonrasında kendi kusurunun indirilmesi, ardından eğer hak sahibi davacı tarafından davadan önce alınmış bir ödeme var ise yapılan bu ödemenin ödeme günü ile tazminatın hesaplandığı güne kadar geçen süredeki işlemiş yasal faizi de hesaplanarak, ödeme tutarı ile birlikte hesaplanan tazminattan indirilmesi, bütün bu hesaplamadan sonra eğer somut olayda hatır taşıması ve müterafik kusurun varlığı söz konusu ise hesaplanan tazminatlardan en son müterafik kusur ve/veya hatır taşıması indiriminin yapılması gerekmektedir(Bkz. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 21/01/2021 tarih ve 2020/215 Esas, 2021/340 Karar sayılı ilamı).
İ ) ÖLÜM VE BEDENSEL ZARAR HALLERİNDE TAZMİNATIN HESAPLAMA BİÇİM VE YÖNTEMİNE İLİŞKİN YARGITAY UYGULAMALARININ İRDELENMESİ VE MAHKEMEMİZİN TAZMİNAT HESABINA İLİŞKİN KABULÜ:
Kişinin yaşama hakkı ile maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı, birbirleriyle sıkı bağlantıları olan, devredilmez ve vazgeçilmez haklarındandır. Anayasa’nın 17. maddesi, kişinin yaşama hakkı ile maddi ve manevi varlığını, olası müdahalelere karşı güvence altına almaktadır. Bu çerçevede devletin, kişinin yaşama hakkı ile maddi ve manevi varlığına yönelen müdahaleleri önleme, önlenememiş olan müdahalelere yönelik olarak da bu müdahalelerden doğan zararların etkili bir şekilde karşılanmasını sağlama yükümlülüğü bulunmaktadır.
Bu pozitif yükümlülükler kimi durumlarda özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklar da dâhil olmak üzere söz konusu temel hakların korunması için belirli tedbirlerin alınmasını gerektirmektedir(Benzer yönde bkz. Anayasa Mahkemesi’nin 14/11/2019 tarih ve 2019/11 Esas, 2019/86 Karar sayılı kararı).
Kişinin vücut bütünlüğüne yapılan bir müdahaleden doğan zararların etkili bir şekilde tazmin edilmesini sağlamaya yönelik sistemin kurulması da devletin, Anayasa’nın 17. maddesinden doğan koruma yükümlülüğü kapsamındadır. Bu çerçevede 6098 sayılı TBK’nın 49 vd. maddesindeki kuralların destekten yoksun kalma zararları ile bedensel zararların giderilmesi amacıyla etkili bir tazmin sağlanmasını ve bu suretle yaşama hakkı ile maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkını korumayı amaçladığı anlaşılmaktadır.
Anayasal anlamda mülkiyet hakkı ise ekonomik değer ifade eden ve değeri parayla ölçülebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır. Belli durumlarda bir ekonomik değer veya icrası mümkün bir alacağı elde etmeye yönelik meşru bir beklenti de Anayasa’da yer alan mülkiyet hakkı güvencesinden yararlanabilir. Bu kapsamda meşru beklenti; makul bir şekilde ortaya konmuş icra edilebilir bir alacağın doğurduğu, bir kanun hükmüne veya başarılı olma ihtimalinin yüksek olduğunu gösteren yerleşik bir yargı içtihadına dayanan, yeterli somutluğa sahip nitelikteki bir beklentidir (Bkz. Anayasa Mahkemesi’nin 25/07/2017 tarih ve B. No: 2014/13478 sayılı Mehmet Şentürk bireysel başvuru kararı).
Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa’nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa’nın 35. maddesinin birinci fıkrasında herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle “mülkten barışçıl yararlanma hakkı”na yer verilmiş, ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda “mülkten yoksun bırakma”nın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa’nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Anayasa Mahkemesi’nin 02/02/2017 tarihli, B. No: 2014/1546, Recep Tarhan ve Afife Tarhan Bireysel Başvurusu).

Haksız fiil nedeniyle zarar gören kişinin uğradığı veya uğrayacağı maddi zararın tazminine yönelik beklentisi, haksız fiil nedeniyle mal varlığında gerçekleşen azalmanın veya gerçekleşmesi engellenen artışın zarar veren kişi tarafından giderilmesi talebini ifade etmektedir. Dolayısıyla zarar gören kişilerin, destekten yoksun kalma zararı ile bedensel zararının tazminine yönelik maddi tazminat alacaklarına ilişkin, kanuna dayanan beklentisi mülkiyet hakkı kapsamındadır. Zarar veren kişi bakımından da mal varlığında azalmaya neden olan tazminat borcu bu yönüyle mal varlığı hakkı niteliğinde olup mülkiyet hakkının koruması altındadır. Zararın belirlenmesini ve tazminatın hesaplanmasını düzenleyen kurallar da zarar görenin tazminat alacağı hakkının, dolayısıyla zarar verenin de tazminat borcunun kapsamının belirlenmesine ilişkin kurallardır(Bkz. Anayasa Mahkemesi’nin 25/12/2019 tarih ve 2019/34 Esas, 2019/97 Karar sayılı kararı).
Motorlu taşıt işletilmesine bağlı olarak üçüncü kişilerin uğrayabileceği destekten yoksun kalma zararı, bedensel zarar, eşya zararı ve manevi zarar Anayasa’nın 17. ve 35. maddelerinde düzenlenen haklarının ihlali sonucunda ortaya çıkan zarar niteliğindedir.
Tazminatın amacı zararın tazmin edilmesini sağlamaktır. Bu nedenle tazminat, zarar görenin zenginleşmesi veya zarar verenin cezalandırılması sonucuna yol açmamalıdır. Dolayısıyla hesaplanacak tazminatın azami miktarı gerçek zarar ile sınırlıdır. Bu yönüyle TBK’nın 50, 51, 52, 55 ve 75. maddesindeki kurallar, hesaplanan tazminatın yalnızca miktar gözetilerek azaltılamayacağını öngörmek suretiyle zarar görenin mülkiyet hakkı kapsamındaki meşru beklentisi ile tazminat miktarının artırılamaması ve böylece fazla tazminat ödenmesini engellemek suretiyle de zarar verenin mülkiyet hakkını korumaktadır. Bu nedenle kanun koyucunun, zarar veren ve zarar gören tarafların menfaatlerini adil bir şekilde dengeleyerek tarafların mülkiyet hakkının korunmasını amaçladığı anlaşılmaktadır.
Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Kanunda bulunan niteliklerin uygulanması hukuki güvenliğin sağlanması bakımından da zorunludur. Zira bu ilke hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, kişilerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (Bkz. Anayasa Mahkemesi’nin 04/05/2017 tarih ve 2015/41 Esas, 2017/98 Karar sayılı kararı).
Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir(Bkz. Anayasa Mahkemesi’nin 28/11/2013 tarih ve 2013/64 Esas, 2013/142 Karar sayılı kararı). Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Anayasa Mahkemesi’nin 30/12/2014 tarihli, B. No: 2013/1301, Necmiye Çiftçi ve diğerleri bireysel başvurusu)

Bir kanuni düzenlemenin bireylerin davranışını ona göre düzenleyebileceği kadar kesinlik içermesi, kişinin gerektiği takdirde hukuki yardım almak suretiyle bu kanunun düzenlediği alanda belli bir eylem nedeniyle ortaya çıkacak sonuçları makul bir düzeyde öngörebilmesi gerekmektedir. Öngörülebilirliğin mutlak ölçüde olması gerekmez. Kanunun açıklığı arzu edilir bir durum olmakla birlikte bazen aşırı bir katılığı da beraberinde getirebilir. Oysa hukukun ortaya çıkan değişikliklere uyarlanabilmesi gerekmektedir. Birçok kanun, işin doğası gereği yorumlanması ve uygulanması pratik gerçekliğe bağlı olan yoruma açık formüller içermektedir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Kayasu/Türkiye, 13/11/2008 tarihli, B. No: 64119/00 ve 76292/01).
Genel nitelikteki kanuni düzenlemelerin somut olaya uygulanabilmesi ihtiyacının varlığı ve somut olaya göre değişebilecek olgulara bağlı olarak ortaya çıkabilecek çeşitli hukuki ilişkilerin her birinin kanunla düzenlenmesinin mümkün olmaması nedeniyle kanun koyucu hâkime takdir yetkisi tanıyan kurallar öngörmüştür. Takdir yetkisinin tanınması hâlinde bu yetkinin sınırının da yetkiyi düzenleyen kanun hükümleri ile belirlenebileceği açıktır.
Bir mahkemeye başvuru hakkının yasal birtakım şartlara tabi tutulması kabul edilebilir olsa da mahkemeler usul kurallarını uygularken bir yandan adil yargılanma hakkını ihlal edebilecek kadar aşırı şekilcilikten, diğer yandan da yasalar tarafından düzenlenen usul kurallarının ortadan kaldırılması sonucunu doğurabilecek kadar aşırı gevşeklikten kaçınmalıdır (AİHM, Walchli/Fransa, B. No: 35787/03, 26/7/2007 tarihli kararı.).
Hakkaniyet kavramı; adaletin özel ve bireyselleştirilmiş veya somutlaştırılmış şeklini ifade eder. Hakkaniyet somut ve belirgin olayların adaletidir. Daha doğrusu somut olay adaletidir. Türk Medeni Kanunu’nun 4. maddesinde hakimin hukuka ve hakkaniyete göre karar vereceği hükme bağlanmıştır. Bu hükmün amacı hakimin adalete uygun bir karar vermesini sağlamaktır. Hakimin hakkaniyete göre karar vermesiyle sosyal adalet de sağlanmaktadır.

Motorlu taşıt işletilmesi sonucunda ortaya çıkan zararın tazmini amacıyla ödenecek tazminatın belirlenebilmesi için öncelikle zararın belirlenmesi gerekmektedir. Motorlu taşıt işletilmesi sebebiyle meydana gelen zarar, kişinin mal varlığında azalma şeklinde ortaya çıkabileceği gibi kişinin mal varlığında artışın engellenmesi şeklinde de olabilmektedir. Örneğin, bedensel zarara uğrayan kişiye ödenecek tazminatın hesaplanabilmesi öncelikle iş gücü kaybı ve tedavi gideri gibi zararların belirlenmesine bağlıdır. Bu belirlemenin hastane veya doktor tarafından düzenlenen raporlar, kesilen faturalar gibi belgelere dayandırılması gerekeceği açıktır. Aynı şekilde destekten yoksun kalma tazminatının hesaplanabilmesi de ölenin sağladığı destek miktarı ve destek olmaya devam edeceği süre gibi hususların ortaya konulmasını gerekli kılmaktadır. Benzer şekilde eşya zararı sebebiyle ödenecek tazminatın hesaplanabilmesi de eşyanın uğradığı değer kaybının belirlenmesine bağlıdır. Gerek bedensel zararın ve destekten yoksun kalma zararının gerekse eşya zararının belirlenebilmesi dolayısıyla tazminatın hesaplanabilmesi tazminat talebinde bulunan kişi tarafından ileri sürülen iddia, olgu ve belgelerin değerlendirilmesine bağlıdır. Zarar veren haksız fiil faili, işleten ve zorunlu mali sorumluluk sigortacısı tarafından yapılacak olan tazminat ödemesinin hak sahibi tarafından söz konusu iddia ve belgelerin muhataplarına iletilmesi veya haberdar olunması zorunluluğuna bağlı olup işin doğasının da gereğidir.
Diğer taraftan kural olarak, haksız fiilden kaynaklanan bir alacağın söz konusu olması halinde bu alacağın varlığı ve tutarının saptanması yargılamaya ihtiyaç gösterse bile, haksız fiilden zarar gören kişilerin, haksız fiil faili ve diğer yasal sorumlulardan olan tazminat alacaklarının herhangi bir yargısal sürece veya icra takibine gerek olmadan ödenmesi beklenir.
