Emsal Mahkeme Kararı İzmir 1. Asliye Ticaret Mahkemesi 2017/1185 E. 2021/987 K. 12.11.2021 T.

Görüntülediğiniz mahkeme kararı henüz kesinleşmemiştir. Yararlı olması amacıyla eklenmiştir.

T.C.
İZMİR
1. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ

ESAS NO : 2017/1185 Esas
KARAR NO : 2021/987

MAHKEMEMİZİN … ESAS SAYILI DAVA DOSYASINDA;

DAVA : Maddi ve Manevi Tazminat (Ölüm Ve Cismani Zarar Sebebiyle Açılan Tazminat)
DAVA TARİHİ : 16/10/2017

BİRLEŞEN İZMİR 3. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİNİN 2020/466 ESAS SAYILI DAVA DOSYASINDA;

DAVA : Maddi ve Manevi Tazminat (Ölüm Ve Cismani Zarar Sebebiyle Açılan Tazminat)
DAVA TARİHİ : 03/09/2020
KARAR TARİHİ : 12/11/2021

Davacılar tarafından davalılar aleyhine açılan Maddi ve Manevi Tazminat (Ölüm Ve Cismani Zarar Sebebiyle Açılan Tazminat) davasının mahkememizde yapılan açık yargılaması sonunda, tüm dosya incelendi.
A-)MAHKEMEMİZİN … ESAS SAYILI DAVA DOSYASINDA;
İDDİA VE TALEP:
Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; 18.01 2017 tarihinde davalı … sevk ve idaresindeki … plakalı araç ile önünde seyir eden aracı geçmeye çalıştığı esnada karşı yönden gelmekte olan surücü … … yönetimindeki … plakalı araç ile çarpışması neticesinde ölümlü trafik kazası meydana geldiğini, meydana gelen trafik kazasında müvekkilinin murisi …’un kazaya karışan araçlardan … plakalı araçta yolcu olarak bulunmakta olduğunu ve vefat ettiğini, kaza ile ilgili olarak Menderes Cumhuriyet Başsavcılığı’nın … soruşturma sayılı dosyası ile soruşturma halen devam ettiğini, davalı sigorta şirketi tarafından zorunlu mali mesuliyet poliçesi ile sigortalı olan … plakalı araç sürücüsü …’ın kazada % 100 kusurlu bulunduğunu, kaza sırasında vefat eden …’un desteğinden yoksun kalan eş ve kızı ile anne-babası için … plakalı aracın kaza anında geçerli ZMMS poliçesini düzenleyen…Sigorta tarafından bir miktar ödeme yapıldığını ancak bunun gerçek zararlarını karşılamadığını belirterek … ve … için 3000’er destekten yoksun kalma tazminatı ve 50.000’er TL manevi tazminatın, … ve … için de 5000’er TL destekten yoksun kalma tazminatı ve 50.000’er TL manevi tazminatın tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
CEVAP VE SAVUNMA:
Davalı…vekili cevap dilekçesinde özetle; 31.08.2016/2017 tarihleri arasında geçerli olmak üzere Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk (Trafik) Poliçesi ile sigortalı olduğu, söz konusu poliçede teminat limiti kişi başı 310.000 TL olduğunu belirterek davanın yeterli ödemenin gerçekleştirilmiş olması nedeniyle reddine, dosyada kusur tespiti yapılmasına, tazminat sorumluluğumuzun doğması durumunda hesaplamaların Hazine Müsteşarlığına kayıtlı uzman bilirkişilerce, TRH 2010 Mortalite tablosu esas alınarak yapılmasına, müterafik kusur indirimi yapılmasına, aleyhimize faize hükmedilmemesine, aleyhimize hüküm kurulmaması halinde, yargılama masrafları ve vekalet ücretinin karşı tarafa yükletilmesine karar verilmesi talep edilmiştir.
Davalılar … Mirasçıları … ve … vekili cevap dilekçesinde özetle; kazanın oluş şekli açısından müvekkilinin eşi …’ ın aracının sağ ön tarafından hasar aldığı ve davacının içinde bulunduğu araç ise sol ön tarafından hasar aldığı, kaza raporundaki çizimlerde ise her iki aracın ön kısımlarıyla kaza yapmış gibi bir tutanak tutulduğunu, tutanakla tespit edilen hususlarla araçların hasarlı kısımlarının birbiriyle örtüşmediğini, kazanın çizimlerde ki gibi kaza yapmış olması için müvekkilimin aracının da sol tarafından hasarlı olması gerektiğini, çelişkiler dikkate alınarak olay mahallinde yeniden keşif yapılmasını ve yeni değişik ihtimallere göre rapor hazırlanmasını ve kaza ile ilgili İzmir 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nin … E. sayılı dosyasıyla açılan davanın bekletici mesele yapılmasını, müteveffanın içinde bulunduğu aracın sürücüsünün de kusurunun bulunup bulunmadığı hususlarının da davada araştırılmasını, davacı tarafın talep etmiş olduğu manevi tazminat miktarının çok yüksek olduğunu, talep edilen ve hükmedilecek olan manevi tazminatın, zenginleşme aracı olmadığını belirterek haksız açılmış dava nın reddine ve her türlü masrafın davacılardan tahsile karar verilmesi talep etmiştir.
B-)BİRLEŞEN İZMİR 3. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİNİN 2020/466 ESAS SAYILI DAVA DOSYASINDA;
İDDİA VE TALEP:
Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; 8.01.2017 tarihinde meydana gelen trafik kazasında müvekkillerimin müşterek çocuğu …’un vefat ettiğini, ilgili kaza’nın Menderes Kuşadası karayolu üzerinde … sevk ve idaresindeki … plakalı araç ile belirtilen mevkiye geldiğinde önünde seyir eden aracı geçmeye çalıştığı esnada karşı yönden gelmekte olan sürücü … … yönetimindeki … plakalı araç ile çarpışması neticesinde ölüm ve yaralamayla sonuçlanan kaza meydana geldiği, kaza ile ilgili olarak Menderes Cumhuriyet Başsavcılığının … soruşturma sayılı dosyası ile soruşturma halen devam ettiği, müvekkillerinin murisi …’un kazaya karışan araçlardan … plakalı araçta yolcu olarak bulunmakta olduğu ve trafik kazası tespit tutanağından da anlaşılmak üzere davalı şirket tarafından yapılmış olan zorunlu mali mesuliyet sigortasınca da … plakalı araç sürücüsü … %100 kusurlu bulunduğunu belirterek usul ekonomisi uyarınca ve mağduriyetin bir an önce giderilmesi için aynı konu hakkında tarafımızca açılmış olan İzmir 1. Asliye Ticaret Mahkemesi’nde … Esas Sayılı dava dosyası ile birleştirilmesine, davalı…Sigorta AŞ.’den (manevi tazminat hariç maddi tazminattan sorumluluğu oranında) aracın zorunlu mali sorumluluk sigortacısı olması nedeniyle, …’ın haksız fiil eylemini gerçekleştirmesi nedeniyle müvekkillerimin her biri için 5.000,00-TL maddi (destekten yoksun kalma tazminatı) 50.000,00-TL manevi olmak üzere toplam 110.000,00-TL tazminatın kazanın gerçekleştiği 18.01.2017 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
CEVAP VE SAVUNMA:
Davalı…vekili cevap dilekçesinde özetle; 31.08.2016/2017 tarihleri arasında geçerli olmak üzere Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk (Trafik) Poliçesi ile sigortalı olduğu, söz konusu poliçede teminat limiti kişi başı 310.000 TL olduğunu belirterek davanın yeterli ödemenin gerçekleştirilmiş olması nedeniyle reddine, dosyada kusur tespiti yapılmasına, tazminat sorumluluğumuzun doğması durumunda hesaplamaların Hazine Müsteşarlığına kayıtlı uzman bilirkişilerce, TRH 2010 Mortalite tablosu esas alınarak yapılmasına, müterafik kusur indirimi yapılmasına, aleyhimize faize hükmedilmemesine, aleyhimize hüküm kurulmaması halinde, yargılama masrafları ve vekalet ücretinin karşı tarafa yükletilmesine karar verilmesi talep edilmiştir.
Davalılar … Mirasçıları … ve … vekili cevap dilekçesinde özetle; kazanın oluş şekli açısından müvekkilinin eşi …’ ın aracının sağ ön tarafından hasar aldığı ve davacının içinde bulunduğu araç ise sol ön tarafından hasar aldığı, kaza raporundaki çizimlerde ise her iki aracın ön kısımlarıyla kaza yapmış gibi bir tutanak tutulduğunu, tutanakla tespit edilen hususlarla araçların hasarlı kısımlarının birbiriyle örtüşmediğini, kazanın çizimlerde ki gibi kaza yapmış olması için müvekkilimin aracının da sol tarafından hasarlı olması gerektiğini, çelişkiler dikkate alınarak olay mahallinde yeniden keşif yapılmasını ve yeni değişik ihtimallere göre rapor hazırlanmasını ve kaza ile ilgili İzmir 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nin …. E. sayılı dosyasıyla açılan davanın bekletici mesele yapılmasını, müteveffanın içinde bulunduğu aracın sürücüsünün de kusurunun bulunup bulunmadığı hususlarının da davada araştırılmasını, davacı tarafın talep etmiş olduğu manevi tazminat miktarının çok yüksek olduğunu, talep edilen ve hükmedilecek olan manevi tazminatın, zenginleşme aracı olmadığını belirterek haksız açılmış dava nın reddine ve her türlü masrafın davacılardan tahsile karar verilmesi talep etmiştir.
DAVA:
Asıl ve birleşen dava, 6098 Sayılı TBK’nın 71 ve 2918 Sayılı KTK’nın 85 ve devamı maddeleri kapsamında açılan motorlu araç işletilmesinden kaynaklanan maddi tazminat (destekten yoksun kalma) ve manevi tazminat isteğine ilişkindir.
DELİLLER:
-İzmir 7. Ağır Ceza Mahkemesinin …. sayılı dosya sureti,
-… Sigorta A.Ş nin 22/12/2017 ve 17/02/2021 tarihli yazısı ve eki,
-Sigorta ödeme beyanı, poliçe, kaza tutanağı, hasar dosyası,
-Karabağlar İlçe Emniyet Müdürlüğünün ekonomik sosyal durum araştırması
cevabı yazısı,
-Kuşadası İlçe Emniyet Müdürlüğünün 19/07/2019 tarihli yazısı ve eki,
-İzmir Emniyet Müdürlüğünün 12/07/2019 tarihli yazısı ve eki,
-Bilirkişi …’in 12/10/2019 tarihli kök raporu, 06/02/2020 tarihli ek raporu,
-İzmir Lokantacılar ve Gazinocular Odasının 24/11/2020 tarihli yazısı,
-Hastane kayıtları,
-SGK’nun 12/03/2021 ve 26/03/2021 tarihli yazısı ve eki,
-Bilirkişi …’ın 10/05/2021 tarihli aktüer raporu.
DELİLLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ VE GEREKÇE:
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle konu ile ilgili yasal mevzuatın ve ilgili kavramların irdelenmesinde fayda bulunmaktadır.
A) İLGİLİ MEVZUAT:
Anayasa’nın 17. maddesinde “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” hükmüne yer verilmiştir.
Anayasa’nın 35. maddesinde ise “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” denilmek suretiyle mülkiyet hakkı güvenceye bağlanmıştır.
Davanın açıldığı tarihte yürürlükte bulunan ve somut olaya uygulanması gereken 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “Haksız Fiillerden Doğan Borç İlişkileri” başlıklı bölümünde;
Sorumluluk “Genel Olarak” başlıklı 49. maddesi şöyledir:
“Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür.
Zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk kuralı bulunmasa bile, ahlaka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar veren de, bu zararı gidermekle yükümlüdür.”
“Zararın ve Kusurun İspatı” başlıklı 50. maddesi şöyledir:
“Zarar gören, zararını ve zarar verenin kusurunu ispat yükü altındadır.
Uğranılan zararın miktarı tam olarak ispat edilemiyorsa hâkim, olayların olağan akışını ve zarar görenin aldığı önlemleri göz önünde tutarak, zararın miktarını hakkaniyete uygun olarak belirler.”
Tazminatın “Belirlenmesi” başlıklı 51. maddesi şöyledir:
“Hâkim, tazminatın kapsamını ve ödenme biçimini, durumun gereğini ve özellikle kusurun ağırlığını göz önüne alarak belirler.
Tazminatın irat biçiminde ödenmesine hükmedilirse, borçlu güvence göstermekle yükümlüdür.”
Tazminatın “İndirilmesi” başlıklı 52. maddesi şöyledir:
“Zarar gören, zararı doğuran fiile razı olmuş veya zararın doğmasında ya da artmasında etkili olmuş yahut tazminat yükümlüsünün durumunu ağırlaştırmış ise hakim tazminatı indirebilir veya tamamen kaldırabilir.
Zarara hafif kusuruyla sebep olan tazminat yükümlüsü tazminatı ödediğinde yoksulluğa düşecek olur ve hakkaniyet de gerektirirse hakim tazminatı indirebilir.”
Özel Durumlar “Ölüm” başlıklı 53. maddesi şöyledir;
“Ölüm hâlinde uğranılan zararlar özellikle şunlardır:
1. Cenaze giderleri.
2. Ölüm hemen gerçekleşmemişse tedavi giderleri ile çalışma gücünün azalmasından ya da yitirilmesinden doğan kayıplar.
3. Ölenin desteğinden yoksun kalan kişilerin bu sebeple uğradıkları kayıplar.”
Özel Durumlar “Bedensel Zarar” başlıklı 54. maddesi şöyledir:
“Bedensel zararlar özellikle şunlardır:
1. Tedavi giderleri.
2. Kazanç kaybı.
3. Çalışma gücünün azalmasından ya da yitirilmesinden doğan kayıplar.
4. Ekonomik geleceğin sarsılmasından doğan kayıplar.

Özel Durumlar, Ölüm ve Bedensel Zarar Halinde Tazminatın “Belirlenmesi” başlıklı 55. maddesi şöyledir:
“Destekten yoksun kalma zararları ile bedensel zararlar, bu Kanun hükümlerine ve sorumluluk hukuku ilkelerine göre hesaplanır. Kısmen veya tamamen rücu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemeler, bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez; zarar veya tazminattan indirilemez. Hesaplanan tazminat, miktar esas alınarak hakkaniyet düşüncesi ile artırılamaz veya azaltılamaz.
Bu Kanun hükümleri, her türlü idari eylem ve işlemler ile idarenin sorumlu olduğu diğer sebeplerin yol açtığı vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen yitirilmesine ya da kişinin ölümüne bağlı zararlara ilişkin istem ve davalarda da uygulanır.”
“Tazminat Hükmünün Değiştirilmesi” başlıklı 75. maddesi şöyledir:
“Bedensel zararın kapsamı, karar verme sırasında tam olarak belirlenemiyorsa hâkim, kararın kesinleşmesinden başlayarak iki yıl içinde, tazminat hükmünü değiştirme yetkisini saklı tutabilir.”
“Borçların İfa Edilmemesinin Sonuçları” bölümünün “Aşkın Zarar” başlıklı 122. maddesi şöyledir:
“Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.
Temerrüt faizini aşan zarar miktarı görülmekte olan davada belirlenebiliyorsa, davacının istemi üzerine hâkim, esas hakkında karar verirken bu zararın miktarına da hükmeder”
B) SORUMLULUK HUKUKU, HAKSIZ FİİL, ZARAR VE TAZMİNAT
KAVRAMLARI:
Sorumluluk hukuku olarak da adlandırılan borçlar hukukunun amacı, haksız fiil halinde bir kimsenin malvarlığında iradesi dışında meydana gelen eksilmeleri-gerçek zararı aynen veya nakden gidererek zarar görenin zarar verici olay sonucunda malvarlığında eksilen değer yerine nitelik veya nicelik yönünden eş bir değer koymaktır.
Dava konusu olayın yaşandığı tarihte yürürlükte bulunan 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nda borcun kaynakları, “Borç İlişkisinin Kaynakları” başlığı altında, sözleşmeden doğan borçlar (m. 1- 48), haksız fiilden doğan borçlar (m. 49- 76) ve haksız (sebepsiz) iktisap(zenginleşme)den doğan borçlar (m. 77-82) olarak düzenlenmiştir.  
Türk Borçlar Kanunu’nun 49. maddesinde ifadesini bulan haksız fiil, kusurlu ve hukuka aykırı bir eylemle başkasına zarar verilmesidir. Haksız fiilden söz edilebilmesi için şu dört unsurun birlikte bulunması zorunludur: Öncelikle ortada hukuka aykırı bir fiil bulunmalıdır. İkinci unsur, fiili işleyenin kusurudur. Üçüncü olarak, kusurlu şekilde işlenen ve hukuka aykırı olan bu fiil nedeniyle bir zarar doğmalıdır. Nihayet, doğan zarar ile hukuka aykırı fiil arasında uygun nedensellik bağı bulunmalıdır. Bu unsurların tümünün bir arada bulunmadığı, bir veya birkaç unsurun eksik olduğu durumlarda, haksız fiilin varlığından söz edilemez.  
TBK’nın 49. maddesine göre, kusurlu ve hukuka aykırı bir eylemle başkasına zarar veren kimse bu zararı tazmine mecburdur. Özel bir sorumluluk hükmüyle düzenlenmemiş bütün hâllerde bir  kimse için haksız fiil sorumluluğunun söz konusu olması, TBK’nın 49. maddesindeki şartların  gerçekleşmesine bağlıdır. Başka bir deyişle, ayrık bir düzenleme bulunmayan kusur sorumluluğu  hâllerinde, TBK’nın 49. maddesi ve devamında yer alan esaslar uygulanır.
Haksız fiilin borç doğurmasının sebebi doğan zararı giderme yükümlülüğünden doğmaktadır. Haksız fiil faili, bu fiili ile yaratmış olduğu eksilmeyi gidermek zarar gören kişiyi fiilden önceki durumuna getirme borcu altına girmiş olur.
Zarar, hukuki niteliği itibariyle bir eksilmeyi ifade eder. Bu eksilme malvarlığında söz konusu olabileceği gibi şahıs varlığında da söz konusu olabilir. Zarar kavramı ayrıca maddi -manevi zarar, doğrudan- dolaylı zarar, yansıma yoluyla zarar, fiili zarar ve kazanç kaybı zararı gibi değişik açılardan da sınıflandırılabilmektedir. Yargıtay uygulamalarına göre ise zarar, mal varlığındaki eksilme ile zarar verici olaydan sonraki durumu ile bu olay meydana gelmese idi mevcut olacak durumu arasındaki farktan ibarettir. Hukuk literatüründe buna fark teorisi denilmektedir.
Tazminat ise, zararın karşılanması ve giderilmesi için zarar görene verilmesi gereken şey ve miktarı ifade eder. Bir zararın tazmini aynen ya da nakden olmak üzere iki tarzda mümkün olur. Aynen tazmin, zararın meydana gelmesinden önceki mal varlığı, hangi durumda ise yine o durumun doğrudan doğruya kurulmasını hedef alır. Nakden tazmin ise mal varlığında vuku bulan iktisadi kıymet azalmasının parayla karşılanmasından ibarettir. Böylece mal varlığı aynen tazminde hem muhteva, hem de değer itibariyle; nakden tazminde ise sadece değeri bakımından eski haline getirilmiş olur.