Haksız fiilde zararın hesaplanmasında haksız fiilin işlendiği an yani olay anının esas alınması gerekmektedir(Bkz. Kılıçoğlu, Prof. Dr. Ahmet Mithat, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2012, Turhan Kitabevi, sayfa 402).
Bu bağlamda tazminatın ödenmesinin gecikmesine bağlı olan gerçek zararın güncellenmesine ilişkin Yargıtay uygulamasının üzerinde durulması gerekmektedir.
Yargıtay tarafından süreklilik kazanan içtihatlarla, destekten yoksun kalma ve bedensel zarara ilişkin tazminat hesaplamalarında, bedensel zarara uğrayan hak sahibi veya ölenin(desteğin) muhtemel yaşam süresi, muhtemel çalışma ve destek olma süresi, destekten yoksun kalanların muhtemel yaşama süresi, destek alabilme süreleri, ölenin muhtemel çalışma süresi sonuna kadar gelirinden kendisine ayıracağı miktar, destekten yoksun kalanların sayısı ve her birine ölenden düşen destek oranı gibi tazminatı etkileyen unsurlar yönünden haksız fiil tarihinin esas alınması gerektiği yönünde görüş bildirilirken aynı hesaplamalarda zarar ve tazminat miktarına etki eden diğer veri ve faktörler olan bedensel zarar halinde hak sahibinin, ölüm halinde ise desteğin hesaplamaya esas geliri ve ölüm halinde destekten yoksun kalan kişi sağ kalan eş ise eşin yeniden evlenme ihtimali yönünden mülga 818 sayılı BK 46. maddesinin 2. fıkrası (Halen yürürlükte olan 6098 sayılı TBK’nın m. 75) gereğince zararın gerçek miktar ve kapsamının zamanla daha iyi anlaşılabileceği gerekçesiyle mümkün olduğu kadar geç bir tarihin-(hüküm tarihinin)-karar tarihine en yakın tarihin esas alınması ve buna göre bedensel zarar halinde hak sahibinin, ölüm halinde ise desteğin hesaplamaya esas geliri ile destekten yoksun kalan kişi sağ kalan eş ise eşin yeniden evlenme ihtimalinin belirlenmesi ve tazminatın hesaplanması yönünde uygulama yapılması hem sorumluluk hukukunun genel ilkelerine hem de anayasa ile güvence altına alınan yaşama hakkı ve mülkiyet hakkına ters düşmekte, tarafların menfaatleri arasındaki adil dengenin zarar gören lehine, zarar verenin ise aleyhine sonuç doğuracak şekilde bozulmasına sebebiyet vermektedir. Örneğin, 2017 yılında trafik kazası neticesinde 35 yaşında vefat eden Ahmet’in ölüm tarihi itibariyle geride 33 yaşında bir eş ve 2 ile 5 yaşında iki çocuk bıraktığını, ölüm tarihinde gelirinin asgari ücret olduğunu, hak sahipleri tarafından da destekten yoksun kalma istemiyle 2018 yılında dava açıldığını ve bu davanın 2020 yılında alınan aktüerya raporu sonrası karara bağlandığını varsayalım. 2017 yılı asgari ücreti 1.404,00 TL, 2020 yılı asgari ücreti ise 2.324,71 TL’dir. Ahmet’in ölüm tarihi olan 2017 yılında AYİM tablosuna göre 31-35 yaş aralığında olan ve 33 yaşında bulunan eşinin yeniden evlenme ihtimali %17 olup 18 yaşından küçük iki çocuğu bulunduğundan her bir çocuk için yapılan %5’lik indirim sonrası evlenme ihtimali %7 olarak hesaplamada dikkate alınır, yani tazminatta indirim yapılır. 2020 yılında ise AYİM tablosuna göre 36-40 yaş aralığında olan ve 36 yaşında bulunan Ahmet’in eşinin yeniden evlenme ihtimali %9 olmakta ve yine 18 yaşından küçük iki çocuğu bulunduğundan her bir çocuk için yapılan %5’lik indirim sonrası evlenme ihtimali %0 olarak hesaplamada dikkate alınmakta, yani tazminatta bu sebeple indirim yapılmamaktadır. Yargıtay uygulamalarına göre karar tarihine yakın olarak 2020 yılında alınan raporda bir yandan hesaplamaya esas gelir 2020 yılı asgari ücreti olarak esas alınmakla %65-70 artarken diğer yandan da 2020 yılı itibariyle eşin yeniden evlenme ihtimali azaldığından ya da sıfırlandığından tazminat miktarı artmaktadır. Böylece olay tarihi olan 2017 yılı verilerine göre verilmesi gereken tazminat miktarında -temerrüt faizi hariç olmak üzere- yaklaşık %75-80 oranında artış olmakta ve zarar gören sebepsiz zenginleşmekteyken zarar veren ise fakirleşmektedir.
Öncelikle Yargıtay tarafından söz konusu uygulamanın dayanağı olarak gösterilen mülga 818 sayılı BK 46. maddesinin 2. fıkrası ile halen yürürlükte olan 6098 sayılı TBK 75. maddesinin bu ölçütle bir ilgisi bulunmamaktadır. Söz konusu hükme göre karar verme sırasında bedensel zarar tam olarak belirlenemiyorsa hâkim, kararın kesinleşmesinden başlayarak iki yıl içinde, tazminat hükmünü değiştirme yetkisini saklı tutabilecektir. Anılan hüküm sadece bedensel zarar hallerine ilişkin olup destekten yoksun kalma hallerini kapsamadığı gibi Yargıtay tarafından gelişen zarar halinde hak sahibinin gelişen zararın kesinleştiği tarih itibariyle dava açabileceği kabul edildiğine göre bu hükmün gelişen zarar dışında kalan karar tarihi itibariyle evvelce meydana gelen, giderilebilme olanağı bulunan, karar tarihinde varlığı tespit edilebilmekle birlikte sürekli olup olmadığı konusunda kesinlik bulunmayan zararları kapsadığı, sadece bedensel zararın nitelik ve kapsamına ilişkin olduğu(zarar gören kişide sabit iz, kazanç kayıpları, çalışma gücü kayıpları, olası tedavi giderleri gibi zararlar olup olmayacağı, olacaksa ne kadar olacağı vs.), bunlar dışında tazminat hesaplamasına etkisinin bulunmadığı ve kesin hükmün usuli sonuçlarını engellemeye yönelik bir düzenleme olduğu kabul edilmelidir. Çünkü TBK’nın 75. maddesinde (mülga BK’nın 46/2) düzenlenen husus kâfi derecede kanaat ile bedensel zararın neticelerini tâyin etmenin mümkün olmaması olup ilerideki ücret artışları veya eşin evlenme ihtimalinin ne olacağının bilinmemesi nedenine dayalı değildir. Bu madde bedensel zararın ilerideki sonuçlarıyla ilgili olmamış olsaydı herhalde yasa koyucu ölenin yakınları için destek tazminatı talepleri için de benzer bir hükme yer verecek veya bu maddede bu hususu da düzenleyecek ya da bedensel zarar yerine ölüm ve bedensel zarardan doğan maddi zarar ifadesini kullanacaktı. Zaten bedensel zararın sözlük anlamının vücut bütünlüğüne verilen zarar olması yani kişinin yaralanması sonucu ve derecesiyle ilgili olması da bu sonucu gerektirmektedir. Bir olaya bağlı maluliyet derecesinin ileride artma ihtimali gibi nedenlerle söz konusu hükmün getirildiği içeriği itibarıyla da çok açık bir biçimde anlaşılmaktadır. Örneğin, haksız fiil sonucu ayağı veya kolu kırılan ile yüzünde veya vücudunda izler oluşan kişinin bu yaralanmalarının süreklilik arz edip etmediği, tedavi ile iyileşme olanağı bulunup bulunmadığının karar tarihinde kesinleşmemiş olması gibi. Bu halde anılan istisnai hükümden hareketle haksız fiilden kaynaklanan tüm tazminat taleplerinde geç bir tarihin-(hüküm tarihinin)-karar tarihine en yakın tarihe göre bedensel zarara uğrayan kişi veya desteğin hesaplamaya esas gelirinin ve destekten yoksun kalan kişi sağ kalan eş ise eşin yeniden evlenme ihtimalinin belirlenmesi ve hesaplamada esas alınması Türk Borçlar Kanunu’nun amacını aşan, kanun hükümlerine olağan dışında bir anlam vermek suretiyle elde edilen bir yorum ile yasalar tarafından düzenlenen usul kurallarının ortadan kaldırılması sonucunu doğurabilecek kadar aşırı bir uygulama olduğunun kabulü gerekmektedir.
Tazminat hesabında, rapor (hüküm) tarihindeki en son verilerin dikkate alınması ve gerçek belli iken varsayımlara göre değerlendirme yapılamayacağı yönündeki gerekçe de söz konusu uygulamanın gerekçesi olamaz. Çünkü, hak sahibi veya desteğin geliri ile destekten yoksun kalan kişi sağ kalan eş ise eşin yeniden evlenme ihtimali haksız fiil tarihi itibariyle zaten bilinen verilerdir. Tazminat hesabında farazi esaslara dayanan unsurlar destekten yoksun kalma halinde, ölenin muhtemel yaşam süresi, muhtemel çalışma ve destek olma süresi, destekten yoksun kalanların muhtemel yaşama süresi, destek alabilme süreleri, ölenin muhtemel çalışma süresi sonuna kadar gelirinden kendisine ayıracağı miktar, destekten yoksun kalanların her birine ölenden düşen destek oranı, bedensel zarar halinde ise zarar görenin olay tarihindeki bakiye ömrü, işgörebilirlik çağıdır. Bu kapsamda haksız fiil tarihi itibariyle bilinen bir olgunun rapor tarihi itibariyle güncellenmesi, böylece taraflardan birisi aleyhine ölçüsüzlük teşkil edecek şekilde zarar verenin haksız fiilden doğacak borcunun, rapor tanzim tarihine göre her zaman değiştirilebilir nitelik taşıması sorumluluk hukukunun hem maddi hem de şekli esaslarına aykırılık teşkil ettiği gibi zarar veren ve onunla birlikte yasal ve sözleşmesel olarak sorumlu olan işleten ve sigorta şirketinin mülkiyet hakkının korunması şeklindeki anayasal ilke ile de bağdaşmamaktadır. Bu durum, zarar veren ve diğer yasal sorumlular bakımından fakirleşmeye, zarar gören bakımından ise sebepsiz zenginleşmeye yol açmaktadır. Bu uygulama kanun koyucunun TBK’nın 55. maddesi ile “…Destekten yoksun kalma zararları ile bedensel zararların, bu Kanun hükümlerine ve sorumluluk hukuku ilkelerine göre hesaplanır…” şeklindeki düzenleme ile borcun kapsamının tespiti hususunda çizdiği temel çerçeveye de aykırılık teşkil etmektektedir. Bu itibarla sorumluluk hukukunun genel esaslarına aykırı bu uygulama Anayasa’nın 17 ve 35. maddelerine aykırıdır. Örneğin, 2017 yılında A ve B plakalı araçların karıştığı ve eşit kusurlu oldukları çift taraflı trafik kazası neticesinde A aracında yolcu olarak bulunan 35 yaşındaki Mehmet’in vefat ettiğini, geride 33 yaşında bir eş ve 18 yaşından küçük 3 ve 5 yaşında iki çocuk bıraktığını, ölüm tarihinde gelirinin asgari ücret olduğunu, hak sahipleri olan eşi ve çocukları tarafından destekten yoksun kalma istemiyle 2017 yılında A aracı sürücüsüne, 2020 yılında ise B aracı sürücüsüne karşı kusur sorumluluğu esasına göre dava açıldığını ve bu davaların açıldıkları yıl alınan aktüerya raporları sonrası mahkemelerce karara bağlandığını varsayalım. 2017 yılı asgari ücreti 1.404,00 TL, 2020 yılı asgari ücreti ise 2.324,71 TL’dir. Mehmet’in ölüm tarihi olan 2017 yılında AYİM tablosuna göre 31-35 yaş aralığında olan ve 33 yaşında bulunan eşinin yeniden evlenme ihtimali %17 olup 18 yaşından küçük iki çocuğu bulunduğundan her bir çocuk için yapılan %5’lik indirim sonrası evlenme ihtimali %7 olarak hesaplamada dikkate alınır, yani tazminatta indirim yapılır. 2020 yılında ise AYİM tablosuna göre 36-40 yaş aralığında olan ve 36 yaşında bulunan eşin yeniden evlenme ihtimali %9 olmakta ve yine 18 yaşından küçük iki çocuğu bulunduğundan her bir çocuk için yapılan %5’lik indirim sonrası evlenme ihtimali %0 olarak hesaplamada dikkate alınmakta, yani tazminatta bu sebeple indirim yapılmamaktadır. Yargıtay uygulamalarına göre B aracı sürücüsüne karşı açılan davada 2020 yılında alınan raporda bir yandan hesaplamaya esas gelir 2020 yılı asgari ücreti olarak esas alınmakla %65-70 artarken diğer yandan da 2020 yılı itibariyle eşin yeniden evlenme ihtimali azaldığından ya da sıfırlandığından tazminat miktarı artmaktadır. Böylece aynı olayda eşit şekilde sorumlu olan iki kişinin sorumlu oldukları tazminat miktarı-temerrüt faizleri hariç olmak üzere- aktüerya raporunun alındığı tarihe göre farklılık arz etmektedir. Aynı durum A ve B plakalı araç sürücülerine aynı tarihte dava açılmasına rağmen davaların farklı yıllarda karara bağlanması halinde de söz konusudur.