Haksız fiil failinin borcu doğan zararı tazmin etmeye dayanır. Buna göre haksız fiilden doğan tazminat borcunun üst sınırını doğan zarar oluşturur. Ancak bundan tazminat borcunun daima doğan zarar miktarına eşit olduğu sonucu da çıkartılmamalıdır. TBK’nun 52.maddesindeki indirim sebeplerinin söz konusu olduğu haller gibi (Bkz. Kılıçoğlu, Prof. Dr. … Mithat, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2012, Turhan Kitabevi, sayfa 287.)
C)HAKSIZ FİİLDE İLLİYET BAĞI VE SORUMLULUK ESASLARI:
Haksız fiil halinde tazminat talep edilebilmesi için zarar yanında zarar ile haksız fiil arasında uygun illiyet bağının da bulunması gerekir. Somut olayda gerçekleşen türden bir sonucu, olayların normal akışına ve hayat tecrübelerine göre, mahiyeti ve ana temayülü itibariyle meydana getirmeye genel olarak elverişli olan veya bu türden bir sonucun gerçekleşme ihtimalini objektif olarak artırmış bulunan zorunlu şartla söz konusu sonuç arasındaki bağa uygun illiyet bağı denir.
Hukukî sorumluluğu doğuran şartlar arasında illiyet bağı büyük bir önem taşır. İlliyet bağı, sorumluluğun aslî şartı, tazminat hukukunun temel ilkesi olarak görülür. Bu şart olmaksızın bir şahsın sorumluluğu düşünülemez. İnsan düşüncesinin bir kanunu olan illiyet kavramı, zararlı sonuçla sorumluluğu doğuran davranış veya olay arasında bir sebep-sonuç bağının bulunmasını gerektirir. Hukukta, gerçekleşen zararla sorumluluğu doğuran olay veya davranış arasındaki sebep-sonuç ilişkisine, genel anlamda illiyet bağı denir (Eren, F: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No. 361, Sorumluluk Hukuku Açısından Uygun İlliyet Bağı Teorisi, Sevinç Matbaası, Ankara-1975).
İlliyet bağı, hukukî sorumluluğun sadece kurucu bir şartı olmayıp, aynı zamanda tazminatın kapsamını tâyininde de büyük bir rol oynar. İlliyet kavramı, hukuka özgü bir kavram olmayıp, bütün bilim dallarının yararlandığı ortak bir kavramdır. Sebeple zarar arasında uygunluğun yokluğu, sebeple zararlı sonuç arasında tabii illiyet bağı bulunmaktadır, ancak bu bağ, uygun illiyet bağının kabulü için gerekli kriterleri taşımadığından, hukuken nazara alınmamakta, sorumluluğu doğurmamaktadır. Başka bir deyimle, uygunluğun yokluğunda, söz konusu sebep, hayat tecrübelerine ve olayların normal akışına göre gerçekleşen türden bir zararı meydana getirmeye elverişli değildir. Sebeple zararlı sonuç arasındaki bu elverişsizlik başlangıçtan itibaren mevcuttur.
Sebeple zararlı sonuç arasındaki uygunsuzluğun (elverişsizliğin) ikinci şekli olan illiyet bağının kesilmesini, uygunluğun yokluğundan ayırmak gerekir. Uygunluğun yokluğunda, sebep, somut olayda gerçekleşen zararlı sonucu mahiyeti itibariyle doğurmaya elverişli değildir. Oysa illiyet bağının kesilmesinde, ilk sebep gerçekleşen türden bir sonucu doğurmağa mahiyeti itibariyle elverişli olmakla birlikte, ortaya çıkan yeni bir sebep, ilk sebebi arka plâna atmış, onu somut olayda elverişsiz hâle getirmiştir. Mesela intihar etmek kastıyla kendisini bir otomobilin altına atarak ölen şahsın durumunda her ne kadar otomobil kullanılmasıyla ölüm olayı arasında bir illiyet bağı bulunmaktaysa da, bu sebep intihar eden şahsın ağır kusurlu davranışıyla arka plâna itilmiş, şahsın kendi davranışı ölümün uygun sebebi hâline gelmiştir (Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2018, s. 581 vd).
İlliyet bağını kesen sebepler, mücbir sebep, zarar görenin kusuru ve üçüncü şahsın kusuru olmak üzere üçe ayrılır. Aynı zamanda sorumluluktan kurtulma sebebi olan bu üç sebep, yalnız tehlike sorumluluğunda değil, alelade sebep sorumluluğu ile kusur sorumluluğunda da kabul edilmektedir (Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2018, s. 581 vd).
Haksız fiilde tazminat talep edilebilmesi için diğer bir şart, zarardan bir sorumluluk doğmasıdır. Örneğin, dava konusu somut uyuşmalıkta olduğu gibi trafik kazasından kaynaklanan bedensel zararlara ilişkin tazminat istemleri ile destekten yoksun kalma tazminatında üç tür sorumluluk bulunmaktadır. Haksız fiil sorumluluğu, tehlike sorumluluğu ve sözleşmeden doğan sorumluluk.
Haksız fiil sorumlusu olarak sürücünün sorumluluğu TBK’nın 49. maddesinde düzenlenen kusur sorumluluğudur. Madde; “Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür. Zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk kuralı bulunmasa bile, ahlaka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar veren de, bu zararı gidermekle yükümlüdür.” belirlemesi ile kusuru, haksız fiilin kurucu bir unsuru olarak düzenlemiştir.
Kusurlu davranış, kasti davranış ile olabileceği gibi, ihmalli (taksirli) davranış ile de olabilir. Kasti davranışta zarar veren zararlı sonuca bilerek, isteyerek sebep olmuştur. Başka bir deyişle failin iradesi, hukuka aykırı hareketle zararlı sonucun meydana gelmesine, gerçekleşmesine yönelmiştir. Taksirli (ihmali) davranışta ise, zararlı sonuç istenmemekle birlikte, böyle bir sonucun meydana gelmemesi için şartların gerekli kıldığı dikkat ve özen sarf edilmemiştir. Eş söyleyişle; burada zararlı sonuç öngörülmemekte ancak fail gerekli iradî çabayı sarf etmiş olsaydı, böyle bir sonucu öngörülebilirdi.
Kusurun sübjektif ve objektif olmak üzere iki unsuru vardır. Kusurun sübjektif unsuru, kusur ehliyeti için gerekli olan ayırt etme gücünü ifade ederken; objektif unsuru, soyut ve ortalama tipin örnek davranışından sapma anlamına gelmektedir.
Bir motorlu aracın işletilmesinden doğan sorumluluk ise tehlike sorumluluğudur. İşletenin sorumluluğu 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun (KTK) 85. maddesinde düzenlenmiştir. Anılan maddeye dayalı sorumluluktan bahsedebilmesi için sorumlu olacak kişinin öncelikle KTK’nın 3. maddesinde tanımlanan “işleten” sıfatına haiz olması gerekmektedir.
KTK’nın 3. maddesine göre, “İşleten, araç sahibi olan veya mülkiyeti muhafaza kaydıyla satışta alıcı sıfatıyla sicilde kayıtlı görülen veya aracın uzun süreli kiralama, ariyet veya relini gibi hallerde kiracı, ariyet ve rehin alan kişidir. Ancak, ilgili tarafından başka bir kişinin aracı kendi hesabına ve tehlikesi kendisine ait olmak üzere işlettiği ve araç üzerinde fiili tasarrufu bulunduğu ispat edilirse, bu kimse işleten sayılır.”
Özellikle endüstri devrimiyle birlikte ortaya çıkan teknik buluşlar ve makineleşme zarar tehlikesini arttırmış ve artan bu zarar tehlikesini önlemek için kusura dayanan sorumluluğun her zaman yeterli olmayacağı öngörülerek tehlikeli faaliyette bulunanların sebep oldukları zararları gidermesi kabul edilmiştir (Eren, F: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 9. Bası, s. 449 vd.).
Motorlu bir aracı, kendi menfaat ve hesabına işleten, tehlike ve masraflarını üstlenen, araç ile aracın işletilmesi için gerekli personel üzerinde fiilen ve doğrudan doğruya emir ve tasarruf yetkisine (gücüne) sahip olan kimseye işleten denir (Tekinay, S.S./ Akman, S./ Burcuoğlu, H./ Altop, A:Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul 1993, s. 713).
Bir aracı kendi menfaatine, masraflarına katlanmak suretiyle işletmekten amaç, geçici, bir defaya mahsus özel bir kullanma menfaati değil, aracın tahsis amacına yönelik, sürekli, çok daha genel bir nitelikte bir kullanma menfaatidir. Keza, fiili hâkimiyetten de anlaşılması gereken, araçtan bir anlık, geçici bir yararlanma gücü olmayıp, aksine aracın hangi şartlarla ve özellikle hangi kişinin egemenliği altında hareket edebileceğine karar verme gücüdür. Özellikle aracın trafiğe sokulmasına, orada tutulmasına veya trafikten çekilmesine, donatılmasına, bakılmasına, muhafazasına, kim tarafından, nasıl ve hangi amaçla kullanılması gerektiğine karar verme yetkisi, fiili hâkimiyeti oluşturur. Bir aracın masraf ve tehlikelerini üstlenme ise, onun donatım, bakım ve işletme giderlerini, vergi ve sigorta primlerini ödemeyi ifade eder.
KTK’nın 85/1. maddesi, “Bir motorlu aracın işletilmesi bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına sebep olursa, motorlu aracın işleteni bu zarardan sorumlu olur.” hükmü ile KTK, zarara, motorlu aracın işletilmesinin sebep olması hâlinde, işleten hakkında tehlike sorumluluğunu öngörmüştür. Bu hükme göre, sorumluluk, motorlu taşıt aracının işletilmesine bağlanmıştır. Bu itibarla, işletenin sorumlu olması için, zarara, aracın işletilmesinin sebep olması gerekir. Burada sorumluluğun temeli, işletme tehlikesi, türü ise, tehlike esasına dayalı işletme sorumluluğudur. İşletme tehlikesi gerçekleştiği anda, işletenin sorumluluğu doğar.
KTK’nın 85. maddesine göre, işletenin, aracın işletilmesinin sebep olduğu zararlardan doğan sorumluluğu, kusur sorumluluğu olmadığı gibi, objektif özen ödevinin ihlâline dayanan olağan sebep sorumluluğu da değildir. Bu itibarla, işleten hiç bir kusuru bulunmasa bile, aracın işletilmesinin sebep olduğu zararları tazmin etmek zorundadır. Sorumluluk kusura dayanmadığı için, kendisi veya eylemlerinden sorumlu olduğu kimseler, temyiz kudretine sahip olmasalar da işleten, doğan zarardan sorumludur (Eren, s. 631 vd.; Kılıçoğlu, A.: Borçlar Hukuku, 10. Baskı, s. 264 vd.).
KTK’nın 85/1. maddesi sorumluluğu, aracın işletilmesine dayanan tehlike sorumluluğu olarak düzenlediğinden, işleten kusurlu olsa bile, kusur ilkesine göre değil, tehlike ilkesine göre sorumlu olur. Bunun nedeni, böyle bir hâlde işletenin şahsında birden çok sorumluluk sebebinin birleşmesi veya başka bir deyişle, çeşitli sorumluluk normlarının çatışmasıdır. Sorumluluk normlarının çatışması veya aynı kişide birden çok sorumluluk sebebinin birleşmesi hâlinde, tehlike sorumluluğu ilkesi uygulanır.
KTK’nın 86. maddesinde, bu Kanun’un 85. maddesinde düzenlenen sorumluluktan kurtulma ve sorumluluğu azaltma şartlarına yer verilmiştir. Bu düzenlemelere göre, araç işleteni veya araç işleteninin bağlı bulunduğu teşebbüs sahibi, kendisinin veya eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilerin kusuru bulunmaksızın ve araçtaki bozukluk kazayı etkilemiş olmaksızın kazanın bir mücbir sebepten veya zarar görenin veya üçüncü kişinin ağır kusurundan ileri geldiğini ispat ederse sorumluluktan kurtulabilecek; sorumluluktan kurtulamayan işleten veya araç işleticisinin bağlı olduğu teşebbüs sahibi ise kazanın oluşunda zarar görenin kusurunun bulunduğunu ispat ederse, hâkim, durum ve şartlara göre tazminat miktarını indirebilecektir. Burada kanun koyucu zarar görenin kusuru nispetinde indirim yapılabileceğini öngörmüş ve indirimi zorunlu tutmayarak hâkimin takdirine bırakmıştır. Uygulama ve öğretide de bu husus kabul edilmektedir (Ünan, S: “Ergün A. Çetingil ve Rayegan Kender’e 50. Birlikte Çalışma Yılı Armağanı 2007”, s. 1180).
Kanun koyucu, açıklanan düzenlemeler yanında KTK’nın 91. maddesiyle de; işletenin aynı Kanun’un 85. maddesinin 1. fıkrasına göre olan sorumluluklarının karşılanmasını sağlamak üzere malî sorumluluk sigortası (Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Malî Sorumluluk Sigortası) yaptırma zorunluluğunu getirmiştir. Hemen belirtmelidir ki, işletenin sorumluluğu hukukî nitelikçe tehlike sorumluluğuna ilişkin bulunmakla birlikte, işletenin hukukî sorumluluğunu üstlenen zorunlu sigortacının 91. maddede düzenlenen sorumluluğunun ise, sözleşmeye dayalı bir sorumluluk olduğu tartışmasızdır.
Sorumluluk sigortasının konusu, sözleşmede aksine bir hüküm yoksa sigortacının, sigorta sözleşmesinde öngörülen bir olayın gerçekleşmesi nedeniyle zarar görenlere karşı sigortalının sorumluluk riskinin üstlenilerek zarar gören üçüncü kişiye sigorta sözleşmesinde öngörülen miktarda tazminat ödenmesidir.
Sorumluluk sigortası bir yandan sigorta ettirenin üçüncü kişilere verebileceği zararlardan ötürü bu zararların giderilmesi için sigorta ettirenin malvarlığındaki azalmayı önlemeyi amaçlarken, diğer yandan da sigorta ettirenin eyleminden zarar gören üçüncü kişilerin zararlarının giderilmesini hedeflediğinden sorumluluk sigortası, sigorta ettiren ile onun eylemlerinden zarar görenlerin menfaatlerini dengeleyen suigeneris bir sigorta türü olarak kabul edilmektedir (Ulaş, I: Uygulamalı Zarar Sigortaları Hukuku, Ankara 2012 s. 764).