Aktüerya hesaplamasına esas tüm unsurlarda(Bedensel zarara uğrayanın veya ölenin muhtemel yaşam süresi, muhtemel çalışma ve destek olma süresi, destekten yoksun kalanların muhtemel yaşama süresi, destek alabilme süreleri, ölenin muhtemel çalışma süresi sonuna kadar gelirinden kendisine ayıracağı miktar, destekten yoksun kalanların sayısı ve her birine ölenden düşen destek oranı) haksız fiil tarihi esas alınırken bedensel zarara uğrayanın/desteğin gelirinin ve hak sahibi olan eşin yeniden evlenme şansının değerlendirilmesinde rapor tarihinin baz alınması açıkça çelişki olup değerlendirmenin haksız fiilin meydana geldiği ve zararın doğduğu tarih itibari ile yapılması gerektiği, tazminatın belirlenmesindeki ilkelerin herkese eşit olarak uygulanması gerektiği, olay tarihindeki verilerin dikkate alınmaması durumunda aynı tarihte bedensel olarak zarar gören/desteklerini yitiren, aynı konumda olan hak sahiplerine raporun alındığı tarihlerin farklı olmasına bağlı olarak başka başka gelirler ve indirimlerin uygulanabildiği, rapor tarihinin esas alınması düşüncesinin aynı tarihte bedensel zarara uğrayan/desteğini kaybeden kişilerin ayrı tarihlerde rapor hazırlanmasına bağlı olarak farklı gelir ve evlenme şansı buna bağlı farklı tazminat miktarının ortaya çıkmasına sebebiyet verdiği, oysaki tazminatın belirlenmesindeki ilkelerin herkese eşit uygulanması gerektiği, bu nedenle bu durumun eşitlik ilkesine de aykırılık teşkil ettiği, böylece aynı durumda olanlara farklı miktarlarda tazminat ödenmesine yol açıldığı, zarar verenin tazminat borcunun kapsamının dava süresine bağlı olarak farklılaşmasına ve gerçek zararın da karşılanmamasına yol açtığı, dolayısıyla zarar veren kişi aleyhine sonuç doğurduğu, sorumluluk sigortası yaptırmış olmasına rağmen sigorta şirketi tarafından ödenen tazminat ile gerçek zarara karşılık gelen tazminat arasındaki farktan teminat limitinin olay tarihi esas alınarak belirlenmesi nedeniyle zarar görene karşı zarar verenin sorumlu olmaya devam edeceği, zarar görenin sigorta şirketi tarafından tazmin edilmeyen zararı ise ancak zarar verenin ekonomik durumunun bu zararın karşılanması için yeterli olması hâlinde tazmin edilebileceği yukarıda gösterilen uygulama örnekleri ile anlaşılmaktadır. Bu durum da raporun alındığı tarihe bağlı olarak(Hak sahipleri tarafından davanın geç açılması, davanın uzaması, tarafların iddia ve savunma haklarını kötüye kullanması vs.) belirsiz şekilde haksız fiil faili ve diğer yasal sorumlular yönünden tazminat miktarının artmasına yol açmaktadır(Benzer yöndeki görüş için bkz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 01/10/2019 tarih ve 2017/17-2038 Esas, 2019/979 Karar sayılı ilamı karşı oy gerekçesi).
Yine Yargıtay uygulamasına göre bedensel olarak zarara uğrayan veya destekten yoksun kalan kişi zarar sorumlularından dava öncesinde ödeme almış ise alınan ödemenin gerçek zararı karşılayıp karşılamadığı ödeme tarihi verilerine göre belirlenmeli, eğer yapılan ödeme gerçek zararı karşılamıyorsa rapor tarihi itibariyle güncel verilere göre(Bedensel zarara uğrayanın/desteğin geliri ve hak sahibi olan eşin yeniden evlenme şansı) tazminat hesabı yapılmalı, yapılan ödemenin ödeme günü ile tazminatın hesaplandığı güne kadar geçen süredeki işlemiş yasal faizi de hesaplanarak, ödeme tutarı ile birlikte hesaplanan tazminattan indirilmesi gerekmektedir. Bu halde, Yargıtay aynı zarara ilişkin olarak dava öncesi ödeme tarihi ve rapor tarihi olmak üzere iki ayrı tarihe göre zarar belirlemesi yolunu tercih etmekte ve ödeme tarihi itibariyle yapılan ödemenin yeterli olması halinde zararın karşılandığını ve bakiye zarar iddiasında bulunulamayacağını kabul etmektedir. Örneğin, haksız fiil sorumlusundan ya da onun sorumluluğunu üstelenen zorunlu trafik sigortasından 2017 yılında 100.000,00 TL ödeme alan Ahmet’in ödeme tarihinden sonra zararının tam karşılanmadığı ve daha fazla olduğu iddiasında bulunması ve dava açması halinde mahkemece 2020 yılında yapılacak hesaplamada yapılan ödemenin ödeme tarihi itibariyle yeterli olup olmadığı incelenmekte, zararın ödeme tarihi verilerine göre 100.000,00 TL veya daha az olması halinde davanın reddine karar verilmektedir. Eğer yapılan ödeme gerçek zararı karşılamıyorsa bu kez de 2020 yılı verilerine göre hesaplama yapılmakta ve yapılan ödeme faizi ile mahsup edilerek bakiye kısım hüküm altına alınmaktadır. Haksız fiil sonucu meydana gelen zarar tek ve aynı olduğuna göre bu durumda yapılan uygulama olsa olsa gerçek zarar olarak kabul edilen tazminatın bu süreçte ülkede yaşanan enflasyonist ortamda alacağın değer kaybının önlenmesi, satın alma gücünün korunması ve hak sahibinin alacağına geç kavuşmasının telafi edilmesidir. Bu da aynı zarara ilişkin olarak farklı tarihteki verilerin esas alınması ile değil temerrüt faizi ve bu faizin karşılamadığı diğer zararlar için de munzam zararın oluşması halinde bu müessesenin işletilmesi ve kabulü ile sağlanabilir. Bunun sonucu olarak da zarar gören kişi olaydan çok sonra dava açmış, dava yıllarca sürmüş, karar geç verilmiş olsa dahi dava tarihi, mahkemenin zararı hesaplama tarihi veya hüküm tarihi değil olay tarihinin göz önünde tutulması gerekmektedir. Para değerindeki düşme nedeniyle olay anının esas alınması zarar görenin zararını karşılamaktan uzak kalabilir. Ancak bu halde haksız fiil tazminat alacağına zarar görenin talep etmesi halinde olay anından itibaren gecikme faizi uygulanacaktır. Bu gecikme faizine rağmen zarar gören kişinin yargılamanın uzaması nedeniyle tahsil ettiği tazminatın gerçek zararını karşılamadığını iddia etmesi halinde ise Türk Borçlar Kanununun 122. maddesi hükümleri uyarınca gecikme faizi ile karşılanmayan munzam zararın tazmin talebi gündeme gelebilecektir(Bkz. Kılıçoğlu, Prof. Dr. Ahmet Mithat, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2012, Turhan Kitabevi, sayfa 402 ve 423 vd.).
6100 sayılı HMK’nın 107. maddesi ile bedensel olarak zarara uğrayan veya destekten yoksun kalan kişilere belirsiz alacak davası açma imkanının da kanun koyucu tarafından tanındığı dikkate alındığında haksız fiil tarihindeki veriler esas alınmasına rağmen hesaplanan tazminata uygulanan temerrüt faizinin talep halinde olay tarihi, dava tarihi gibi daha geriye bir tarihten işlemesi de dengeleyici bir unsur niteliğinde olup sorumluluk hukukunun genel ilkesine bağlı kalınmasının da tam bir hakkaniyetsizlik yarattığından da söz edilemez.

Ayrıca Yargıtay’ın mevcut uygulaması hakim değişikliği, raporun yıl sonunda alınması ve yeni yıla girilmesi, bozma sonrası yeniden hüküm verilmesi gibi hallerde olduğu gibi karar tarihine yakın verilerin kullanılması gerekçesiyle birden fazla aktüerya raporu alınmasına sebebiyet vermekte ve yargılamanın uzamasına da yol açmaktadır. Bu durum da yargılamanın en kısa ve makul sürede sonuçlandırılması zorunluluğuyla bağdaşmadığı gibi hakkın en kısa sürede sahibine teslim edilebilmesini de mümkün kılmamaktadır.
Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 31/12/1976 tarih 1976/9370 karar sayılı kararında da ifade edildiği gibi “…Hakim tabiata, olağana, gerçeğe uygun bir şekilde katı kalpler ve katı kalıplar içerisinde sıkışıp kalmadan uyuşmazlığa insan kokusu taşıyan bir çözüm getirmek zorundadır…”

Mahkememizce, Yargıtay’ın istikrarlı olarak kararlarında benimsediği ilkelerin dışına çıkılmasını gerektiren hususlar yukarıda açıklanmış olup Yargıtay tarafından yapılan yorumun kanun hükümlerine olağan dışında bir anlam vermek suretiyle elde edildiği ve mevzuat hükümleri çerçevesinde, öngörülebilirlik sınırları içerisinde olduğundan bahsedilemeyeceği, bu açıdan ilgili katı yorumun zarar veren haksız fiil failinin ve onunla birlikte sorumlu olan diğer yasal sorumlular yönünden, gerçek zararın karşılanması suretiyle zarar görenin mülkiyet hakkı kapsamındaki meşru beklentisi ile fazla tazminat ödenmesini engellemek suretiyle de zarar verenin mülkiyet hakkını koruma konusundaki adil dengenin bozulmasına sebebiyet vermek suretiyle mülkiyet hakkını ihlal ettiği, mahkememizin temel hak ihlallerini gidermekle yükümlü olduğu(Anayasa Mahkemesi’nin, Necati Gündüz ve Recep Gündüz bireysel başvurusu, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; Güher Ergun ve diğerleri bireysel başvurusu, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 26), Anayasa Mahkemesine bireysel başvurunun ikincil nitelikte bir kanun yolu olduğu, temel hak ve özgürlüklerin ihlallerinin mahkememizce çözüme kavuşturulmasının esas olduğu (Bayram Gök, B. No: 2012/946, 26/3/2013, § 18) bu nedenle ölüm ve bedensel zarara ilişkin tazminat hesaplamasında dava hangi tarihte açılmış olursa olsun haksız fiil tarihindeki verilerin esas alınması gerektiği sonucuna varılmıştır. Kanaatimizce bu kabul hem kanunun ruhuna ve özüne hem de hakkaniyete de daha uygun olacaktır.