D) HAKSIZ FİİLDE ZARARIN İSPATI VE TAZMİNAT HESAPLAMASI:
Haksız fiil nedeniyle zarar gören kişilerin başvurabileceği yollardan biri de tazminat davasıdır. Daha öncede ifade edildiği gibi tazminatın üst sınırını uğranılan zarar oluşturmaktadır.
Haksız fiilde zararı kanıtlama yükümlülüğü zarar görene aittir. Türk Borçlar Kanunu’nun 50. maddesinde bu husus “zarar gören zararını ve zarar vereninin kusurunu ispat yükü altındadır.” hükmü ile düzenlenmiştir. Zarara uğrayan kişi bu zararını her türlü delille (keşif, tanık, belge, bilirkişi incelemesi v.s.) ispatlayabilir. Bazı hallerde de kanun koyucu zarar göreni koruma amacıyla onun zararı ispat külfetinden kurtarmış ve zararın asgari miktarını kendisi tayin etmiştir. Örneğin; 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanunun 9. maddesinde olduğu gibi.
İspat külfetinin zarar görende olduğuna ilişkin kuralın kanun veya yerleşik yargı uygulamaları ile de kabul edilen başka istisnaları da bulunmaktadır. Örneğin, hukuk yargılama usulüne ilişkin 6100 sayılı HMK’nun 187/2. maddesi uyarınca yüksek mahkeme uygulamaları ile eşi, çocuğu, annesi, babası ölen bir kişinin maddi ve manevi zarara uğrayacağının bilinen ve meşhur olay olarak kabulü ile ispatının gerekmediği ve bu kişilerin farazi olarak zarara uğradığının kabul edilmesi ya da 20.10.1989 tarih ve 3 karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında “…Para her zaman kullanılması mümkün ve temettü getiren bir meta olduğundan geç ödenmesi halinde zararın vücudu muhakkaktır…” şeklindeki kabul gibi.
Tazminat hukukunun temel ilkelerinden biri; sorumluluk şartlarının oluşması koşuluyla, zarar verenin, zarar görenin malvarlığında oluşan eksilmeyi tümüyle (tam tazmin) gidermesidir. Ancak bu ilkenin katı uygulanması, hakkaniyete uygun olmayan sonuçlar doğmasına neden olabilmektedir. Bu nedenle, gerek mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 42, 43, 44, gerekse de 01/07/2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı TBK’nın 50, 51 ve 52. maddelerinde hâkimin, tazminatın kapsamını ve ödenme biçimini, durumun gereği ve özellikle kusurun ağırlığını göz önüne alarak belirleyeceği düzenleme altına alınmıştır.
Tazminat davasında zararın hesabı ve tazminatın hesaplanması kavramları birbirinden farklı olup birbirini takip eden aşamalardır. Türk Borçlar Kanununun 51, 52, 55 ve 75. maddelerinde tazminatın şekli, kapsamı ve etkileyen unsurlar ayrı ayrı belirtilmiştir.
TBK’nın 51. maddesine göre hâkim, tazminatın kapsamını ve ödenme biçimini, durumun gereğini ve özellikle kusurun ağırlığını göz önüne alarak belirler.
TBK’nın 52. maddesinde ise zarar görenin, zararı doğuran fiile razı olması veya zararın doğmasında ya da artmasında etkili olması yahut tazminat yükümlüsünün durumunu ağırlaştırması hallerinde ise hâkimin, tazminatı indirebileceği veya tamamen kaldırabileceği, zarara hafif kusuruyla sebep olan tazminat yükümlüsünün, tazminatı ödediğinde yoksulluğa düşecek olması ve hakkaniyetin gerektirmesi halinde de hâkimin, tazminatı indirebileceği düzenlenmiştir.
Türk Borçlar Kanunu’nun yukarıda belirtilen kurallarında zararın niteliği bakımından herhangi bir ayrıma yer verilmemiştir. Başka bir ifadeyle bu kurallar haksız fiil sonucunda meydana gelen eşya zararı ile bedensel zarar ve ölüm sebebiyle uğranılan zarar arasında herhangi bir ayrım öngörmemektedir.
TBK’nın 55. maddesine göre de destekten yoksun kalma zararları ile bedensel zararlar, bu Kanun hükümlerine ve sorumluluk hukuku ilkelerine göre hesaplanır. Kısmen veya tamamen rücu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemeler, bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez; zarar veya tazminattan indirilemez. Ayrıca hesaplanan tazminat, miktar esas alınarak hakkaniyet düşüncesi ile artırılamaz veya azaltılamaz.
TBK’nın 75. maddesi ile de bedensel zararın kapsamının, karar verme sırasında tam olarak belirlenememesi halinde hâkimin, kararın kesinleşmesinden başlayarak iki yıl içinde, tazminat hükmünü değiştirme yetkisini saklı tutabileceğine yer verilmiştir.
Kusursuz sorumlulukta tazminat belirlenirken aksi öngörülmemişse (TBK 49 vd. maddeleri) kusura dayanan sorumluluk hükümlerinin uygulanacağı doktrinde ve yargısal içtihatlarda benimsenmektedir. Tazminatta indirime sebep olan TBK’nın 51 ve 52. madde hükümleri, kusursuz sorumluluk hallerinde takdir edilecek tazminatlarda da indirim sebebi teşkil edecektir (K.Oğuzman- T.Öz Borçlar Hukuk Genel Hükümler S:131; F.Eren Borçlar Hukuku Genel Hükümler S:7, 728; H.Nomer Haksız Fiil Sorumluluğunda maddi tazminatın belirlenmesi S:77).
Sorumluluğun tehlike esasına dayanmasında da müterafık kusurun indirime engel teşkil etmeyeceği, zarar görenin müterafik kusurunun dikkate alınacağı 2918 sayılı KTK’nın 86/2. maddesinde de açıkça vurgulanmıştır.
Haksız fiilde zararın hesaplanmasında haksız fiilin işlendiği an yani olay anının esas alınması gerekmektedir(Bkz. Kılıçoğlu, Prof. Dr. … Mithat, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2012, Turhan Kitabevi, sayfa 402). Bunun sonucu olarak da zarar gören kişi olaydan çok sonra dava açmış, dava yıllarca sürmüş, karar geç verilmiş olsa dahi dava tarihi, mahkemenin zararı hesaplama tarihi veya hüküm tarihi değil olay tarihinin göz önünde tutulması gerekmektedir. Para değerindeki düşme nedeniyle olay anının esas alınması zarar görenin zararını karşılamaktan uzak kalabilir. Ancak bu halde haksız fiil tazminat alacağına zarar görenin talep etmesi halinde olay anından itibaren gecikme faizi uygulanacaktır. Bu gecikme faizine rağmen zarar gören kişinin yargılamanın uzaması nedeniyle tahsil ettiği tazminatın gerçek zararını karşılamadığını iddia etmesi halinde ise Türk Borçlar Kanununun 122. maddesi hükümleri uyarınca gecikme faizi ile karşılanmayan munzam zararın tazmin talebi gündeme gelebilecektir(Bkz. Kılıçoğlu, Prof. Dr. … Mithat, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2012, Turhan Kitabevi, sayfa 402 ve 423 vd.).
Zararın ispatı ve hesaplanması özel ve teknik bilgiyi gerektiren bir konuya ilişkin ise bu durumda hâkim 6100 sayılı HMK’nun 266. maddesi uyarınca kendiliğinden veya tarafların talebi üzerine bilirkişi deliline başvurabilir. Örneğin, haksız fiil sonucu yaralandığı ve beden tamlığı zarar gördüğü iddia olunan kişi ile zarara sebebiyet veren haksız fiil failinin kusur durumu, yaralamanın niteliği, geçici ve/veya sürekli olup olmadığı, çalışma gücü kaybına sebebiyet verip vermediği, vermişse çalışma gücü kayıp oran ve süresi ile buna bağlı zararın ne olduğu vs.
E) HAKSIZ FİİLDE MUACCELİYET, TEMERRÜT VE TEMERRÜT FAİZİ:
Muacceliyet, bir borç ilişkisinde, alacaklının edimi isteyebileceği ve borçlunun da bu isteme uyarak, edimi ifa etmekle yükümlü olduğu anı belirler. Bir başka deyişle, söz konusu anda borç ifa kabiliyeti kazanır ve alacaklı yine o anda edimi kabul etmekle yükümlü olur. Bir alacağın ya da borcun muaccel olması, ilke olarak edimin ifası için öngörülmüş bulunan vadenin dolmasıyla gerçekleşir(Bkz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 24/06/2021 tarih ve 2018/10(21)-1020 Esas, 2021/832 Karar sayılı ilamı.).
Temerrüt ise, alacaklı tarafından talep edilebilir (muaccel) hâle gelmiş bir borcun ifasındaki gecikmedir ve kural olarak, bu tür (muaccel) bir borcun borçlusu, alacaklının ihtarı ile temerrüde düşer.
Temerrüt için aranan ihtar hukuki işlem benzeri fiil mahiyetinde olup, alacaklının alacak miktarını belirterek borçludan borcun ifasını istemesi, ifayı kabule hazır olduğunu bildirmesi anlamına gelir. İhtar kural olarak şekle tabi olmayıp, yapılmadığı itirazı vaki olursa aksinin ispatı, niteliği gereği alacaklıdan beklenir.
Borcun kaynağı ne olursa olsun borçlu borç ilişkisinden doğan para borcunu ifada temerrüde düştüğünde 6098 sayılı TBK’nun 118 vd. maddeleri uyarınca bunun yasal sonucu olarak asıl borca bağlı olan feri bir borç niteliği taşıyan temerrüt faizini ödemekle yükümlüdür(Dr. Nami Barlas, Para Borçlarının İfasında Borçlunun Temerrüdü ve Temerrüt Açısından düzenlenen Genel Sonuçlar 1992, s:127; Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 11.6.1997 tarihli ve 1997/11-278 Esas, 1997/529 Karar sayılı ilamı).
Temerrüt faizi gecikme nedeni ile ödenmesi gereken faizdir. Faiz borcu temerrüdün doğumundan para borcunun ifa edileceği güne kadar işleyen bir borçtur. Borçlu temerrüdünde kusurlu olsun veya olmasın temerrüt faizi ödemekle yükümlüdür.
Faizin talep edilebilmesi için alacaklının zarara uğraması ve bunu kanıtlaması gerekmez.
Haksız fiilin işlendiği tarihte zarar görenin malvarlığında bir eksilmeye yol açtığı ve fail yönünden zararın giderilmesi borcunun doğduğu, bu nedenle haksız fiilden kaynaklanan tazminat alacağına talep halinde haksız fiilin işlendiği tarihten (olay tarihinden) itibaren gecikme faizi uygulanması gerektiği, çünkü haksız fiilin işlendiği tarihte tazminat alacağının doğduğu ve muaccel hale geldiği, doktrin ve yüksek mahkeme uygulamaları ile kabul edilmiştir. Bu yorum ve uygulama haksız fiil faili ve onun eyleminden sorumlu olan işleten-ev başkanı-adam çalıştıran vs. yönünden de 6098 sayılı TBK’nun 117. maddesine de uygundur. Ancak kanun koyucu haksız fiil failinin veya onun eyleminden sorumlu olan kişilerin sorumluluğunu zorunlu karayolları motorlu araçlar sigorta poliçesi ile üstlenen sigortacılar da olduğu gibi(2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 99. maddesi) bazı hallerde diğer sorumlular yönünden temerrüt tarihini farklı şekilde düzenleme yolunu da tercih etmiştir.
Haksız fiilden doğan borçların taraflar arasında daha önceden yapılmış bir anlaşmaya dayanmaması sebebiyle tazminat istemlerinde gecikme faizi daima 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanunda öngörülmüş olan faizdir. Temerrüt faizinin oranı ise işin adi iş veya ticari iş olması ayrımına göre farklılık arz etmektedir.
F) AŞKIN (MUNZAM) ZARAR KAVRAMI:
Munzam zarar borçlunun para borcunu ifada gecikmesi nedeniyle temerrüt faizinin alacaklının gecikmeden dolayı uğradığı zararı karşılayamaması hallerinde söz konusu olmaktadır. Munzam zarar, borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının mal varlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Diğer bir anlatımla temerrüt faizini aşan ve kusur sorumluluğu kurallarına bağlı bir zarar şeklinde tanımlanabilir.
Borcun kaynağı (sözleşme, haksız fiil, sebepsiz zenginleşme, kanun, vekaletsiz iş görme vs.) ne olursa olsun, temerrüt faiz yürütülebilir nitelikte olmak koşuluyla bütün para borçlarında, temerrüt faizini aşan zarar bu kapsamda kalmaktadır(Bkz. Prof. Dr. Hayri Domaniç Faizle Karşılanamayan Zararların Giderilmesini Sağlayan BK’nun 105 ve Diğer Hükümler. İst.1993 sah.64.).
Munzam zarar, mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 105. maddesi ile 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren ve halen yürürlükte olan 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 122/1 maddesinde düzenlenmiştir. BK’nın 105/I. maddesinde munzam zarar başlığı ile “Alacaklının düçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiç bir kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir.” şeklinde düzenleme mevcut iken, TBK’nın 122/1. maddesinde aşkın zarar başlığı altında “Alacaklı temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.” şeklinde BK. 105/I. maddesindekine paralel bir düzenleme yapılmıştır.

Borçlunun aşkın zarardan sorumluluğu borca aykırı davranıştan kaynaklanan sorumluluk olup borçlunun borca aykırı davranışı yani gereği gibi ifada bulunmamasının bir halini de temerrüde düşmesi oluşturur. Bu nedenle TBK’nun 122. maddesi hükmü gereği gibi ifada bulunmamaya ilişkin TBK’nun 112.maddesi hükmünün özel bir uygulama halidir.
TBK’nun 122. maddesine göre temerrüt faizini aşan zararlarında genel hükümlere göre temerrüde düşen borçluya yükletilebileceği, alacaklının talebinin bu halde faize değil zarara yönelik olması gerektiği, bunun sonucu olarak da faizle karşılanmayan zararın ispat külfetinin talepte bulunan zarar görene ait olduğunun kabulü gerekmektedir. Bu bağlamda hemen belirtelim ki, munzam zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuki aykırılıktır. O nedenle, borçlunun munzam zararı tazmin yükümlülüğü, asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı, temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur. Munzam zarar bu hukuki niteliği ve karakteri itibariyle, asıl alacak ve faizleri yönünden icra takibinde bulunulması veya dava açılmasıyla sonuca ermeyeceği gibi, icra takibi veya dava açılması sırasında asıl alacak ve temerrüt faizi yanında talep edilmemiş olması halinde dahi takip veya davanın konusuna dahil bir borç olarak da kabul edilemez. Hâl böyle olunca, asıl alacağın faizi ile birlikte tahsiline yönelik icra takibinde veya davada munzam zarar hakkının saklı tutulduğunu gösteren bir ihtirazî kayıt dermeyanına da gerek bulunmamaktadır. Ayrı bir dava ile zamanaşımı süresi içerisinde her zaman istenmesi mümkündür.
Para borçlarında temerrüt nedeniyle temerrüt faizi ile karşılanmayan en kapsamlı ve yaygın munzam zarar hali enflasyondan kaynaklanmaktadır (Bkz. Kılıçoğlu, Prof. Dr. … Mithat, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2012, Turhan Kitabevi, sayfa 682 vd.). Nitekim, enflasyon ve buna bağlı olarak oluşan döviz kuru, mevduat faizi, Hazine bonosu ve devlet tahvili faiz oranlarının sabit yasal ve temerrüt faiz oranlarının çok üstünde gerçekleşmesi ile borçlunun temerrüdü nedeniyle gecikilen her gün para değerindeki azalma, borçlunun yararlanması, alacaklının ise zarara uğraması sonucunu doğurmaktadır. Mülkiyet hakkı kapsamında alacağın geç ödenmesi durumunda arada geçen sürede enflasyon nedeniyle paranın değerinde oluşan hissedilir aşınma ile mülkiyetin gerçek değeri azaldığı gibi bu bedelin tasarruf veya yatırım aracı olarak getirisinden yararlanmak imkanı da bulunmamaktadır. Bu şekilde kişiler mülkiyet haklarından mahrum edilerek haksızlığa uğramaktadır (AYM 2008/58 Esas, 2011/37 Karar, 10.2.2011 tarih). Bu nedenle borçlu borcunu süresinde ödememekte, yargı yoluna başvurulduğunda da yargı süresini uzatma gayreti göstermekte; böylece yargı mercilerindeki dava ve takipler çoğalmakta, yargıya güven azalmakta, kendiliğinden hak alma düşüncesi yaygınlaşarak kamu düzeni bozulmakta, kişi ve toplum güvenliği sarsılmaktadır (Bkz. AYM 1997/34 Esas, 1998/79 Karar, 15.12.1998 tarih). Borçlunun ödemekle yükümlü olduğu temerrüt faizi enflasyon nedeniyle para değerindeki kayıpları karşılayacak nitelikte değil ise alacaklının bunu tazmin etmesi gerekir. Aksi kabul enflasyondan borçlunun kazançlı çıkması sonucunu doğurur. Tazminatın amacı borçlunun borca uygun davranmasını temin etmek ve borca aykırı davranışı cezalandırmak olduğuna göre enflasyon bu amacın ortadan kalkmasına yol açmamalıdır(Bkz. Kılıçoğlu, Prof. Dr. … Mithat, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2012, Turhan Kitabevi sayfa 692 vd.)
Yasa koyucu tarafından geçmişte alacaklıyı enflasyona karşı korumak maksadıyla 3678 sayılı Yasa ile mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 83. maddesi ile mülga 765 sayılı Medeni Kanunun 766. maddelerinde düzenlemeler yapılmıştır. Ayrıca yasa koyucu yoğun enflasyon karşısında zaman zaman yasal temerrüt faizinin oranının arttırılması yönünde de düzenlemeler de yapmıştır . Nitekim, mülga Borçlar Kanunu’nun 103.maddesine göre temerrüt faizi oranı % 5 iken, 4.12.1984 gün ve 3095 sayılı Yasa ile bu oranın %30’a çıkarılması ve yine 3095 sayılı Yasa’da 15.12.1999 gün ve 4489 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik sonucu Merkez Bankasının kısa vadeli kredi işlemlerinde uyguladığı reeskont faiz oranı esas alınarak, değişen faiz oranlarının benimsenmesi de bunun kanıtıdır.
Yargıtay içtihatları ile de alacaklının enflasyona karşı korunması yönünde bazı kararlar alınmıştır. 11.11.1994 günlü 4/4 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına konu tenkis davalarında sabit tenkis oranı esasını kabul eden içtihatlar ile yasal ön alım davalarında ön alım hakkının kullanıldığı tarihteki gerçek değere göre taşınmaz satış bedelinin belirlenmesine ilişkin içtihatlar buna örnektir.
Yasa koyucu ve Yargıtay’ın gayretleri, ülkemizde yaşanan enflasyonun, hak sahiplerinin aleyhine borçluların lehine işlemesini önlemeyi amaçlamıştır. Ancak, her ne kadar temerrüt faizinin karşılamadığı ve bu oranı aşan aşkın zarara ilişkin olarak yasa koyucu ve Yargıtay uygulamaları ile müdahaleler yapılmış ise de Türk Borçlar Kanunun 122. maddesi hükmü karşısında yapılan müdahalelerin gereksiz olduğunun kabulü gerekmektedir. Söz konusu maddenin amacı doğrultusunda yorum ve uygulama yapıldığında para borçlarında borçlunun temerrüde düşmesini önlemek ve borcunu zamanında ifa etmesini sağlamak mümkün olduğu gibi anılan düzenlemenin ilgili borçlular yönünden caydırıcı olacağı da açıktır(Bkz. Kılıçoğlu, Prof. Dr. … Mithat, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2012, Turhan Kitabevi, sayfa 683-684).

Munzam zarar sorumluluğu, Yargıtay HGK’nın 10.11.1999 gün ve 13-353/929 sayılı kararında da vurgulandığı üzere; kusura dayanan borçlu temerrüdünün hukuki bir sonucudur. TBK’nın 122. maddesi(Mülga BK’nın 105. maddesi) kusur karinesini benimsemiştir.
Munzam zarardan kaynaklanan tazminat borcunun doğması için aranan kusur, borçlunun temerrüde düşmekteki kusurudur. Farklı bir anlatımla, burada zararın doğmasına yol açan bir kusur ilişkisi aranmaz ve tartışılmaz. Sorumluluk için borçlunun tümerrüde düşmedeki kusurunun varlığı asıldır. Kural olarak munzam zarar alacaklısı, öncelikle temerrüde uğrayan asıl alacağının varlığını, bu alacağın geç veya hiç ifa edilmemesinden dolayı temerrüt faizi ile karşılanmayan zararını, zarar ile borçlu temerrüdü arasındaki uygun illiyet bağını ispat etmekle yükümlüdür. Alacaklı, borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olduğunu ispatla yükümlü değildir. Borçlu ancak, temerrüdündeki kusursuzluğunu kanıtlama koşuluyla sorumluluktan kurtulabilir. Bu itibarla, munzam zarar talebinde alacaklının ispat yükümlülüğü çok sıkı kurallara bağlanmamalı, genel ispat yöntemlerinde olduğu gibi her olayın kendi yapısı ve özelliği içinde değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.

Aşkın zarar taleplerine uygulanacak zamanaşımı faizle karşılanamayan asıl alacağın tâbi olduğu zamanaşımı süresine tabidir.
Alacaklının aşkın zararının asıl alacak ve temerrüt faizinin muaccel olduğu andan değil bu alacağın tahsil edildiği andan muaccel olduğu kabul edilmelidir.
TBK’nun 122/2 fıkrasında öngörülen koşulların mevcut olması halinde aşkın zararın tazminine hükmedilecektir. Hükmedilecek tazminat miktarının takdirinde borçlunun kusurunun derecesi, somut olayın koşulları, yetkili makamların ekonomi alanında aldığı önlem ve kararlar, alacaklının zararın doğumuna veya artmasına sebebiyet verip vermediği gibi unsurlar göz önünde tutulacaktır. Örneğin, kesinleşmiş ilama rağmen alacaklının ilam konusu alacağı tahsilde gecikme göstermesi, asıl alacak ile ilgili davada borçlunun veya alacaklının davanın uzamasına neden olan hal ve davranışlarda bulunması, savunma hakkının kötüye kullanılması gibi.
Yine TBK’nun 122/2. fıkrasına göre temerrüt faizini aşan zarar miktarı görülmekte olan davada belirlenebiliyorsa davacının istemi üzerine hâkim esas hakkında karar verirken bu zararın miktarına da hükmeder. Böylece alacaklı aşkın zararını ayrı bir davada ileri sürme külfetinden kurtarılmıştır.
Usul hukukunda her davanın açıldığı tarihteki koşullara göre karara bağlanması ve taleple bağlılık ilkesi geçerli iken bu hükümle hâkimin davanın açılmasından sonra yargılama süresi içerisinde meydana gelen zararları da hüküm anında göz önünde tutup karara bağlayabilmesi olanağı sağlanmıştır.

G) AŞKIN (MUNZAM) ZARARA İLİŞKİN YARGITAY UYGULAMALARI:
6098 sayılı TBK’nın 122. maddesinde düzenlenen aşkın(munzam) zararın karşılığı mülga Borçlar Kanunu’nun 105. maddesinde aynı şekilde yer aldığı halde munzam zarara ilişkin Yargıtay uygulamaları geçmişten günümüze farklılıklar göstermiştir.
Yargıtay’ın geçmiş dönemdeki uygulaması yüksek enflasyon, dolar kurundaki artış, serbest piyasadaki faiz oranlarının yüksek oluşu gibi hususların davacıyı ispat yükünden kurtarmayacağı, davacının munzam zararını ispat etmesi gerektiği yönündeydi. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 19/06/1996 tarih ve 1996/5-144 esas 1996/503 karar sayılı ilamında; “…Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik (enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki devamlı düşüş) olumsuzluklar dikkate alınarak yasa hükmü ile geçmiş günler faiz oranı (geç ödemeden doğan zarar) belirlenmişken aynı olgular (enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki devamlı düşüş) Borçlar Kanununun 105. (yeni TBK’nun madde 122) maddesindeki munzam zararın bilinen kanıtları olarak gösterilip bunların doğurduğu olumsuzluk uğranılan zarar olarak gösterilemez. Aksi halde kanun koyucunun bu olumsuzlukların karşılığının %30 olduğuna dair saptamasının hiçbir anlamı kalmayacağı aşikardır. Kanun koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip bunların tevlit edeceği zarar dolayısıyla tazminat oranını Anayasadan aldığı kanun yapma yetkisine dayanarak belirlemiş iken, zımnen bu takdirin yerinde olmadığı ileri sürülüp aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın %30 değil %60 veya %70 olduğu kabul edilemez…Bu durumda Borçlar Kanununun 105.maddesinde karşılanması öngörülen faizi geçen zararın ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri) malum ve meşhur olgular olarak kabulü ile değil bunlar dışında somut ve davacının durumuna özgü somut vakıalarla kanıtlanması gerekir…” şeklinde ifade edilen gerekçe buna örnektir(Benzer kararlar için bkz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2000/5-1611 Esas ve 2000/1636 Karar sayılı ilamı).
Zira Yargıtay uygulamasında munzam zarar, alacaklının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içerisindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan, somut olgular nedeniyle uğramış olduğu fiili zarar olarak kabul ediliyordu(Bkz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 31.10.2007 tarih ve 2007/11-668 Esas, 2007/798 Karar sayılı ilamı).

Yargıtay’ın munzam zararın varlığını alacaklının somut delillerle kanıtlamak zorunda olduğuna ilişkin uzun yıllar boyunca devam eden anılan uygulaması – istisnai olarak bazı dairelerce eski uygulama sürdürülmekle birlikte- değişikliğe uğramıştır. Bu değişikliğin nedenlerinden biri de Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvuru sonucunda vermiş olduğu, 21.12.2017 gün ve 2014/2267 sayılı başvuru nolu karardır. Anılan kararda Anayasa Mahkemesi, başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi ve olağan dışı bir külfet yüklendiği, bu tespite rağmen derece mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle kamu yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine değerlendirilip mülkiyet hakkının ihlâl edildiğine ve yeniden yargılama yapılmasına karar vermiştir. Bu karar sonrası Yargıtay 15. Hukuk Dairesi yeni ve olası hak ihlâllerine neden olmamak düşüncesiyle genel ispat kuralından ayrılarak, enflasyon baskısı sürdüğü sürece maruf ve meşhur vakıa niteliğinde kabul edilerek alacaklının TBK’nın 122. maddesi kapsamında munzam zararının varlığını kanıtlama zorunluluğu uygulamasından vazgeçmiş, gelişen ekonomik koşullar, mülkiyet hakkı ile kamu yararı arasındaki adil dengenin korunması, Anayasa Mahkemesinin ihlâl kararlarının bağlayıcılığı gözönünde tutularak enflasyon ve buna bağlı olarak döviz kurları, mevduat faizleri, devlet tahvilleri ve diğer yatırım araçlarının faiz oranları ile birlikte getirilerinin temerrüt faizden fazla olması halinde munzam zararın varlığının karine olarak kabul edilmesi gerektiği şeklinde yeni bir uygulama benimsemiştir(Bkz. Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 05/03/2021 tarih ve 2020/967 Esas, 2021/859 Karar; Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 06/12/2018 tarih ve 2018/3765 Esas, 2018/4907 Karar; Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 25/04/2018 tarih ve 2017/2736 Esas, 2018/1742 Karar sayılı ilamları).
Aynı uygulama Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 29/04/2019 tarih ve 2018/1512 Esas, 2019/3201 Karar sayılı ilamında da; “…Ülkemizde süregelen enflasyonun belli yıllarda yüzde yüzlerde seyrettiği, vadeli mevduatların en az bu oranlarda gelir getirdiği, yabancı para değerinin (kurların) her zaman temerrüt faiz oranlarını aştığı, banka kredileri faizlerinin yüzde iki yüze kavuştuğu, paranın iç alım (satım) alma değerinin büyük ölçüde azaldığı tartışmasız ve yaşanan bir gerçek olduğu çok açıktır. Böyle bir enflasyonist ortamda bireyin parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çaba ve girişimlerde bulunması, örneğin en azından vadeli mevduat veya kurları devamlı yükselen döviz yatırımlarında değerlendirmesi, olayların normal akışına, hayat tecrübelerine uygun düşen bir karine olarak kabul edilmesi zorunludur. Gerçekte de, anlatılan enflasyonist ortamda yaşayan makul, normal bir kişinin parasını atıl biçimde elde tutmayacağı, gelir getirici bir yatırıma dönüştüreceği, insan yapısının ve menfaatlerini koruma içgüdüsünün de doğal bir sonucudur. Hal böyle olunca, enflasyonist ekonominin olumsuz etki ve sonuçları kamuca az veya çok herkesin bildiği, en önemlisi gerekli olduğu taktirde bilinebilmesinin kolayca gerçekleştirilebileceği ve mahkemelerin de bilgisi altında olan vakıalar olarak kabulü gerekir. Yasal deyimi ile “ maruf ve meşhur” vakıaların ispatına gerek yoktur (H.U.M.K.md.238/2, HMK 187/2). 20.10.1989 tarih ve 3 karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında “para her zaman kullanılması mümkün ve temettü getiren bir meta olduğundan geç ödenmesi halinde zararın vücudu muhakkaktır” şeklindeki kabul de bu hukuki tespit ve bulguları doğrulamaktadır.
Munzam zararın enflasyonun gündemde olmadığı ve döviz kurlarının da istikrar kazandığı dönemlerde doğmuş olması halinde ise, ispat yükü bakımından durum farklı olup, buna ilişkin Dairemiz’in uygulaması, alacaklının munzam zararını somut olarak kanıtlaması gerektiği yönündedir…” şeklinde ifade edilmiştir(Benzer yöndeki karar için bkz. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 06/12/2016 tarih ve 2015/15144 Esas, 2016/9357 Karar sayılı ilamı).
Yargıtay bu kapsamda, ülkemizde yaşanan ve herkes tarafından bilinen enflasyon olgusu nedeniyle her zaman alacaklının zararının temerrüt faizi ile karşılanması mümkün olmayacağı, gecikme halinde faizle karşılanmayan zararın varlığı karine kabul edilip bu karinenin aksi davalı borçlu tarafından ileri sürülüp kanıtlanamadığı ve ayrıca ve daha yükseği de davacı tarafından kanıtlanamadıkça öncelikle temerrüt tarihleri ile tahsil tarihlerindeki enflasyon verilerini gösterir TEFE, TÜFE-ÜFE oranları, bankalardan mevduat faiz oranları, döviz kurları, devlet tahvil faiz oranları, işçi ücretleri ve diğer yatırım araçları ile ilgili bilgiler resmi kurumlardan sorulup tespit edildikten sonra tahsiline karar verilen alacağın tahsil edilip temerrüt tarihi itibariyle bu yatırım araçlarından oluşacak sepete yatırılması halinde tahsil tarihlerinde ulaşabileceği miktar ile bulunacak bu miktardan davada kabul edilen alacağın tahsil tarihinde ulaştığı miktar hesaplattırılıp faizle karşılanmayan zarar ve miktarı konusunda bilirkişi incelemesi yapılması ve sonucuna göre hüküm kurulması yönünde uygulama yapılmasını istemektedir.
Ayrıca talep edilen munzam zarar alacağının temel hukuki yapısı nedeniyle bir tazminat alacağı olması halinde bu zararın oluşmasında ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal ortamın da etkili bulunduğu ve bundan ülkede yaşamını sürdüren gerçek veya tüzel kişilerin etkilenmemesinin kaçınılamaz olduğu ve nihayet her olayın özelliği de dikkate alınarak, bulunacak miktara ilişkin olarak TBK’nın 50 ve 51. maddeleri (mülga BK’nun 42 ve 43.) çerçevesinde mahkemece değerlendirme yapılması gerektiği de içtihatlarda belirtilmektedir(Bkz. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 29/04/2019 tarih ve 2018/1512 Esas, 2019/3201 Karar sayılı ilamı).
H) DESTEKTEN YOKSUN KALMA TAZMİNATININ HUKUKİ NİTELİĞİ
VE TALEP KOŞULLARI:
Haksız fiil, bir kişinin ölümü sonucunu doğurabilir. Böyle bir durumda, bazı kişiler onun(ölenin) ekonomik desteğinden, malî yardım ve bakımından yoksun kalabilirler. İşte; ölenin destek ve yardımından yoksun kalanlarının uğradıkları bu zarara, destek kaybından doğan zarar denir.
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 06.03.1978 tarihli ve 1/3 sayılı kararında da destekten yoksun kalma tazminatı; “…Destekten yoksun kalma tazminatının eylemin karşılığı olan bir ceza olmayıp, ölüm sonucu ölenin yardımından yoksun kalan kimsenin muhtaç duruma düşmesini önlemek ve yaşamının desteğin ölümünden önceki düzeyde tutulması amacına yönelik sosyal karakterde kendine özgü bir tazminattır…” şeklinde tanımlanmıştır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 30.11.2005 tarihli ve 2005/4-648 Esas, 2005/691 Karar sayılı kararında ve diğer yerleşmiş kararlarında da aynı esaslar benimsenmiştir.
Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 45/2 ve sonradan yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 53/3. maddeleri uyarınca ölüm hâlinde ölenin yardımlarından/desteğinden faydalananlar, bu yüzden yoksun kaldıkları faydayı tazminat olarak sorumlusundan talep edebileceklerdir (Gürsoy, K.T: Destekten Yoksun Kalma Tazminatı, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 29, Sayı: I, Yayın Tarihi: 1972, s.143). Ölenin desteğinden faydalananların ölüm nedeniyle uğradıkları zararı sorumlulardan tazmin etmelerini sağlayan hukuki kurum ise destekten yoksun kalma tazminatıdır (Antalya, G: Borçlar Hukuku Genel Hükümler Cilt II, İstanbul 2015, s. 116; Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 22.06.2018 tarihli ve 2016/5 Esas, 2018/6 Karar sayılı kararı).
TBK’nın 53. maddesinde destek zararları sayılırken “özellikle şunlardır” demekle madde metninde sayılan zararlar ile sınırlandırılmamıştır. Maddede çok dar kapsamlı sayılan zararların ne tanımı ne de şartları yer almıştır.

Mülga Borçlar Kanununun 45. maddesinin 2. Fıkrası(TBK’nın 53/3. maddesi) hükmü ile düzenlenen destekten yoksun kalma tazminatı, doğrudan doğruya zarar görenin tazminat isteyebileceğine dair kuralın istisnasıdır. Bu hüküm ile olaydan dolaylı olarak zarar görene de tazminat istemek hakkı tanınmıştır. Bu istem Mülga Borçlar Kanunu’nun 41, 45/1, 47, 48, 49, 55, 56, 58 ve diğer maddelerinde düzenlenen(TBK’nın 49, 53, 54, 56, 57, 66, 67, 69. maddeleri) tazminat istemleri ile eş değerde değildir.
Destekten yoksun kalma tazminatına konu zarar ölüm nedeni ile, ölenin değil, ölenin desteğinden yoksun kalanların şahsında yansıma yoluyla meydana gelen bir maddi zarardır.
Doktrin ve yerleşik yüksek mahkeme uygulamalarına göre, destekten yoksun kalanların meydana gelen zararlarını tazmin hakkı, ölenden intikal eden bir hak olmayıp doğrudan doğruya desteğini yitiren kişinin kendisinde doğan, asli ve bağımsız nitelikte bir haktır. Ölenle ya da mal varlığı ile bir bağıntısı bulunmadığı için bağımsız bir talep hakkı yaratır. Bu nedenledir ki ölen kimse ile destekten yoksun kalan arasında kanuni veya akdi bir bakım yükümlülüğü, mirasçılık ya da akrabalık ilişkisi bulunması gerekmemektedir. Destekten yoksun kalma tazminatı talebi miras yoluyla kazanılan, mirasçılık sıfatına bağlı bir hak olmadığından desteğin veya mirasçılarının da herhangi bir tasarruf hakkı bulunmamaktadır. Destekten yoksun kalan kişi ölenin mirasçısı olduğu halde mirası reddetmiş olsa dahi bu davayı açma hakkına sahip olup bu hak mirasçılık sıfatından değil destek olan kişinin ölümü nedeniyle onun gelir ve yardımından yoksun kalma ya da farazi destek olma olgusundan kaynaklanır (Bkz. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 22.06.2018 tarihli ve 2016/5 Esas, 2018/6 Karar; Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15.06.2011 tarihli ve 2011/17-142 Esas, 2011/17-411 Karar; 20.04.2011 tarihli ve 2011/17-34 Esas, 2011/216 Karar; 14.03.2019 tarihli ve 2017/1089 Esas, 2019/294 Karar sayılı ilamları).
Destekten yoksun kalma tazminatı, bir şahıs öldüğünde, ölenin sağlığında destek olduğu veya ileride destek olacağı kimseleri korumayı, desteklerinin ölümünden önceki sosyal ve ekonomik durumlarına uygun hayat sürdürebilmeleri için, ölüm sebebiyle mahrum kaldıkları yardımı, ölüme sebebiyet verenden tazmin edebilmelerini amaçlayan bir tazminat türüdür. Türk Borçlar Kanunu metninden de anlaşılacağı gibi destekten yoksun kalma tazminatının konusu, desteğin yitirilmesi nedeniyle yoksun kalınan zarardır. Buradaki amaç, destekten yoksun kalanların desteğin ölümünden önceki yaşamlarındaki sosyal ve ekonomik durumlarının korunmasıdır. Olaydan sonraki dönemde de, destek olmasa bile, onun zamanındaki gibi aynı şekilde yaşayabilmesi için muhtaç olduğu paranın ödettirilmesidir. Bu tazminat ile güdülen amaç; Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 25.05.1984 tarihli ve 1984/9-301 Esas, 1984/619 Karar sayılı kararında da belirtildiği gibi destek yaşamış olsaydı, yardım ettiği kimseye yapabileceği yardım tutarını sağlamaktır.
Destekten yoksun kalma tazminatına hükmedilmesi için öncelikle, ölen ile destekten yoksun kalan arasında maddi yönden düzenli ve eylemli bir yardımın varlığı gerekir. Borçlar Kanunu’nun 45.(TBK’nın 53/3. maddesi) maddesinde sözü geçen destek kavramı hukuksal bir ilişkiyi değil, eylemli bir durumu hedef tutar ve ne hısımlığa ne de yasanın nafaka hakkındaki hükümlerine dayanır; sadece eylemli ve düzenli olarak geçimini kısmen veya tamamen sağlayacak şekilde yardım eden ve olayların olağan akışına göre eğer ölüm vuku bulmasaydı, az çok yakın bir gelecekte de bu yardımı sağlayacak olan kimse destek sayılır. Destek sayılabilmek için yardımın eylemli olması ve ölümden sonra da düzenli bir biçimde devam edeceğinin anlaşılması yeterli görülür.
Bununla birlikte destekten yoksun kalan kimse devamlı ve gerçek bir ihtiyaç içerisinde bulunmalıdır. Genel olarak bakım ihtiyacı, sosyal düzeye uygun olan yaşamın devamını sağlamak için gerekli olanaklardan yoksun kalmayı anlatır. Eğer ölenin eylemli olarak baktığı davacı, ölüm yüzünden bu bakımın sağladığı yaşama düzeyinin altına düşmüş olursa, ihtiyaç bulunma koşulu gerçekleşmiş sayılır. Burada önemli olan, destekten yoksun kalan kimsenin ve ailesinin temsil ettiği sosyal ve ekonomik düzeye göre normal karşılanan ve desteğinin olanakları içinde yapabilecegi para ile değerlendirilebilir yardımın belirlenmesidir. Destekten yoksun kalanın, desteğinin ölümünden önce onun geniş yardımları sonucu sürdürdüğü aşırı masrafları gerektiren, savurgan bir yaşam şeklinin devam ettirilmesi değildir(Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 21.04.1982 gün, 1979/4-1528 Esas, 1982/412 Karar sayılı kararı).

Yani haksız bir eylem sonucu desteğini yitiren kimse TBK’nın 53. maddesine dayanarak uğradığı zararın ödetilmesini isteyebilir. Haksız fiil faili ve onun eyleminden sorumlu olanlar destekten yoksun kalmadan ileri gelen somut zararı gidermek zorundadır. Bu nedenle tazminat hesabından önce zarar tutarını belirlemek gerekir. Bunun yanında amaç zarar görenin malvarlığındaki eksilmeyi giderme olduğuna göre, ölüm nedeniyle desteğini yitirenin elde ettiği çıkarlar varsa, bunların da zarar tutarından indirilmesi gerekir. Aksi hâlde zarar görenin malvarlığında olaydan önceki duruma göre bir artış meydana gelmiş olur. Buradaki amaç zarar görenin malvarlığını zenginleştirmek değil, desteğini yitiren kişiye ölümden önceki yaşam düzeyini sürdürebilme imkânı tanımaktır.
Ölüm olmasaydı ileride kurulacak ilişkinin bir destek ilişkisi olacağı kesin ise, destekten yoksun kalma tazminatı istenebilir (Çelik, A. Ç.: Ölüm Nedeniyle Destekten Yoksunluk, Ankara, 2016, s. 47).
I) ÖLÜM VE BEDENSEL ZARAR HALLERİNDE TAZMİNATIN HESAPLAMA BİÇİM VE YÖNTEMİNE İLİŞKİN YARGITAY UYGULAMALARI:
Destekten yoksun kalmada gerçek zarar miktarı, hak sahiplerinin ve desteğin olay tarihindeki bakiye ömrü esas alınarak aktif ve pasif dönemde elde edeceği kazançlar toplamından oluşmaktadır. Destekten yoksun kalma zararının tazminat hesabında ölüm olayı gerçekleşmeseydi ölenin muhtemel yaşam süresi, muhtemel çalışma ve destek olma süresi, destekten yoksun kalanların muhtemel yaşama süresi, destek alabilme süreleri, gelir durumları, ölenin muhtemel çalışma süresi sonuna kadar gelirinden kendisine ayıracağı miktar, destekten yoksun kalanların sayısı ve her birine ölenden düşen destek oranı, destekten yoksun kalan kişinin sağ kalan eş ise yeniden evlenme ihtimali, tazminatın niteliği itibariyle peşin ödeme içermesi nedeniyle peşin sermaye indirimi gibi unsurlar dikkate alınmaktadır.
Bedensel zarar halinde ise gerçek zarar miktarı , zarar görenin olay tarihindeki bakiye ömrü esas alınarak aktif ve pasif dönemde elde edeceği kazançlar toplamı olarak kabul edilmektedir. Tazminatın saptanmasında, zarar ve tazminata doğrudan etkili olan zarar görenin net geliri, bakiye ömrü, işgörebilirlik çağı, işgöremezlik ve kusur oranları, Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından bağlanan peşin sermaye değeri gibi veriler dikkate alınmaktadır.
Yargıtay’ın yerleşik uygulaması, ölüm halinde uğranılan zarar ve bedensel zararın gerçek miktar ve kapsamının özel ve teknik bilgi gerektirdiği ve bu nedenle hâkim tarafından zarar hesaplamasında aktüerya bilirkişiden rapor alınarak karar verilmesi gerektiği yönündedir(Bkz. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 27/06/2013 tarih ve 2012/12851 Esas, 2013/10136 Karar; Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 16/02/2016 tarih ve 2014/5387 Esas, 2016/1759 Karar; Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 30/01/2020 tarih ve 2018/2668 Esas, 2020/270 Karar; Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 04/04/2013 tarih ve 2012/6174 Esas, 2013/4961 Karar sayılı ilamları). Bu sebeple tazminat hesaplanması gereken davalarda mahkemeler bilirkişinin görüşünün alınmasına karar vermektedir. Bilirkişinin görüşüne başvurulmasının hukuki dayanağı 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 266. maddesidir. Bu maddenin (1) numaralı fıkrasının ilk cümlesinde “Mahkeme, çözümü hukuk dışında, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde, taraflardan birinin talebi üzerine yahut kendiliğinden, bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasına karar verir” denilmektedir. Ancak bilirkişinin görüşünün alınması, hâkimin bu görüşe bağlı kalarak karar vermesini zorunlu kılmamaktadır. Hâkim diğer delillerle birlikte bilirkişi görüşünü de serbestçe değerlendirme ve gerektiğinde bu görüşe itibar etmeme yetkisine sahiptir. Nitekim anılan Kanun’un 282. maddesinde “Hâkim, bilirkişinin oy ve görüşünü diğer delillerle birlikte serbestçe değerlendirir” kuralına yer verilerek bilirkişinin görüşünün bağlayıcı olmadığı ve hâkim tarafından serbestçe değerlendirileceği hüküm altına alınmıştır. Dolayısıyla hâkimin destekten yoksun kalma zararı ile bedensel zararın varlığı hâlinde maddi tazminatın hesaplanmasına ilişkin bilirkişi raporunu da diğer deliller ile birlikte serbestçe değerlendireceği açıktır.
Aktüeryaya göre gerçek zarar hesabı özü itibariyle, varsayımlara dayalı bir hesap olup, gerçeğe en yakın verilerin kullanılması esasına dayanmaktadır.
Desteğin ölümünden önce kurulmuş olan veya destek yaşasaydı, kurulması muhtemel olan bir bakım ilişkisinin tespit edilmesi, ardından bu bakım ilişkisinin destek yaşasaydı gelecekte göstereceği değişim neticesinde, destekten yoksun kalanın uğradığı zarar miktarının ve ödenecek tazminat miktarının tespit edilmesi, tahminlere ve varsayımlara dayalıdır. Desteklik ilişkisi kanıtlandıktan sonra destek tutarının hesaplamasında göz önünde tutulan kriterlerin tamamı dikkate alınarak faraziye hesaplama yapılmaktadır.