Yukarıda yapılan açıklamalar ve tüm dosya kapsamı bir arada değerlendirildiğinde; 04/03/2014 tarihinde davacının sevk ve idaresindeki … plakalı araç ile davalı sigorta nezdinde zmms sigortalı … plakalı aracın çarpışması neticesinde çift taraflı, yaralamalı ve maddi hasarlı trafik kazasının meydana geldiği, davacının bu kazada geçici ve sürekli olarak iş göremez hale geldiği iddiası ile maddi tazminat talebinde bulunduğu, uğranılan zararın kazaya sebebiyet verdiği iddia olunan …. plakalı aracın zmss sigortacısı olan davalı sigorta şirketinden tazmininin talep edildiği, mahkememizce alınan ATK Trafik İhtisas Dairesinin 11/09/2018 tarihli raporuna göre, kazanın meydana gelmesinde davacının % 25 tali, davalı sigorta sürücüsünün ise %75 asli kusurlu olduğu yönünde görüş ve kanaat bildirildiği, mahkememizce alınan kusur raporunun kaza tespit tutanağı ile uyumlu olduğu, somut olayda davalı sürücüsünün kontrolsüz kavşakta geçiş önceliğine dikkat etmediği, tedbirsiz, dikkatsiz, özen yükümlülüğüne ve güvenli seyir kurallarına aykırı şekilde hareket ettiği ve meydana gelen kazada asli kusurlu olduğu, mahkememizce davacının dava konusu kazada çalışma gücü kaybına uğrayıp uğramadığı yönünde dosyanın İstanbul ATK ya gönderildiği, İstanbul ATK tarafından düzenlenen 24/09/2021 tarihli maluliyet raporunda davacının %3.3 oranında sürekli iş göremez ve 9 ay geçici iş göremez olduğu yönünde görüş ve kanaat bildirildiği, sonrasında mahkememizce dosyanın aktüer bilirkişiye tevdii edildiği, aktüer bilirkişinin 15/12/2021 tarihli raporuna göre kaza tarihindeki veriler (davacının bakiye ömrü, bakiye çalışma süresi, geliri v.s) sabit olarak dikkate alındığında davacının talep edebileceği geçici iş göremezlik tazminat miktarının 5.970,74 TL, sürekli iş göremezlik tazminatının ise 14.268,82 TL olduğu, kaza tarihindeki veriler (davacının bakiye ömrü, bakiye çalışma süresi v.s) sabit, sürekli iş göremezlik yönünden geliri rapor tarihindeki güncel ücret olarak dikkate alındığında ise davacının talep edebileceği geçici iş göremezlik tazminat miktarının 5.970,74 TL, sürekli iş göremezlik tazminatının ise 64.480,88 TL olduğu yönünde görüş ve kanaat bildirildiği, her ne kadar Yargıtay tarafından süreklilik kazanan içtihatlarla işlemiş/ işleyecek dönem hesabında; rapor tanzim tarihine kadar gerçekleşen zararın bilinen veriler(gelirin ortalaması alınmayarak ay ay bilinen geliri) nazara alınarak ve iskontoya tabi tutulmadan uygulanması; rapor tanzim tarihinden sonraki zarar yönünden ise bilinen son gelir nazara alınıp 1/Kn katsayısına göre her yıl %10 oranında artırılmak ve iskonto edilmek suretiyle hak sahibinin zararının karar tarihine yakın güncel verilere göre belirlenmesi ve buna göre tazminat hesabının yapılması istenmekte ise de; mahkememizce, Yargıtay’ın istikrarlı olarak kararlarında benimsediği ilkelerin dışına çıkılmasını gerektiren hususlar yukarıda açıklanmış olup Yargıtay tarafından yapılan yorumun kanun hükümlerine olağan dışında bir anlam vermek suretiyle elde edildiği ve mevzuat hükümleri çerçevesinde, öngörülebilirlik sınırları içerisinde olduğundan bahsedilemeyeceği, bu açıdan ilgili katı yorumun zarar veren haksız fiil failinin ve onunla birlikte sorumlu olan diğer yasal sorumlular yönünden, gerçek zararın karşılanması suretiyle zarar görenin mülkiyet hakkı kapsamındaki meşru beklentisi ile fazla tazminat ödenmesini engellemek suretiyle de zarar verenin mülkiyet hakkını koruma konusundaki adil dengenin bozulmasına sebebiyet vermek suretiyle mülkiyet hakkını ihlal ettiği, mahkememizin temel hak ihlallerini gidermekle yükümlü olduğu(Anayasa Mahkemesi’nin, Necati Gündüz ve Recep Gündüz bireysel başvurusu, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; Güher Ergun ve diğerleri bireysel başvurusu, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 26), Anayasa Mahkemesine bireysel başvurunun ikincil nitelikte bir kanun yolu olduğu, temel hak ve özgürlüklerin ihlallerinin mahkememizce çözüme kavuşturulmasının esas olduğu (Bayram Gök, B. No: 2012/946, 26/3/2013, § 18) bu nedenle ölüm ve bedensel zarara ilişkin tazminat hesaplamasında dava hangi tarihte açılmış olursa olsun haksız fiil tarihindeki tüm verilerin sabit olarak esas alınması gerektiği sonucuna varılmış ve bu kapsamda somut olayda trafik kazasının meydana geldiği ve davacının yaralanmasının gerçekleştiği 2014 yılı verilerine göre yapılan hesaplama gerçek zarar olarak esas alınmıştır.
Somut olayda olduğu gibi rapor tarihine göre davalı tarafından ödenmesi gereken tazminat miktarının olay tarihindeki verilere göre hesaplanan tazminatın neredeyse 3 katı olup bu durumun davalıdan kaynaklandığını söylemek somut olay adaleti bakımından mümkün gözükmemektedir. Çünkü kazanın meydana geldiği 2014 yılı itibariyle davacının bedensel zararı oluşmuş olup, bu zarar haksız fiil tarihi itibariyle bellidir. Bu halde somut olayda olduğu gibi hak sahibinin geç harekete geçmiş olması ve dava açması ve/veya hak sahiplerince süresinde dava açılmış olsa dahi tarafların iddia ve savunma ile hukuki dinlenilme haklarını kullanmasından kaynaklı olarak yargılamanın uzaması sebebiyle zarar gören hak sahibinin alacağına geç kavuşması gerçek zararın kapsam ve mahiyetini değiştirmemelidir. Olsa olsa bu halde zarar görenin alacağına geç kavuşmuş olmasından kaynaklı olarak temerrüt faizi ve enflasyonist ortamda ise munzam zararının doğabileceğinden bahsedilebilir.
Yerleşik Yargıtay uygulamasına göre somut olayda bedensel olarak yaralanan ve bu yaralaması geçici ve kısmi sürekli iş göremezliğe sebebiyet veren davacının geçici/sürekli çalışma gücü kaybı tazminatı talep edebileceği, buna göre haksız fiil tarihi olan 2014 yılı verilerine göre davacının geçici iş göremezlikten kaynaklı 5.970,74 TL, sürekli iş göremezlikten kaynaklı ise 14.268,82 TL olmak üzere toplam 20.239,56 TL gerçek zararı olduğu, bu miktar üzerinden davacının taleplerinin hüküm altına alınması gerektiği, Anayasa Mahkemesinin 17/07/2020 tarih ve 2019/40 Esas 2020/40 Karar sayılı ilamı uyarınca genel şartların somut olayda uygulanamayacağı, Yargıtayın son dönem kararlarına göre TRH 2010 yaşam tablosuna göre hak sahibinin bakiye ömür ve destek sürelerinin belirlenmesi, ayrıca hesaplamada genel şartlardaki teknik faizin uygulanmaması ve %10 iskonto ve artırım suretiyle bilinmeyen dönem zararların belirlenmesi gerektiği, mahkememizce alınan kusur, maluliyet ve aktüerya bilirkişi raporlarının usul ve yasa ile dosya kapsamına uygun, gerekçeli, denetime ve hükme esas alınmaya elverişli olduğu, meydana gelen ve teminat limitleri kapsamında kalan davacı zararlarından kazaya sebebiyet veren aracın 27/ 04/2013- 27/04/2014 tarihleri arasında ve kaza tarihi itibariyle zmms sigortacısı olan davalı sigortanın müteselsil borçlu olarak sorumlu olduğu, davacının davalı sigortaya 04/04/2017 tarihinde başvurmakla birlikte maluliyetine ilişkin rapor ve belgeleri davalı sigortaya ibraz etmediği, eksik bilgi ve belge ile başvuruda bulunduğu, bu nedenle bu başvurunun davalıyı temerrüde düşürdüğünden bahsedilemeyeceği, davalının dava tarihi itibariyle temerrüde düştüğünün kabulü gerektiği, dava konusu uyuşmazlığın niteliğine göre talep edebilecek faizin yasal faiz olduğu, davacının dava konusu uyuşmazlıkta munzam zarar talebinin bulunmadığı, davacının davasını belirsiz alacak davası olarak ikame ettiği, dava değerini 05/01/2022 tarihli değer arttırım dilekçesi ile arttırdığı anlaşılmakla taleple bağlı kalınarak davanın kısmen kabulüne kısmen reddine dair aşağıdaki gibi hüküm kurulmuştur.
HÜKÜM: Gerekçesi yukarıda açıklanan nedenlerle:
DAVANIN KISMEN KABULÜ İLE KISMEN REDDİNE,
1-Davanın KISMEN KABULÜ ile, 20.239,56 TL’nin dava tarihi olan 05/05/2017 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya VERİLMESİNE, fazlaya ilişkin talebin REDDİNE,
2-Alınması gerekli 1.382,56 TL karar ve ilam harcından davacı tarafından yatırılan 31,40 TL peşin harç ve 208,88 TL ıslah harcı toplamı 240,28 TL harcın mahsubu ile bakiye 1.142,28 TL’nin davalıdan tahsili ile HAZİNEYE İRAD KAYDEDİLMESİNE,
3-Davacı tarafından yatırılan 31,40 TL başvurma harcı, 31,40 TL peşin harç, 208,88 TL ıslah harcı ile 500,00 TL bilirkişi ücreti, 1.134,50 TL ATK rapor ücreti, 582,55 TL müzekkere-tebligat gideri toplamı olan 2.488,73 TL yargılama giderinin davanın kısmen kabulü ile kısmen reddi sebebiyle tarafların haklılık oranına göre (20.239,56/70.451,62=0,28) 696,84 TL’sinin davalıdan tahsili ile davacıya ÖDENMESİNE, bakiye kısmın davacı üzerinde BIRAKILMASINA,
4-Davacı kendisini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 13/1. maddesi uyarınca hüküm altına alınan tazminat için 5.100,00 TL vekalet ücretinin davalıdan tahsili ile davacıya ÖDENMESİNE,
5-Davalı kendisini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 13/1-3 maddesi uyarınca reddedilen tazminat talebi üzerinden hesaplanan 5.100,00 TL vekalet ücretinin davacıdan tahsili ile davalıya ÖDENMESİNE,
6-6100 Sayılı HMK’nın 333. Maddesi uyarınca davacı tarafından yatırılan ve kullanılmayan gider avansından bakiye miktarın kararın kesinleşmesinden sonra davacıya İADESİNE,
Dair, karar HMK 341vd maddeleri gereğince tebliğ tarihinden itibaren iki hafta içerisinde Mahkememize veya aynı nitelikteki başka yer Mahkemesine verilecek dilekçe ile İzmir Bölge Adliye Mahkemeleri nezdinde istinaf yolu açık olmak üzere davacı vekilinin yüzüne karşı, davalı tarafın yokluğunda açıkça okunup usulen anlatıldı.19/01/2022
Katip ….
E-İMZA

Hakim …
E-İMZA