Yargıtay’a göre, bu hesaplama yapılırken, hak sahibinin kaza tarihinden hesap tarihine kadar işlemiş (bilinen) dönem zarar hesabının yapılması; hesap tarihinden sonra da işleyecek dönem hesabı yapılması gereklidir. İşlemiş/ işleyecek dönem hesabında; rapor tanzim tarihine kadar gerçekleşen zararın bilinen veriler(gelirin ortalaması alınmayarak ay ay bilinen geliri) nazara alınarak ve iskontoya tabi tutulmadan uygulanması; rapor tanzim tarihinden sonraki zarar yönünden ise bilinen son gelir nazara alınıp 1/Kn katsayısına göre her yıl %10 oranında artırılmak ve iskonto edilmek suretiyle zarar hesaplanmalıdır(Bkz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 28.06.1995 tarih ve 1994/9-628 Esas, 1995/694 Karar sayılı ilamı).
Ayrıca çalışma hayatının aktif çalışma dönemi ve emeklilik dönemini olan pasif devre olarak ayrılması ve özel yasalarında çalışma süreleri ayrık olarak belirtilmemiş (asker, polis vb. gibi) kişiler yönünden 60 yaşın aktif çalışma devresi, bakiye yaşam süresi varsa bu sürenin de emeklilik ya da çalışma hayatının sona erdiği pasif dönemini oluşturduğu da kabul edilerek hesaplama yapılmalıdır. Destekten yoksun kalma nedeniyle tazminat ve bedensel zarar nedeniyle tazminat hesabında pasif devrede de zararın oluşacağı ve bu zararın asgari ücret düzeyinde bir zarar olacağı da yine Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatlarındandır. Bu bakımdan, pasif devrede herhangi bir işte çalışılmasa bile, salt yaşamsal faaliyetlerin sürdürülmesinin ekonomik bir değer taşıması nedeniyle bundan yoksun kalan hak sahipleri bakımından bir zarar oluşacağı ve bu zararın karşılanması amacıyla pasif devre zararının hesaplanması gerektiği, bu zararın hesaplanması sırasında esas alınması gereken ücretin asgari ücret olduğu içtihat edilmektedir(Bkz. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 10/03/2021 tarih ve 2020/2628 Esas, 2021/2552 Karar sayılı ilamı).
Öncelikle destekten yoksunluk zararının hesabında kriterlerden biri olan müteveffanın gelirinin belirlenmesi tazminatın doğru tespitinde önemli bir yer tutmaktadır. Destekten yoksun kalan kişinin maruz kaldığı destekten yoksun kalma zararının belirlenebilmesi için desteğin son gelir durumunun net olarak belirlenmesi gerekir. Yargıtay uygulamalarına göre ölenin geliri en az asgari ücret olup, bu husus kamu düzeni ile ilgili olduğundan mahkemece re’sen gözönünde tutulması zorunludur(Bkz. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 2016/8879 Esas, 2019/3815 Karar sayılı ilamı). Müteveffanın gelirinin belirlenmesinden sonra, destekten yoksun kalanlara müteveffanın sağlığında sağlamış olduğu yardımın miktarı belirlenmelidir. Gerçek yardım miktarının yeterli delillerle ispat edilemediği durumlarda hâkim, takdir hakkını kullanarak yardım miktarını belirleyebilecektir. Bu belirlemede destek ile destek olunan kimse arasındaki yakınlığın derecesi, aralarındaki manevi bağ, destekten yoksun kalanların yaşları, dahil oldukları sosyal ve ekonomik çevre, yaşam standartları, cinsiyetleri gibi bakım ilişkisine ve miktarına etkili olabilecek unsurlar da göz önünde bulundurulacaktır. Hayatın olağan akışı içinde, destek sayılan kimsenin baktığı kimselere gelirini belli paylara bölerek baktığı pek söylenemese de tazminat hesabında bir paylaştırma yapmak zorunlu hale gelmektedir. Buna göre öncelikle gelirin tamamının, yardım görenlere tahsis olunmuş varsayılamayacağı, ölenin gelirinden bir bölümünü kendisine ayıracağı, bu tahsisten vazgeçilemeyeceği ve bu suretle yardımın (payların) geliri yutmaması ilkesi dikkate alınmalıdır. Ayrıca ölenin kendi geçim masraflarından artan miktarın tamamının (hiçbir tasarruf düşüncesine yer bırakmadan) destek görenlere dağıtıldığı da kabul olunamaz. Öte yandan, destek görecek kimselere ayrılacak miktar da, bunların ihtiyaçlarının toplamı kadar olmalıdır. Bunun dışında destekten yoksun kalanlardan bir kısmının davacı olup diğer kısmının davacı olmadığı durumda talepte bulunmayan destek görenlerin paylarının da hesaplamada gözönünde tutulması gerekmektedir. Ancak destek almaktan vefat, evlilik ya da destek alma ihtiyacının sona ermesi gibi nedenlerle çıkan kişinin payı diğer destek alanlara aktarılarak hesaplama yapılması gerekmektedir.
Yargıtay (Kapatılan) 17. Hukuk Dairesi’nin uygulamasına göre, bekar ölen desteğin evleninceye kadar gelirinin yarısını kendi ihtiyaçları yarısını da anne ve babası için ayıracağı varsayılarak bu dönemde desteğe iki anne ve babaya birer pay vermek suretiyle desteğin tüm gelirine oranlandığında evlenmeden önceki dönem içinde anne ve babanın her birine %25 pay verilmesi gerektiği, desteğin ileride evlenmesi ile birlikte desteğe iki, eşe iki, anne ve babaya birer pay verilerek, yine desteğin tüm gelirinin oranlanarak anne ve babaya %16’şar pay ayrılması, desteğin bir çocuğunun olması durumunda iki pay desteğe, iki pay eşe bir pay çocuğa ve birer pay anne ve babaya ayrılmak suretiyle desteğin tüm gelirine oranlandığında anne ve baba için %14’er pay verilmesi daha sonra ikinci çocuğun doğacağı varsayılarak bu kez desteğe iki, eşe iki, çocukların her birine birer ve anne ve babaya birer pay verilerek desteğin tüm gelirine oranlanarak anne ve babaya 12,5’er pay verilmesi gerektiği, daha sonra anne ve babadan yaşam tablosuna göre hangisi destekten çıkacaksa kalan kişiye diğerinin payının ilave edilerek destek tazminatlarının varsayımsal hesabının yapılması, her baba ve annenin çocuğunu belli bir yaşa kadar büyütmek, yetiştirme ödevi olup çocuk olan desteğin ölümü nedeni ile artık yapılması gerekmeyecek yetiştirme giderlerinin de belirlenecek destekten yoksun kalma tazminatından düşülmesi, sonrasında ise ölenin kusurunun indirilmesi, ardından eğer destekten yoksun kalan davacı tarafından davadan önce alınmış bir ödeme var ise yapılan bu ödemenin ödeme günü ile tazminatın hesaplandığı güne kadar geçen süredeki işlemiş yasal faizi de hesaplanarak, ödeme tutarı ile birlikte hesaplanan tazminattan indirilmesi, bütün bu hesaplamadan sonra eğer somut olayda hatır taşıması ve müterafik kusurun varlığı söz konusu ise hesaplanan tazminatlardan en son müterafik kusur ve/veya hatır taşıması indiriminin yapılması gerekmektedir(Bkz. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 21/01/2021 tarih ve 2020/215 Esas, 2021/340 Karar sayılı ilamı).
Destekten yoksun kalma zararına ilişkin hesaplama yapılırken, desteğini kaybeden eşin yeniden evlenme ihtimalinin (şansının) bulunması zararı azaltan bir hâl olarak kabul edilmekte ve hesaplamada dikkate alınmaktadır. Dul kalan eşin, gelecekte uğrayacağı destekten yoksun kalma zararı, hüküm tarihinde, tazminatın peşin değerinin verilmesi suretiyle giderilecektir. Dul eşin, gelecekte evlenip evlenmeyeceği ihtimallere dayalıdır. Hiç evlenmeyecekmiş gibi tazminata hükmedilmesi, dul eş lehine fazla tazminata hükmedilmesine, dul eşin sebepsiz zenginleşmesine neden olacaktır. Destekten yoksun kalan eşin, evlenme olasılığı oranına göre tazminattan indirim yapılması gerekmektedir.
Dul kalan eşin yeniden evlenme şansının belirlenmesinde aile bağlarına, sosyal ve ekonomik durumuna, kişiliğine, çocuk sayısına, ülke şartlarına ve yörenin töresel koşullarına bakılarak bir sonuca varılması gerekir. Bu hususta, gerektiğinde konusunun uzmanı bilirkişilerin görüş ve düşüncesine de başvurulabilir.
Uygulamada, dul eşin yeniden evlenme şansının belirlenmesinde daha çok, hazır tablolardan yararlanılmaktadır. En sık başvurulan İsviçreli Hans Moser’in tablosu ile Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) tarafından kullanılan tablodur. Moser’in tablosu 1940’dan önceye ait olup, günümüz koşullarına ve ülkemiz şartlarına uyduğu söylenemez. Gene, İsviçre kaynaklı Stauffer/Schaetzle tablosu daha yakın tarihli ise de, bu tablonun da Türkiye koşulları dikkate alınarak hazırlanmadığı açıktır. Bu durumda, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi tarafından kullanılan tablonun mevcut koşullarda ülkemiz koşullarına daha çok uyumlu olduğu değerlendirilmektedir. Bu tabloya göre desteğini yitiren eşin yaş aralığına ve erkek ya da kadın oluşuna göre evlenme şansı yüzde olarak gösterilmiştir. Yargıtay da istikrarlı bir şekilde Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin belirlediği bu tabloya göre eşin evlenme şansını belirleyerek buna göre tazminattan indirim nedeni olarak kabul etmiştir. Yargıtay’ın yerleşik kararlarına göre, dul eşin yeniden evlenme olasılığı saptanırken, olay tarihindeki yaşına göre değil, rapor tarihindeki ve hüküm tarihine en yakın tarihteki yaşına göre evlenme şansını belirlemek gerekmektedir. Çünkü;
a) Tazminat hesabında, rapor (hüküm) tarihindeki en son veriler dikkate alınır.
b) Gerçek belli iken varsayımlara göre değerlendirme yapılamaz (Çelik, s. 288).
Destekten yoksun kalma tazminatında bilinmeyen dönem için farazi bazı kriterlere göre hesaplama yapılmakta ise de, dul eşin hesap tarihi itibari ile evlenip evlenmediği belirlenebilir bir veridir(Bkz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 01/10/2019 tarih ve 2017/17-2038 Esas, 2019/979 Karar sayılı ilamı).
Yargıtay’ın yakın tarihli güncel kararlarında, hak sahiplerinin ve desteğin bakiye ömrü ile destek süreleri daha önceki yıllarda Fransa’dan alınan 1931 tarihli Population Masculine Et – Feminine “PMF” cetvelleri ile saptanmakta ise de; Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı, Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Aktüerya Bilimleri Bölümü, BNB Danışmanlık, Marmara Üniversitesi ve Başkent Üniversitesi’nin çalışmalarıyla “TRH 2010” adı verilen “Ulusal Mortalite Tablosu” hazırlanmış olup, bu durumda diğer kurumlar ile Yargıtay Daireleri arasında tazminat hesabında birliğin sağlanması açısından ve yine bu tablonun ülkemize özgü ve güncel verileri içermesi de göz önüne alınarak tazminat hesaplarında hak sahiplerinin ve desteğin bakiye ömrü ile destek sürelerinin belirlenmesinde TRH 2010 tablosunun esas alınmasının güncellenen ülke gerçeklerine daha uygun olacağına karar verilmiştir(Bkz. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 07/07/2021 tarih ve 2021/9650 Esas, 2021/4317 Karar sayılı ilamı.).
Ayrıca Yargıtay süreklilik kazanan karar ve içtihatlarında 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun 45 ve 46 ile 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 53 ve 54. maddeleri uyarınca açılan destekten yoksun kalma ve bedensel zararlara ilişkin tazminat davalarında mülga 818 sayılı BK 46. maddesinin 2. fıkrası (6098 sayılı TBK m. 75) gereğince zararın gerçek miktar ve kapsamının zamanla daha iyi anlaşılabileceği gerekçesiyle mümkün olduğu kadar geç bir tarihin-(hüküm tarihinin)-karar tarihine en yakın tarihlerdeki ölçütlerin(hesaplamaya esas güncel gelir, destekten yoksun kalan kişi sağ kalan eş ise eşin güncel durumda yeniden evlenme ihtimali) bilirkişi tarafından hesaplamada esas alınması gerektiği ve buna göre tazminat miktarının belirlenmesi gerektiği yönünde uygulama yapmaktadır(Bkz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 15/05/1991 tarih ve 1991/9-102 Esas, 1991/267 Karar; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 28/06/1995 tarih ve 1994/9-628 Esas, 1995/694 Karar; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 17/05/2000 tarih ve 2000/9-889 Esas, 2000/904 Karar; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 08/06/2011 tarih ve 2011/17-351 Esas, 2011/386 Karar; Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 29/03/2010 tarih ve 2009/8561 Esas, 2010/2838 Karar; Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 24/12/2020 tarih ve 2019/6218 Esas, 2020/9019 Karar sayılı ilamları.)

Yargıtay, ilk derece mahkemesi kararına ilişkin olarak temyiz edenin sıfatına göre, davacı tarafından kararın temyiz edilmemesi hallerinde ise aksi uygulama yapmakta usuli kazanılmış hak ilkesine vurgu yapmakta ve kazanılmış haklar gözetilmek suretiyle (tazminata esas alınan gelir, esas alınan asgari ücret yılı, işlemiş/işleyecek dönem tarihleri gibi), bozma kapsamına göre zarar hesabı yapılmasını istemektedir(Bkz. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 07/07/2021 tarih ve 2021/17154 Esas, 2021/4325 Karar sayılı ilamı).
İ ) ÖLÜM VE BEDENSEL ZARAR HALLERİNDE TAZMİNATIN HESAPLAMA BİÇİM VE YÖNTEMİNE İLİŞKİN YARGITAY UYGULAMALARININ İRDELENMESİ VE MAHKEMEMİZİN TAZMİNAT HESABINA İLİŞKİN KABULÜ:
Kişinin yaşama hakkı ile maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı, birbirleriyle sıkı bağlantıları olan, devredilmez ve vazgeçilmez haklarındandır. Anayasa’nın 17. maddesi, kişinin yaşama hakkı ile maddi ve manevi varlığını, olası müdahalelere karşı güvence altına almaktadır. Bu çerçevede devletin, kişinin yaşama hakkı ile maddi ve manevi varlığına yönelen müdahaleleri önleme, önlenememiş olan müdahalelere yönelik olarak da bu müdahalelerden doğan zararların etkili bir şekilde karşılanmasını sağlama yükümlülüğü bulunmaktadır.
Bu pozitif yükümlülükler kimi durumlarda özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklar da dâhil olmak üzere söz konusu temel hakların korunması için belirli tedbirlerin alınmasını gerektirmektedir(Benzer yönde bkz. Anayasa Mahkemesi’nin 14/11/2019 tarih ve 2019/11 Esas, 2019/86 Karar sayılı kararı).
Kişinin vücut bütünlüğüne yapılan bir müdahaleden doğan zararların etkili bir şekilde tazmin edilmesini sağlamaya yönelik sistemin kurulması da devletin, Anayasa’nın 17. maddesinden doğan koruma yükümlülüğü kapsamındadır. Bu çerçevede 6098 sayılı TBK’nın 49 vd. maddesindeki kuralların destekten yoksun kalma zararları ile bedensel zararların giderilmesi amacıyla etkili bir tazmin sağlanmasını ve bu suretle yaşama hakkı ile maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkını korumayı amaçladığı anlaşılmaktadır.
Anayasal anlamda mülkiyet hakkı ise ekonomik değer ifade eden ve değeri parayla ölçülebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır. Belli durumlarda bir ekonomik değer veya icrası mümkün bir alacağı elde etmeye yönelik meşru bir beklenti de Anayasa’da yer alan mülkiyet hakkı güvencesinden yararlanabilir. Bu kapsamda meşru beklenti; makul bir şekilde ortaya konmuş icra edilebilir bir alacağın doğurduğu, bir kanun hükmüne veya başarılı olma ihtimalinin yüksek olduğunu gösteren yerleşik bir yargı içtihadına dayanan, yeterli somutluğa sahip nitelikteki bir beklentidir (Bkz. Anayasa Mahkemesi’nin 25/07/2017 tarih ve B. No: 2014/13478 sayılı Mehmet Şentürk bireysel başvuru kararı).
Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa’nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa’nın 35. maddesinin birinci fıkrasında herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle “mülkten barışçıl yararlanma hakkı”na yer verilmiş, ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda “mülkten yoksun bırakma”nın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa’nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Anayasa Mahkemesi’nin 02/02/2017 tarihli, B. No: 2014/1546, Recep Tarhan ve Afife Tarhan Bireysel Başvurusu).

Haksız fiil nedeniyle zarar gören kişinin uğradığı veya uğrayacağı maddi zararın tazminine yönelik beklentisi, haksız fiil nedeniyle mal varlığında gerçekleşen azalmanın veya gerçekleşmesi engellenen artışın zarar veren kişi tarafından giderilmesi talebini ifade etmektedir. Dolayısıyla zarar gören kişilerin, destekten yoksun kalma zararı ile bedensel zararının tazminine yönelik maddi tazminat alacaklarına ilişkin, kanuna dayanan beklentisi mülkiyet hakkı kapsamındadır. Zarar veren kişi bakımından da mal varlığında azalmaya neden olan tazminat borcu bu yönüyle mal varlığı hakkı niteliğinde olup mülkiyet hakkının koruması altındadır. Zararın belirlenmesini ve tazminatın hesaplanmasını düzenleyen kurallar da zarar görenin tazminat alacağı hakkının, dolayısıyla zarar verenin de tazminat borcunun kapsamının belirlenmesine ilişkin kurallardır(Bkz. Anayasa Mahkemesi’nin 25/12/2019 tarih ve 2019/34 Esas, 2019/97 Karar sayılı kararı).
Motorlu taşıt işletilmesine bağlı olarak üçüncü kişilerin uğrayabileceği destekten yoksun kalma zararı, bedensel zarar, eşya zararı ve manevi zarar Anayasa’nın 17. ve 35. maddelerinde düzenlenen haklarının ihlali sonucunda ortaya çıkan zarar niteliğindedir.
Tazminatın amacı zararın tazmin edilmesini sağlamaktır. Bu nedenle tazminat, zarar görenin zenginleşmesi veya zarar verenin cezalandırılması sonucuna yol açmamalıdır. Dolayısıyla hesaplanacak tazminatın azami miktarı gerçek zarar ile sınırlıdır. Bu yönüyle TBK’nın 50, 51, 52, 55 ve 75. maddesindeki kurallar, hesaplanan tazminatın yalnızca miktar gözetilerek azaltılamayacağını öngörmek suretiyle zarar görenin mülkiyet hakkı kapsamındaki meşru beklentisi ile tazminat miktarının artırılamaması ve böylece fazla tazminat ödenmesini engellemek suretiyle de zarar verenin mülkiyet hakkını korumaktadır. Bu nedenle kanun koyucunun, zarar veren ve zarar gören tarafların menfaatlerini adil bir şekilde dengeleyerek tarafların mülkiyet hakkının korunmasını amaçladığı anlaşılmaktadır.
Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Kanunda bulunan niteliklerin uygulanması hukuki güvenliğin sağlanması bakımından da zorunludur. Zira bu ilke hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, kişilerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (Bkz. Anayasa Mahkemesi’nin 04/05/2017 tarih ve 2015/41 Esas, 2017/98 Karar sayılı kararı).
Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir(Bkz. Anayasa Mahkemesi’nin 28/11/2013 tarih ve 2013/64 Esas, 2013/142 Karar sayılı kararı). Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Anayasa Mahkemesi’nin 30/12/2014 tarihli, B. No: 2013/1301, Necmiye Çiftçi ve diğerleri bireysel başvurusu)

Bir kanuni düzenlemenin bireylerin davranışını ona göre düzenleyebileceği kadar kesinlik içermesi, kişinin gerektiği takdirde hukuki yardım almak suretiyle bu kanunun düzenlediği alanda belli bir eylem nedeniyle ortaya çıkacak sonuçları makul bir düzeyde öngörebilmesi gerekmektedir. Öngörülebilirliğin mutlak ölçüde olması gerekmez. Kanunun açıklığı arzu edilir bir durum olmakla birlikte bazen aşırı bir katılığı da beraberinde getirebilir. Oysa hukukun ortaya çıkan değişikliklere uyarlanabilmesi gerekmektedir. Birçok kanun, işin doğası gereği yorumlanması ve uygulanması pratik gerçekliğe bağlı olan yoruma açık formüller içermektedir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Kayasu/Türkiye, 13/11/2008 tarihli, B. No: 64119/00 ve 76292/01).
Genel nitelikteki kanuni düzenlemelerin somut olaya uygulanabilmesi ihtiyacının varlığı ve somut olaya göre değişebilecek olgulara bağlı olarak ortaya çıkabilecek çeşitli hukuki ilişkilerin her birinin kanunla düzenlenmesinin mümkün olmaması nedeniyle kanun koyucu hâkime takdir yetkisi tanıyan kurallar öngörmüştür. Takdir yetkisinin tanınması hâlinde bu yetkinin sınırının da yetkiyi düzenleyen kanun hükümleri ile belirlenebileceği açıktır.
Bir mahkemeye başvuru hakkının yasal birtakım şartlara tabi tutulması kabul edilebilir olsa da mahkemeler usul kurallarını uygularken bir yandan adil yargılanma hakkını ihlal edebilecek kadar aşırı şekilcilikten, diğer yandan da yasalar tarafından düzenlenen usul kurallarının ortadan kaldırılması sonucunu doğurabilecek kadar aşırı gevşeklikten kaçınmalıdır (AİHM, Walchli/Fransa, B. No: 35787/03, 26/7/2007 tarihli kararı.).
Hakkaniyet kavramı; adaletin özel ve bireyselleştirilmiş veya somutlaştırılmış şeklini ifade eder. Hakkaniyet somut ve belirgin olayların adaletidir. Daha doğrusu somut olay adaletidir. Türk Medeni Kanunu’nun 4. maddesinde hakimin hukuka ve hakkaniyete göre karar vereceği hükme bağlanmıştır. Bu hükmün amacı hakimin adalete uygun bir karar vermesini sağlamaktır. Hakimin hakkaniyete göre karar vermesiyle sosyal adalet de sağlanmaktadır.

Motorlu taşıt işletilmesi sonucunda ortaya çıkan zararın tazmini amacıyla ödenecek tazminatın belirlenebilmesi için öncelikle zararın belirlenmesi gerekmektedir. Motorlu taşıt işletilmesi sebebiyle meydana gelen zarar, kişinin mal varlığında azalma şeklinde ortaya çıkabileceği gibi kişinin mal varlığında artışın engellenmesi şeklinde de olabilmektedir. Örneğin, bedensel zarara uğrayan kişiye ödenecek tazminatın hesaplanabilmesi öncelikle iş gücü kaybı ve tedavi gideri gibi zararların belirlenmesine bağlıdır. Bu belirlemenin hastane veya doktor tarafından düzenlenen raporlar, kesilen faturalar gibi belgelere dayandırılması gerekeceği açıktır. Aynı şekilde destekten yoksun kalma tazminatının hesaplanabilmesi de ölenin sağladığı destek miktarı ve destek olmaya devam edeceği süre gibi hususların ortaya konulmasını gerekli kılmaktadır. Benzer şekilde eşya zararı sebebiyle ödenecek tazminatın hesaplanabilmesi de eşyanın uğradığı değer kaybının belirlenmesine bağlıdır. Gerek bedensel zararın ve destekten yoksun kalma zararının gerekse eşya zararının belirlenebilmesi dolayısıyla tazminatın hesaplanabilmesi tazminat talebinde bulunan kişi tarafından ileri sürülen iddia, olgu ve belgelerin değerlendirilmesine bağlıdır. Zarar veren haksız fiil faili, işleten ve zorunlu mali sorumluluk sigortacısı tarafından yapılacak olan tazminat ödemesinin hak sahibi tarafından söz konusu iddia ve belgelerin muhataplarına iletilmesi veya haberdar olunması zorunluluğuna bağlı olup işin doğasının da gereğidir.
Diğer taraftan kural olarak, haksız fiilden kaynaklanan bir alacağın söz konusu olması halinde bu alacağın varlığı ve tutarının saptanması yargılamaya ihtiyaç gösterse bile, haksız fiilden zarar gören kişilerin, haksız fiil faili ve diğer yasal sorumlulardan olan tazminat alacaklarının herhangi bir yargısal sürece veya icra takibine gerek olmadan ödenmesi beklenir.
Haksız fiilde zararın hesaplanmasında haksız fiilin işlendiği an yani olay anının esas alınması gerekmektedir(Bkz. Kılıçoğlu, Prof. Dr. … Mithat, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2012, Turhan Kitabevi, sayfa 402).
Bu bağlamda tazminatın ödenmesinin gecikmesine bağlı olan gerçek zararın güncellenmesine ilişkin Yargıtay uygulamasının üzerinde durulması gerekmektedir.
Yargıtay tarafından süreklilik kazanan içtihatlarla, destekten yoksun kalma ve bedensel zarara ilişkin tazminat hesaplamalarında, bedensel zarara uğrayan hak sahibi veya ölenin(desteğin) muhtemel yaşam süresi, muhtemel çalışma ve destek olma süresi, destekten yoksun kalanların muhtemel yaşama süresi, destek alabilme süreleri, ölenin muhtemel çalışma süresi sonuna kadar gelirinden kendisine ayıracağı miktar, destekten yoksun kalanların sayısı ve her birine ölenden düşen destek oranı gibi tazminatı etkileyen unsurlar yönünden haksız fiil tarihinin esas alınması gerektiği yönünde görüş bildirilirken aynı hesaplamalarda zarar ve tazminat miktarına etki eden diğer veri ve faktörler olan bedensel zarar halinde hak sahibinin, ölüm halinde ise desteğin hesaplamaya esas geliri ve ölüm halinde destekten yoksun kalan kişi sağ kalan eş ise eşin yeniden evlenme ihtimali yönünden mülga 818 sayılı BK 46. maddesinin 2. fıkrası (Halen yürürlükte olan 6098 sayılı TBK’nın m. 75) gereğince zararın gerçek miktar ve kapsamının zamanla daha iyi anlaşılabileceği gerekçesiyle mümkün olduğu kadar geç bir tarihin-(hüküm tarihinin)-karar tarihine en yakın tarihin esas alınması ve buna göre bedensel zarar halinde hak sahibinin, ölüm halinde ise desteğin hesaplamaya esas geliri ile destekten yoksun kalan kişi sağ kalan eş ise eşin yeniden evlenme ihtimalinin belirlenmesi ve tazminatın hesaplanması yönünde uygulama yapılması hem sorumluluk hukukunun genel ilkelerine hem de anayasa ile güvence altına alınan yaşama hakkı ve mülkiyet hakkına ters düşmekte, tarafların menfaatleri arasındaki adil dengenin zarar gören lehine, zarar verenin ise aleyhine sonuç doğuracak şekilde bozulmasına sebebiyet vermektedir. Örneğin, 2017 yılında trafik kazası neticesinde 35 yaşında vefat eden …’in ölüm tarihi itibariyle geride 33 yaşında bir eş ve 2 ile 5 yaşında iki çocuk bıraktığını, ölüm tarihinde gelirinin asgari ücret olduğunu, hak sahipleri tarafından da destekten yoksun kalma istemiyle 2018 yılında dava açıldığını ve bu davanın 2020 yılında alınan aktüerya raporu sonrası karara bağlandığını varsayalım. 2017 yılı asgari ücreti 1.404,00 TL, 2020 yılı asgari ücreti ise 2.324,71 TL’dir. …’in ölüm tarihi olan 2017 yılında AYİM tablosuna göre 31-35 yaş aralığında olan ve 33 yaşında bulunan eşinin yeniden evlenme ihtimali %17 olup 18 yaşından küçük iki çocuğu bulunduğundan her bir çocuk için yapılan %5’lik indirim sonrası evlenme ihtimali %7 olarak hesaplamada dikkate alınır, yani tazminatta indirim yapılır. 2020 yılında ise AYİM tablosuna göre 36-40 yaş aralığında olan ve 36 yaşında bulunan …’in eşinin yeniden evlenme ihtimali %9 olmakta ve yine 18 yaşından küçük iki çocuğu bulunduğundan her bir çocuk için yapılan %5’lik indirim sonrası evlenme ihtimali %0 olarak hesaplamada dikkate alınmakta, yani tazminatta bu sebeple indirim yapılmamaktadır. Yargıtay uygulamalarına göre karar tarihine yakın olarak 2020 yılında alınan raporda bir yandan hesaplamaya esas gelir 2020 yılı asgari ücreti olarak esas alınmakla %65-70 artarken diğer yandan da 2020 yılı itibariyle eşin yeniden evlenme ihtimali azaldığından ya da sıfırlandığından tazminat miktarı artmaktadır. Böylece olay tarihi olan 2017 yılı verilerine göre verilmesi gereken tazminat miktarında -temerrüt faizi hariç olmak üzere- yaklaşık %75-80 oranında artış olmakta ve zarar gören sebepsiz zenginleşmekteyken zarar veren ise fakirleşmektedir.
Öncelikle Yargıtay tarafından söz konusu uygulamanın dayanağı olarak gösterilen mülga 818 sayılı BK 46. maddesinin 2. fıkrası ile halen yürürlükte olan 6098 sayılı TBK 75. maddesinin bu ölçütle bir ilgisi bulunmamaktadır. Söz konusu hükme göre karar verme sırasında bedensel zarar tam olarak belirlenemiyorsa hâkim, kararın kesinleşmesinden başlayarak iki yıl içinde, tazminat hükmünü değiştirme yetkisini saklı tutabilecektir. Anılan hüküm sadece bedensel zarar hallerine ilişkin olup destekten yoksun kalma hallerini kapsamadığı gibi Yargıtay tarafından gelişen zarar halinde hak sahibinin gelişen zararın kesinleştiği tarih itibariyle dava açabileceği kabul edildiğine göre bu hükmün gelişen zarar dışında kalan karar tarihi itibariyle evvelce meydana gelen, giderilebilme olanağı bulunan, karar tarihinde varlığı tespit edilebilmekle birlikte sürekli olup olmadığı konusunda kesinlik bulunmayan zararları kapsadığı, sadece bedensel zararın nitelik ve kapsamına ilişkin olduğu(zarar gören kişide sabit iz, kazanç kayıpları, çalışma gücü kayıpları, olası tedavi giderleri gibi zararlar olup olmayacağı, olacaksa ne kadar olacağı vs.), bunlar dışında tazminat hesaplamasına etkisinin bulunmadığı ve kesin hükmün usuli sonuçlarını engellemeye yönelik bir düzenleme olduğu kabul edilmelidir. Çünkü TBK’nın 75. maddesinde (mülga BK’nın 46/2) düzenlenen husus kâfi derecede kanaat ile bedensel zararın neticelerini tâyin etmenin mümkün olmaması olup ilerideki ücret artışları veya eşin evlenme ihtimalinin ne olacağının bilinmemesi nedenine dayalı değildir. Bu madde bedensel zararın ilerideki sonuçlarıyla ilgili olmamış olsaydı herhalde yasa koyucu ölenin yakınları için destek tazminatı talepleri için de benzer bir hükme yer verecek veya bu maddede bu hususu da düzenleyecek ya da bedensel zarar yerine ölüm ve bedensel zarardan doğan maddi zarar ifadesini kullanacaktı. Zaten bedensel zararın sözlük anlamının vücut bütünlüğüne verilen zarar olması yani kişinin yaralanması sonucu ve derecesiyle ilgili olması da bu sonucu gerektirmektedir. Bir olaya bağlı maluliyet derecesinin ileride artma ihtimali gibi nedenlerle söz konusu hükmün getirildiği içeriği itibarıyla da çok açık bir biçimde anlaşılmaktadır. Örneğin, haksız fiil sonucu ayağı veya kolu kırılan ile yüzünde veya vücudunda izler oluşan kişinin bu yaralanmalarının süreklilik arz edip etmediği, tedavi ile iyileşme olanağı bulunup bulunmadığının karar tarihinde kesinleşmemiş olması gibi. Bu halde anılan istisnai hükümden hareketle haksız fiilden kaynaklanan tüm tazminat taleplerinde geç bir tarihin-(hüküm tarihinin)-karar tarihine en yakın tarihe göre bedensel zarara uğrayan kişi veya desteğin hesaplamaya esas gelirinin ve destekten yoksun kalan kişi sağ kalan eş ise eşin yeniden evlenme ihtimalinin belirlenmesi ve hesaplamada esas alınması Türk Borçlar Kanunu’nun amacını aşan, kanun hükümlerine olağan dışında bir anlam vermek suretiyle elde edilen bir yorum ile yasalar tarafından düzenlenen usul kurallarının ortadan kaldırılması sonucunu doğurabilecek kadar aşırı bir uygulama olduğunun kabulü gerekmektedir.
Tazminat hesabında, rapor (hüküm) tarihindeki en son verilerin dikkate alınması ve gerçek belli iken varsayımlara göre değerlendirme yapılamayacağı yönündeki gerekçe de söz konusu uygulamanın gerekçesi olamaz. Çünkü, hak sahibi veya desteğin geliri ile destekten yoksun kalan kişi sağ kalan eş ise eşin yeniden evlenme ihtimali haksız fiil tarihi itibariyle zaten bilinen verilerdir. Tazminat hesabında farazi esaslara dayanan unsurlar destekten yoksun kalma halinde, ölenin muhtemel yaşam süresi, muhtemel çalışma ve destek olma süresi, destekten yoksun kalanların muhtemel yaşama süresi, destek alabilme süreleri, ölenin muhtemel çalışma süresi sonuna kadar gelirinden kendisine ayıracağı miktar, destekten yoksun kalanların her birine ölenden düşen destek oranı, bedensel zarar halinde ise zarar görenin olay tarihindeki bakiye ömrü, işgörebilirlik çağıdır. Bu kapsamda haksız fiil tarihi itibariyle bilinen bir olgunun rapor tarihi itibariyle güncellenmesi, böylece taraflardan birisi aleyhine ölçüsüzlük teşkil edecek şekilde zarar verenin haksız fiilden doğacak borcunun, rapor tanzim tarihine göre her zaman değiştirilebilir nitelik taşıması sorumluluk hukukunun hem maddi hem de şekli esaslarına aykırılık teşkil ettiği gibi zarar veren ve onunla birlikte yasal ve sözleşmesel olarak sorumlu olan işleten ve sigorta şirketinin mülkiyet hakkının korunması şeklindeki anayasal ilke ile de bağdaşmamaktadır. Bu durum, zarar veren ve diğer yasal sorumlular bakımından fakirleşmeye, zarar gören bakımından ise sebepsiz zenginleşmeye yol açmaktadır. Bu uygulama kanun koyucunun TBK’nın 55. maddesi ile “…Destekten yoksun kalma zararları ile bedensel zararların, bu Kanun hükümlerine ve sorumluluk hukuku ilkelerine göre hesaplanır…” şeklindeki düzenleme ile borcun kapsamının tespiti hususunda çizdiği temel çerçeveye de aykırılık teşkil etmektektedir. Bu itibarla sorumluluk hukukunun genel esaslarına aykırı bu uygulama Anayasa’nın 17 ve 35. maddelerine aykırıdır. Örneğin, 2017 yılında A ve B plakalı araçların karıştığı ve eşit kusurlu oldukları çift taraflı trafik kazası neticesinde A aracında yolcu olarak bulunan 35 yaşındaki Mehmet’in vefat ettiğini, geride 33 yaşında bir eş ve 18 yaşından küçük 3 ve 5 yaşında iki çocuk bıraktığını, ölüm tarihinde gelirinin asgari ücret olduğunu, hak sahipleri olan eşi ve çocukları tarafından destekten yoksun kalma istemiyle 2017 yılında A aracı sürücüsüne, 2020 yılında ise B aracı sürücüsüne karşı kusur sorumluluğu esasına göre dava açıldığını ve bu davaların açıldıkları yıl alınan aktüerya raporları sonrası mahkemelerce karara bağlandığını varsayalım. 2017 yılı asgari ücreti 1.404,00 TL, 2020 yılı asgari ücreti ise 2.324,71 TL’dir. Mehmet’in ölüm tarihi olan 2017 yılında AYİM tablosuna göre 31-35 yaş aralığında olan ve 33 yaşında bulunan eşinin yeniden evlenme ihtimali %17 olup 18 yaşından küçük iki çocuğu bulunduğundan her bir çocuk için yapılan %5’lik indirim sonrası evlenme ihtimali %7 olarak hesaplamada dikkate alınır, yani tazminatta indirim yapılır. 2020 yılında ise AYİM tablosuna göre 36-40 yaş aralığında olan ve 36 yaşında bulunan eşin yeniden evlenme ihtimali %9 olmakta ve yine 18 yaşından küçük iki çocuğu bulunduğundan her bir çocuk için yapılan %5’lik indirim sonrası evlenme ihtimali %0 olarak hesaplamada dikkate alınmakta, yani tazminatta bu sebeple indirim yapılmamaktadır. Yargıtay uygulamalarına göre B aracı sürücüsüne karşı açılan davada 2020 yılında alınan raporda bir yandan hesaplamaya esas gelir 2020 yılı asgari ücreti olarak esas alınmakla %65-70 artarken diğer yandan da 2020 yılı itibariyle eşin yeniden evlenme ihtimali azaldığından ya da sıfırlandığından tazminat miktarı artmaktadır. Böylece aynı olayda eşit şekilde sorumlu olan iki kişinin sorumlu oldukları tazminat miktarı-temerrüt faizleri hariç olmak üzere- aktüerya raporunun alındığı tarihe göre farklılık arz etmektedir. Aynı durum A ve B plakalı araç sürücülerine aynı tarihte dava açılmasına rağmen davaların farklı yıllarda karara bağlanması halinde de söz konusudur.
Aktüerya hesaplamasına esas tüm unsurlarda(Bedensel zarara uğrayanın veya ölenin muhtemel yaşam süresi, muhtemel çalışma ve destek olma süresi, destekten yoksun kalanların muhtemel yaşama süresi, destek alabilme süreleri, ölenin muhtemel çalışma süresi sonuna kadar gelirinden kendisine ayıracağı miktar, destekten yoksun kalanların sayısı ve her birine ölenden düşen destek oranı) haksız fiil tarihi esas alınırken bedensel zarara uğrayanın/desteğin gelirinin ve hak sahibi olan eşin yeniden evlenme şansının değerlendirilmesinde rapor tarihinin baz alınması açıkça çelişki olup değerlendirmenin haksız fiilin meydana geldiği ve zararın doğduğu tarih itibari ile yapılması gerektiği, tazminatın belirlenmesindeki ilkelerin herkese eşit olarak uygulanması gerektiği, olay tarihindeki verilerin dikkate alınmaması durumunda aynı tarihte bedensel olarak zarar gören/desteklerini yitiren, aynı konumda olan hak sahiplerine raporun alındığı tarihlerin farklı olmasına bağlı olarak başka başka gelirler ve indirimlerin uygulanabildiği, rapor tarihinin esas alınması düşüncesinin aynı tarihte bedensel zarara uğrayan/desteğini kaybeden kişilerin ayrı tarihlerde rapor hazırlanmasına bağlı olarak farklı gelir ve evlenme şansı buna bağlı farklı tazminat miktarının ortaya çıkmasına sebebiyet verdiği, oysaki tazminatın belirlenmesindeki ilkelerin herkese eşit uygulanması gerektiği, bu nedenle bu durumun eşitlik ilkesine de aykırılık teşkil ettiği, böylece aynı durumda olanlara farklı miktarlarda tazminat ödenmesine yol açıldığı, zarar verenin tazminat borcunun kapsamının dava süresine bağlı olarak farklılaşmasına ve gerçek zararın da karşılanmamasına yol açtığı, dolayısıyla zarar veren kişi aleyhine sonuç doğurduğu, sorumluluk sigortası yaptırmış olmasına rağmen sigorta şirketi tarafından ödenen tazminat ile gerçek zarara karşılık gelen tazminat arasındaki farktan teminat limitinin olay tarihi esas alınarak belirlenmesi nedeniyle zarar görene karşı zarar verenin sorumlu olmaya devam edeceği, zarar görenin sigorta şirketi tarafından tazmin edilmeyen zararı ise ancak zarar verenin ekonomik durumunun bu zararın karşılanması için yeterli olması hâlinde tazmin edilebileceği yukarıda gösterilen uygulama örnekleri ile anlaşılmaktadır. Bu durum da raporun alındığı tarihe bağlı olarak(Hak sahipleri tarafından davanın geç açılması, davanın uzaması, tarafların iddia ve savunma haklarını kötüye kullanması vs.) belirsiz şekilde haksız fiil faili ve diğer yasal sorumlular yönünden tazminat miktarının artmasına yol açmaktadır(Benzer yöndeki görüş için bkz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 01/10/2019 tarih ve 2017/17-2038 Esas, 2019/979 Karar sayılı ilamı karşı oy gerekçesi).
Yine Yargıtay uygulamasına göre bedensel olarak zarara uğrayan veya destekten yoksun kalan kişi zarar sorumlularından dava öncesinde ödeme almış ise alınan ödemenin gerçek zararı karşılayıp karşılamadığı ödeme tarihi verilerine göre belirlenmeli, eğer yapılan ödeme gerçek zararı karşılamıyorsa rapor tarihi itibariyle güncel verilere göre(Bedensel zarara uğrayanın/desteğin geliri ve hak sahibi olan eşin yeniden evlenme şansı) tazminat hesabı yapılmalı, yapılan ödemenin ödeme günü ile tazminatın hesaplandığı güne kadar geçen süredeki işlemiş yasal faizi de hesaplanarak, ödeme tutarı ile birlikte hesaplanan tazminattan indirilmesi gerekmektedir. Bu halde, Yargıtay aynı zarara ilişkin olarak dava öncesi ödeme tarihi ve rapor tarihi olmak üzere iki ayrı tarihe göre zarar belirlemesi yolunu tercih etmekte ve ödeme tarihi itibariyle yapılan ödemenin yeterli olması halinde zararın karşılandığını ve bakiye zarar iddiasında bulunulamayacağını kabul etmektedir. Örneğin, haksız fiil sorumlusundan ya da onun sorumluluğunu üstelenen zorunlu trafik sigortasından 2017 yılında 100.000,00 TL ödeme alan …’in ödeme tarihinden sonra zararının tam karşılanmadığı ve daha fazla olduğu iddiasında bulunması ve dava açması halinde mahkemece 2020 yılında yapılacak hesaplamada yapılan ödemenin ödeme tarihi itibariyle yeterli olup olmadığı incelenmekte, zararın ödeme tarihi verilerine göre 100.000,00 TL veya daha az olması halinde davanın reddine karar verilmektedir. Eğer yapılan ödeme gerçek zararı karşılamıyorsa bu kez de 2020 yılı verilerine göre hesaplama yapılmakta ve yapılan ödeme faizi ile mahsup edilerek bakiye kısım hüküm altına alınmaktadır. Haksız fiil sonucu meydana gelen zarar tek ve aynı olduğuna göre bu durumda yapılan uygulama olsa olsa gerçek zarar olarak kabul edilen tazminatın bu süreçte ülkede yaşanan enflasyonist ortamda alacağın değer kaybının önlenmesi, satın alma gücünün korunması ve hak sahibinin alacağına geç kavuşmasının telafi edilmesidir. Bu da aynı zarara ilişkin olarak farklı tarihteki verilerin esas alınması ile değil temerrüt faizi ve bu faizin karşılamadığı diğer zararlar için de munzam zararın oluşması halinde bu müessesenin işletilmesi ve kabulü ile sağlanabilir. Bunun sonucu olarak da zarar gören kişi olaydan çok sonra dava açmış, dava yıllarca sürmüş, karar geç verilmiş olsa dahi dava tarihi, mahkemenin zararı hesaplama tarihi veya hüküm tarihi değil olay tarihinin göz önünde tutulması gerekmektedir. Para değerindeki düşme nedeniyle olay anının esas alınması zarar görenin zararını karşılamaktan uzak kalabilir. Ancak bu halde haksız fiil tazminat alacağına zarar görenin talep etmesi halinde olay anından itibaren gecikme faizi uygulanacaktır. Bu gecikme faizine rağmen zarar gören kişinin yargılamanın uzaması nedeniyle tahsil ettiği tazminatın gerçek zararını karşılamadığını iddia etmesi halinde ise Türk Borçlar Kanununun 122. maddesi hükümleri uyarınca gecikme faizi ile karşılanmayan munzam zararın tazmin talebi gündeme gelebilecektir(Bkz. Kılıçoğlu, Prof. Dr. … Mithat, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2012, Turhan Kitabevi, sayfa 402 ve 423 vd.).
6100 sayılı HMK’nın 107. maddesi ile bedensel olarak zarara uğrayan veya destekten yoksun kalan kişilere belirsiz alacak davası açma imkanının da kanun koyucu tarafından tanındığı dikkate alındığında haksız fiil tarihindeki veriler esas alınmasına rağmen hesaplanan tazminata uygulanan temerrüt faizinin olay tarihi, dava tarihi gibi daha geriye bir tarihten işlemesi de dengeleyici bir unsur niteliğinde olup sorumluluk hukukunun genel ilkesine bağlı kalınmasının da tam bir hakkaniyetsizlik yarattığından da söz edilemez.

Ayrıca Yargıtay’ın mevcut uygulaması hakim değişikliği, raporun yıl sonunda alınması ve yeni yıla girilmesi, bozma sonrası yeniden hüküm verilmesi gibi hallerde olduğu gibi karar tarihine yakın verilerin kullanılması gerekçesiyle birden fazla aktüerya raporu alınmasına sebebiyet vermekte ve yargılamanın uzamasına da yol açmaktadır. Bu durum da yargılamanın en kısa ve makul sürede sonuçlandırılması zorunluluğuyla bağdaşmadığı gibi hakkın en kısa sürede sahibine teslim edilebilmesini de mümkün kılmamaktadır.
Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 31/12/1976 tarih 1976/9370 karar sayılı kararında da ifade edildiği gibi “…Hakim tabiata, olağana, gerçeğe uygun bir şekilde katı kalpler ve katı kalıplar içerisinde sıkışıp kalmadan uyuşmazlığa insan kokusu taşıyan bir çözüm getirmek zorundadır…”

Mahkememizce, Yargıtay’ın istikrarlı olarak kararlarında benimsediği ilkelerin dışına çıkılmasını gerektiren hususlar yukarıda açıklanmış olup Yargıtay tarafından yapılan yorumun kanun hükümlerine olağan dışında bir anlam vermek suretiyle elde edildiği ve mevzuat hükümleri çerçevesinde, öngörülebilirlik sınırları içerisinde olduğundan bahsedilemeyeceği, bu açıdan ilgili katı yorumun zarar veren haksız fiil failinin ve onunla birlikte sorumlu olan diğer yasal sorumlular yönünden, gerçek zararın karşılanması suretiyle zarar görenin mülkiyet hakkı kapsamındaki meşru beklentisi ile fazla tazminat ödenmesini engellemek suretiyle de zarar verenin mülkiyet hakkını koruma konusundaki adil dengenin bozulmasına sebebiyet vermek suretiyle mülkiyet hakkını ihlal ettiği, mahkememizin temel hak ihlallerini gidermekle yükümlü olduğu(Anayasa Mahkemesi’nin, … ve … bireysel başvurusu, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; … ve diğerleri bireysel başvurusu, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 26), Anayasa Mahkemesine bireysel başvurunun ikincil nitelikte bir kanun yolu olduğu, temel hak ve özgürlüklerin ihlallerinin mahkememizce çözüme kavuşturulmasının esas olduğu (…, B. No: 2012/946, 26/3/2013, § 18) bu nedenle ölüm ve bedensel zarara ilişkin tazminat hesaplamasında dava hangi tarihte açılmış olursa olsun haksız fiil tarihindeki verilerin esas alınması gerektiği sonucuna varılmıştır. Kanaatimizce bu kabul hem kanunun ruhuna ve özüne hem de hakkaniyete de daha uygun olacaktır.

J) MANEVİ TAZMİNAT, TALEP KOŞULLARI VE BELİRLENMESİ:
Manevi tazminatın kişinin ruh ve vücut bütünlüğünün bozulması, sosyal kişilik değerlerinin saldırıya uğraması gibi durumlarda istenebileceği yasal ve yerleşmiş yargı kararlarıyla kabul edilmiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu´nun 01.03.2006 tarih ve 2006/2-14 E, 2006/26 K. sayılı kararında ifade edildiği üzere, manevi tazminatın amacı, zarar görenin kişilik değerlerinde ve bedensel bütünlüğünün iradesi dışında ihlali hallerinde meydana gelen eksilmenin (manevi zararın) giderilmesi, tazmin ve telafi edilmesidir.
Türk Borçlar Kanunu’nun 56. Maddesi gereğince; hâkimin, özel durumları göz önünde tutarak manevi zarar adı ile hak sahibine verilmesine karar vereceği para tutarı adalete uygun olmalıdır. Takdir edilecek bu tutar, zarara uğrayanda manevi huzuru doğurmayı gerçekleştirecek tazminata benzer bir işlevi (fonksiyonu) olan özgün bir nitelik taşır. Bir ceza olmadığı gibi malvarlığı hukukuna ilişkin bir zararın karşılanmasını da amaç edinmemiştir. O halde, bu tazminatın sınırı onun amacına göre belirlenmelidir. Takdir edilecek tutar, var olan durumda elde edilmek istenilen doyum (tatmin) duygusunun etkisine ulaşmak için gerekli olan kadar olmalıdır. 22/06/1966 gün ve 7/7 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı’nın gerekçesinde takdir olunacak manevi tazminatın tutarını etkileyecek özel durum ve koşullar da açıkça gösterilmiştir. Bunlar her olaya göre değişebileceğinden hâkim, bu konuda takdir hakkını kullanırken ona etkili olan nedenleri de karar yerinde nesnel (objektif) ölçülere göre uygun (isabetli) bir biçimde göstermelidir.
Manevi tazminat, bozulan ruh huzurunun, duyulan ve ileride duyulacak elem ve ızdırabın kısmen ve imkan nisbetinde iadesini amaçladığından hâkim, TMK’nın 4.maddesi gereğince hak ve nesafete göre takdir hakkını kullanarak, manevi tazminat miktarını tesbit etmelidir.
Hâkim belirlemeyi yaparken somut olayın özelliğini, zarar görenin ekonomik ve sosyal durumunu, paranın alım gücünü, tarafların kusur oranını, desteğin kaybı nedeniyle duyulan ve ileride duyulacak elem ve ızdırabı gözetmelidir (Hukuk Genel Kurulunun 28.05.2003 gün 2003/21-368-355 ve 23.06.2004 gün 2004/13-291-370 sayılı kararları)
Yukarıda yapılan açıklamalar ve tüm dosya kapsamı bir arada değerlendirildiğinde; asıl ve birleşen dosya davalıları … ve …’ın murisi olan …’ın sevk ve idaresindeki … plakalı araç ile asıl dosya davacıları … ve …’un murisi ile birleşen dosya davacıları … ve …’un müşterek çocukları olan …’un yolcu olarak bulunduğu … plakalı aracın 18/01/2017 tarihinde çarpışması neticesinde çift taraflı, ölümlü ve maddi hasarlı trafik kazasının meydana geldiği, davacı …’un babası, davacı …’un eşi, birleşen dosyada davacılar … ve …’un ise oğulları olan müteveffa …’un kaza nedeniyle hayatını kaybettiği, davacıların müteveffanın ölümü nedeniyle asıl ve birleşen dosyada maddi ve manevi olarak zarara uğradıkları iddiası ile destekten yoksun kalma tazminatı ile manevi tazminat talebinde bulundukları, uğranılan zararların haksız fiil faili olan ve kazaya sebebiyet verdiği iddia olunan müteveffa … mirasçıları olan davalılar … ve … ile söz konusu aracın zmss sigortacısı olan davalı sigorta şirketinden tazmininin talep edildiği, mahkememizce dava konusu olayın meydana geldiği mahalde taraf tanıkları da dinlenilmek suretiyle bilirkişi refakati ile keşif yapıldığı, alınan 12/10/2019 tarihli bilirkişi raporuna göre davalılar murisi …’ın tam ve asli kusurlu olduğu, davacılar murisi ile yolcusu olduğu araç sürücüsünün kazanın meydana gelmesinde herhangi bir kusurunun bulunmadığı yönünde görüş ve kanaat bildirildiği, mahkememizce alınan kusur raporunun kaza tespit tutanağı ve ceza soruşturma raporu ile uyumlu olduğu, somut olayda davalılar murisinin hatalı sollama yapmak suretiyle tedbirsiz, dikkatsiz, özen yükümlülüğüne ve güvenli seyir kurallarına aykırı şekilde hareket ettiği ve meydana gelen kazada tam ve asli kusurlu olduğu, bu nedenle davalıların yeniden kusur incelemesi yapılmasına ilişkin taleplerinin yargılamaya katkı sağlamayacağı mahkememizce değerlendirilmekle taleplerin reddedildiği, mahkememizce dosyanın aktüer bilirkişiye tevdii edildiği, aktüer bilirkişinin 10/05/2021 tarihli raporuna göre davalılar murisine ait … plakalı aracın davalı sigorta nezdinde 31/08/2016 – 31/08/2017 tarihleri arasında zmms poliçesi ile sigortalı olduğu, kaza tarihi itibari ile zmms poliçe teminat sınırının 330.000 TL olduğu, davalı sigorta tarafından davacı … ve …’ya 19/04/2017 tarihinde toplam 261.011,77 TL, davacı … ve …’ya ise 19/04/2018 tarihinde 68.988,23 TL ödeme yapılmak suretiyle teminatın tamamının ödendiği, Anayasa Mahkemesinin iptal kararı doğrultusunda hesaplamalarda TRH 2010 Yaşam Tablosu ve progresif rant yöntemi kullanıldığı, bu kapsamda yapılan hesaplamada dava konusu kazanın meydana geldiği ve davalı sigorta tarafından ödeme yapılan 2017 verilerine göre davacı …’nun 65.899,71 TL, davacı …’ın 28.777,45 TL, davacı …’nın 84.583,49 TL ve davacı …’nin ise 41.020,99 TL olmak üzere toplam 220.281,64 TL bakiye destekten yoksun kalma zararlarının olduğu, rapor tarihi olan 2021 yılı güncel verilerine göre hesaplama yapıldığında ise davacı …’nun 280.079,70 TL, davacı …’ın 62.119,52 TL, davacı …’nın 187.389,66 TL ve davacı …’nin ise 88.021,03 TL olmak üzere toplam 617.609,91 TL bakiye destekten yoksun kalma zararın hesaplandığı yönünde görüş ve kanaat bildirilmiştir.
Her ne kadar Yargıtay tarafından süreklilik kazanan içtihatlarla desteğin geliri ve davacı olması halinde destekten yoksun kalan eşin yeniden evlenme ihtimalinin karar tarihine yakın güncel verilere göre belirlenmesi ve buna göre tazminat hesabının yapılması istenmekte ise de; mahkememizce, Yargıtay’ın istikrarlı olarak kararlarında benimsediği ilkelerin dışına çıkılmasını gerektiren hususlar yukarıda açıklanmış olup Yargıtay tarafından yapılan yorumun kanun hükümlerine olağan dışında bir anlam vermek suretiyle elde edildiği ve mevzuat hükümleri çerçevesinde, öngörülebilirlik sınırları içerisinde olduğundan bahsedilemeyeceği, bu açıdan ilgili katı yorumun zarar veren haksız fiil failinin ve onunla birlikte sorumlu olan diğer yasal sorumlular yönünden, gerçek zararın karşılanması suretiyle zarar görenin mülkiyet hakkı kapsamındaki meşru beklentisi ile fazla tazminat ödenmesini engellemek suretiyle de zarar verenin mülkiyet hakkını koruma konusundaki adil dengenin bozulmasına sebebiyet vermek suretiyle mülkiyet hakkını ihlal ettiği, mahkememizin temel hak ihlallerini gidermekle yükümlü olduğu(Anayasa Mahkemesi’nin, … ve … bireysel başvurusu, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; … ve diğerleri bireysel başvurusu, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 26), Anayasa Mahkemesine bireysel başvurunun ikincil nitelikte bir kanun yolu olduğu, temel hak ve özgürlüklerin ihlallerinin mahkememizce çözüme kavuşturulmasının esas olduğu (…, B. No: 2012/946, 26/3/2013, § 18) bu nedenle ölüm ve bedensel zarara ilişkin tazminat hesaplamasında dava hangi tarihte açılmış olursa olsun haksız fiil tarihindeki verilerin esas alınması gerektiği sonucuna varılmış ve bu kapsamda somut olayda trafik kazasının meydana geldiği ve davacıların desteğinin ölümünün gerçekleştiği 2017 yılı verilerine göre yapılan hesaplama gerçek zarar olarak esas alınmıştır.
Somut olayda olduğu gibi rapor tarihine göre davalılarca ödenmesi gereken tazminat miktarının olay tarihindeki verilere göre hesaplanan tazminatın neredeyse 3 katı olup bu durumun davalılardan kaynaklandığını söylemek somut olay adaleti bakımından mümkün gözükmemektedir. Çünkü kazanın meydana geldiği 2017 yılı itibariyle davacıların destekten yoksun kalma zararı oluşmuş olup, bu zarar haksız fiil tarihi itibariyle bellidir. Bu halde somut olayda olduğu gibi hak sahiplerinin tamamının veya bir kısmının geç harekete geçmiş olması ve dava açması ve/veya hak sahiplerince süresinde dava açılmış olsa dahi tarafların iddia ve savunma ile hukuki dinlenilme haklarını kullanmasından kaynaklı olarak yargılamanın uzaması sebebiyle zarar gören hak sahiplerinin alacağına geç kavuşması gerçek zararın kapsam ve mahiyetini değiştirmemelidir. Olsa olsa bu halde zarar görenlerin alacağına geç kavuşmuş olmasından kaynaklı olarak temerrüt faizi ve enflasyonist ortamda ise munzam zararın doğabileceğinden bahsedilebilir.
Yerleşik Yargıtay uygulamasına göre desteğin eşi, çocuğu ve anne ile babası arasında farazi destek ilişkisi olduğu, bu nedenle destek ilişkisinin ispatlanmasına lüzum bulunmadığı, eş yeniden evlenmediği müddetçe bakiye ömrü için destekten yoksun kalma tazminatı talep edebileceği, anne ve baba yönünden de destek ilişkisinin ölüm tarihine kadar devam edeceği, istisnai olarak çocuklar yönünden ise fiili destek ilişkisi ispatlanmadığı müddetçe erkek çocuklarının 18 yaşından, kız çocuklarının ise 22 yaşından sonra destekten yoksun kalma tazminatı talep edemeyeceğinin kabul edildiği, bu kapsamda somut olayda davacı …’ nun geride kalan eş, davacı …’ ın 22 yaşından küçük kız çocuğu ve davacı … ve …’ nın ise anne ve baba olarak müteveffa …’ un desteğinden yoksun kaldıkları ve destekten yoksun kalma tazminatı talep edebilecekleri, davalı sigorta tarafından adı geçen davacılara 2017-2018 yılında toplam 330.000 TL ödeme yapıldığı, buna göre haksız fiil tarihi olan 2017 yılı verilerine göre davacıların karşılanmayan gerçek zararının davacı … için 65.899,71 TL, davacı … için 28.777,45 TL, davacı … için 84.583,49 TL ve davacı … için ise 41.020,99 TL olmak üzere toplam 220.281,64 TL olduğu ve bu miktar üzerinden davacıların taleplerinin hüküm altına alınması gerektiği, Anayasa Mahkemesinin 17/07/2020 tarih ve 2019/40 Esas 2020/40 Karar sayılı ilamı uyarınca genel şartların somut olayda uygulanamayacağı, Yargıtayın son dönem kararlarına göre TRH 2010 yaşam tablosuna göre destek ve hak sahiplerinin bakiye ömür ve destek sürelerinin belirlenmesi, ayrıca hesaplamada genel şartlardaki teknik faizin uygulanmaması ve %10 iskonto ve artırım suretiyle bilinmeyen dönem zararların belirlenmesi gerektiği, her ne kadar davalılar … ve … vekili tarafından davacılar murisinin kaza anında alkollü olduğu ve hatır amacıyla taşındığı ve bu nedenle hesaplanan tazminat miktarından indirim yapılması gerektiği savunulmuş ise de, davacılar murisinin araçta yolcu olduğu, kazanın meydana gelmesinde davacıların murisinin herhangi bir rolünün bulunmadığı bu nedenle alkollü olup olmamasının somut olay yönünden illiyet bağı ile tazminat miktarının belirlenmesinde bir etkisi olmadığı, ayrıca davacılar murisinin kazaya karışan diğer araçta olduğu bu sebeple hatır taşımasına ilişkin indirim koşullarının davalılar yönünden somut olayda gerçekleşmediği, mahkememizce alınan kusur ve aktüerya bilirkişi raporlarının usul ve yasa ile dosya kapsamına uygun, gerekçeli, denetime ve hükme esas alınmaya elverişli olduğu, meydana gelen davacı zararlarından haksız fiil faili …’ın mirasçısı olan davalılar … ve …’ın mirasçı sıfatıyla müştereken ve müteselsilen sorumlu oldukları, haksız fiil hükümleri uyarınca kaza tarihi itibariyle davalı mirasçıların temerrüde düştüğü, dava konusu uyuşmazlığın niteliğine göre talep edebilecek faizin yasal faiz olduğu, davacıların dava konusu uyuşmazlıkta munzam zarar taleplerinin bulunmadığı, davalı sigorta şirket tarafından hak sahibi olan asıl ve birleşen dosya davacılarına kaza tarihi itibariyle yürürlükte olan poliçe teminat limitinin tamamının ödendiği, davalı sigortanın başkaca bir sorumluluğundan bahsedilemeyeceği anlaşılmakla taleple bağlı kalınarak haksız fiil faili …’ın mirasçısı olan davalılar … ve … yönünden asıl ve birleşen davada maddi tazminat talepleri bakımından davanın kısmen kabulü ile kısmen reddine, davalı sigorta yönünden ise asıl ve birleşen davada maddi tazminat taleplerinin ayrı ayrı reddine dair aşağıdaki gibi hüküm kurulmuştur.
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 08/12/1997 tarih 1997/7042 Esas ve 1997/11689 sayılı Kararında belirtildiği üzere kişilik haklarının, kişinin özgür ve bağımsız varlığının bütünlüğünü sağlayan; hayat, ruh ve beden tamlığı, vicdan, din, düşünce ve ekonomik çalışma özgürlüğü, şeref ve haysiyet, saygınlık, ün, isim, resim ve sırları gibi kişisel varlıkların en önemlilerinden olduğu, bu yüzden, ailenin saflığını, vakar ve saygınlığını korumanın herkes için ahlaki ve yasal bir görev olduğu, aile bütünlüğü aleyhine işlenen bir haksız eylemin, o aileyi oluşturan tüm bireyler aleyhine doğrudan doğruya işlenmiş bir haksız eylem sayılması gerektiği, bu görüşün, manevi tazminatın doğrudan doğruya onur kırıcı eylem ve davranışa maruz kalan kişi tarafından istenebileceği ve hukukumuzda yansıma yoluyla manevi tazminata hükmedilemeyeceği ilkelerine de aykırı olmadığı, çünkü, herkesin, içinde yaşadığı toplumda ve ilişkiler kurduğu çevrede üyesi bulunduğu aileden kaynaklanan şeref, haysiyet ve saygınlığının mevcut olduğu, bu nedenle, bir ailenin bireyine yönelik gibi görünen bir haksız eylemin, bazı durum ve koşullarda tüm aile bireyleri icin kişilik haklarına saldırı oluşturacağı dikkate alınmakla 6098 Sayılı TBK’nın 71 ve 2918 Sayılı KTK’nın 85 ve devamı maddeleri kapsamında mahkememizce alınan kusur raporuna göre davalılar … ve …’ ın haksız fiil faili …’ ın mirasçıları olarak meydana gelen zararlardan % 100 sorumlu olduğu, bu nedenle davalıların davacıların uğradığı manevi zarardan sorumluluğu bulunduğu, manevi acıyı bir dereceye kadar yumuşatmak, bozulan manevi dengeyi onarıp düzeltmek, bir teselli, bir savunma ve ruhu tatmin etmek amacıyla insan yaşamının kutsallığı çevresinde olayın oluş şekline, tarafların kusur oranlarına, husule gelen elem ve ızdırabın derecesine (kaza tarihi itibariyle 39 yaşında olan …’ nun eşini ve çocuğunun babasını, kaza tarihinde 12 yaşında olan …’ ın babasını, diğer davacılar … ve …’ nın ise çocuklarını kaybettiği, yine davalı …’nın ise aynı kazada eşini ve davalı …’in ise babasını kaybettiği) yaşanan olaydan doğrudan etkilenmelerine, hayatları boyunca bu olayın ve eksikliğin etkisiyle yaşamalarına, tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına (davacı …’un davacı kızı … ile birlikte kendisine ait taşınmazda ikamet ettiği, çalışmadığı, davalı … ve …’un kiracı olduğu ve kendilerine ait maaş geliri ile yaşadığı, davalı … ve …’in ise kiracı olduğu, dul ve yetim aylığı ile geçindiği ve çalışmadığı) davalı özellikle 26.6.1966 gün ve 1966/7-7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının içeriğine ve öngördüğü koşulların somut olayda gerçekleşme biçimine, oranına, niteliğine, günün ekonomik koşullarına, hak ve nesafet kurallarına göre mahkememizce alınan kusur raporunun oluşa ve dosya kapsamına uygun, denetime ve hükme esas alınmaya elverişli olduğu, davalılar … ve …’ ın haksız fiil tarihi olan 18/01/2017 tarihinden itibaren temerrüde düştüğü kanaatiyle asıl ve birleşen dosya davacılarının manevi tazminat taleplerinin kısmen kabulü ile kısmen reddine dair aşağıdaki şekilde karar vermek gerekmiştir.
Ayrıca, eldeki davada davacılar arasında ihtiyari dava arkadaşlığı bulunmakta olup davacı sayısı kadar maddi ve manevi tazminat davası olduğundan yargılamada vekil ile temsil olunan tarafların her biri lehine maddi ve manevi tazminat taleplerine ilişkin olarak ayrı ayrı vekalet ücreti takdir edilmiştir.
HÜKÜM: Gerekçesi yukarıda açıklanan nedenlerle:
A-)Mahkememizin …… Esas sayılı dava dosyasında;
DAVANIN KISMEN KABULÜ İLE KISMEN REDDİNE,
1-Davacı …’un destekten yoksun kalma tazminat talebinin KISMEN KABULÜ ile, 65.899,71 TL’nin trafik kaza tarihi olan 18/01/2017 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılar … ve …’dan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacıya ÖDENMESİNE, fazlaya ilişkin talebin REDDİNE,
2-Davacı …’un destekten yoksun kalma tazminat talebinin KISMEN KABULÜ ile, 28.777,45 TL’nin trafik kaza tarihi olan 18/01/2017 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılar … ve …’dan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacıya ÖDENMESİNE, fazlaya ilişkin talebin REDDİNE,
3-Davacılar … ve …’un destekten yoksun kalma tazminat taleplerinin davalı…Sigorta A.Ş yönünden ayrı ayrı REDDİNE,
4-Davacı …’un manevi tazminat talebinin KISMEN KABULÜ ile, 40.000,00 TL’nin trafik kaza tarihi olan 18/01/2017 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılar … ve …’dan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacıya ÖDENMESİNE, fazlaya ilişkin talebin REDDİNE,
5-Davacı …’un manevi tazminat talebinin KISMEN KABULÜ ile, 30.000,00 TL’nin trafik kaza tarihi olan 18/01/2017 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılar … ve …’dan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacıya ÖDENMESİNE, fazlaya ilişkin talebin REDDİNE,
6-Alınması gerekli 11.249,09 TL karar ve ilam harcından davacılar tarafından yatırılan 362,05 TL peşin harç ve 2.054,80 TL ıslah harcı toplamı 2.416,85 TL harcın mahsubu ile bakiye 8.832,24 TL’nin davalılar … ve …’tan müştereken ve müteselsilen tahsili ile HAZİNEYE İRAD KAYDEDİLMESİNE,
7-Davacılar tarafından yatırılan 31,40 TL başvurma harcı, 362,05 TL peşin harç, 2.054,80 TL ıslah harcı ile ve davacılar tarafından yapılan 900,00 TL bilirkişi ücreti, 400,00 TL keşif araç ücreti, 685,40 TL müzekkere-tebligat gideri, 314,00 TL keşif harcı toplamı olan 4.747,65 TL yargılama giderinin davanın kısmen kabulü ile kısmen reddi sebebiyle tarafların haklılık oranına göre (164.677,16/442.199,22=0,37) 1.768,04TL’sinin davalılar … ve …’tan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacılar … ve …’a ÖDENMESİNE, bakiye kısmın davacılar üzerinde BIRAKILMASINA,
8-Davacı … kendisini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 13/1. maddesi uyarınca hüküm altına alınan maddi tazminat için 9.366,96 TL vekalet ücretinin davalılar … ve …’tan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacı … ‘a ÖDENMESİNE,
9-Davacı … kendisini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 13/1. maddesi uyarınca hüküm altına alınan maddi tazminat için 4.316,61 TL vekalet ücretinin davalılar … ve …’tan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacı …’a ÖDENMESİNE,
10-Davacı … kendisini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 10/1-4 Maddesi uyarınca hüküm altına alınan manevi tazminat için 6.000,00 TL vekalet ücretinin davalılar … ve …’dan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacı …’a ÖDENMESİNE,
11-Davacı … kendisini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 10/1-4 Maddesi uyarınca hüküm altına alınan manevi tazminat için 4.500,00 TL vekalet ücretinin davalılar … ve …’dan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacı …’a ÖDENMESİNE,
12-Davalı…Sigorta A.Ş kendisini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 3, 13/1-4 Maddesi uyarınca davacıların reddedilen maddi tazminat talebi üzerinden hesaplanan 4.080,00 TL vekalet ücretinin davacı … ve …’dan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davalı…Sigorta A.Ş’ye ÖDENMESİNE,
13-Davalılar … ve … kendilerini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 3 ve 13/1-3 maddesi uyarınca davacı …’un reddedilen maddi tazminat talebi üzerinden hesaplanan 9.366,96 TL vekalet ücretinin davacı …’tan tahsili ile davalılar … ve …’a ÖDENMESİNE,
14-Davalılar … ve … kendilerini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 3 ve 13/1-3 maddesi uyarınca davacı …’un reddedilen maddi tazminat talebi üzerinden hesaplanan 4.316,61 TL vekalet ücretinin davacı …’tan tahsili ile davalılar … ve …’a ÖDENMESİNE,
15-Davalılar … ve … kendilerini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 10/2 maddesi uyarınca davacı …’un reddedilen manevi tazminat talebi üzerinden hesaplanan 4.080,00 TL vekalet ücretinin davacı …’tan tahsili ile davalılar … ve …’a ÖDENMESİNE,
16-Davalılar … ve … kendilerini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 10/2 maddesi uyarınca davacı …’un reddedilen manevi tazminat talebi üzerinden hesaplanan 4.080,00 TL vekalet ücretinin davacı …’tan tahsili ile davalılar … ve …’a ÖDENMESİNE,
17-6100 Sayılı HMK’nın 333. Maddesi uyarınca davacılar tarafından yatırılan ve kullanılmayan gider avansından bakiye miktarın kararın kesinleşmesinden sonra davacılara İADESİNE,
B-Birleşen İzmir 3. Asliye Ticaret Mahkemesinin …… esas sayılı dava dosyasında;
DAVANIN KISMEN KABULÜ İLE KISMEN REDDİNE,
1-Davacı …’un destekten yoksun kalma tazminat talebinin KISMEN KABULÜ ile, 41.020,99 TL’nin trafik kaza tarihi olan 18/01/2017 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılar … ve …’dan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacıya ÖDENMESİNE, fazlaya ilişkin talebin REDDİNE,
2-Davacı …’un destekten yoksun kalma tazminat talebinin KISMEN KABULÜ ile, 84.583,49 TL’nin trafik kaza tarihi olan 18/01/2017 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılar … ve …’dan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacıya ÖDENMESİNE, fazlaya ilişkin talebin REDDİNE,
3-Davacılar … ve …’un destekten yoksun kalma tazminat taleplerinin davalı…Sigorta A.Ş yönünden ayrı ayrı REDDİNE
4-Davacı …’un manevi tazminat talebinin KISMEN KABULÜ ile, 15.000,00 TL’nin trafik kaza tarihi olan 18/01/2017 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılar … ve …’dan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacıya ÖDENMESİNE, fazlaya ilişkin talebin REDDİNE,
5-Davacı …’un manevi tazminat talebinin KISMEN KABULÜ ile, 15.000,00 TL’nin trafik kaza tarihi olan 18/01/2017 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılar … ve …’dan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacıya ÖDENMESİNE, fazlaya ilişkin talebin REDDİNE,
6-Alınması gerekli 10.629,34 TL karar ve ilam harcından davacılar tarafından yatırılan 375,71 TL peşin harcın mahsubu ile bakiye 10.253,63 TL’nin davalılar … ve …’tan müştereken ve müteselsilen tahsili ile HAZİNEYE İRAD KAYDEDİLMESİNE,
7-Davacılar tarafından yatırılan 54,40 TL başvurma harcı, 375,71 TL peşin harç ve davacılar tarafından yapılan 100,00 TL müzekkere ve tebligat gideri olmak üzere toplam 530,11 TL yargılama giderinin davanın kısmen kabulü ile kısmen reddi sebebiyle tarafların haklılık oranına göre (155.604,48/375,410,69=0,41) 219,72 TL’sinin davalılar … ve …’tan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacılar … ve …’a ÖDENMESİNE, bakiye kısmın davacılar üzerinde BIRAKILMASINA,
8-Davacı … kendisini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 13/1. maddesi uyarınca hüküm altına alınan maddi tazminat için 11.795,85 TL vekalet ücretinin davalılar … ve …’tan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacı … ‘a ÖDENMESİNE,
9-Davacı … kendisini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 13/1. maddesi uyarınca hüküm altına alınan maddi tazminat için 6.132,73 TL vekalet ücretinin davalılar … ve …’tan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacı …’a ÖDENMESİNE,
10-Davacı … kendisini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 10/1-4 Maddesi uyarınca hüküm altına alınan manevi tazminat için 4.080,00 TL vekalet ücretinin davalılar … ve …’dan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacı …’a ÖDENMESİNE,
11-Davacı … kendisini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 10/1-4 Maddesi uyarınca hüküm altına alınan manevi tazminat için 4.080,00 TL vekalet ücretinin davalılar … ve …’dan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacı …’a ÖDENMESİNE,
12-Davalı…Sigorta A.Ş kendisini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 3, 13/1-4 Maddesi uyarınca davacıların reddedilen maddi tazminat talebi üzerinden hesaplanan 4.080,00 TL vekalet ücretinin davacı … ve …’dan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davalı…Sigorta A.Ş’ye ÖDENMESİNE,
13-Davalılar … ve … kendilerini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 3 ve 13/1-3 maddesi uyarınca davacı …’un reddedilen maddi tazminat talebi üzerinden hesaplanan 11.795,85 TL vekalet ücretinin davacı …’tan tahsili ile davalılar … ve …’a ÖDENMESİNE,
14-Davalılar … ve … kendilerini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 3 ve 13/1-3 maddesi uyarınca davacı …’un reddedilen maddi tazminat talebi üzerinden hesaplanan 6.132,73 TL vekalet ücretinin davacı …’tan tahsili ile davalılar … ve …’a ÖDENMESİNE,
15-Davalılar … ve … kendilerini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 10/2 maddesi uyarınca davacı …’un reddedilen manevi tazminat talebi üzerinden hesaplanan 4.080,00 TL vekalet ücretinin davacı …’tan tahsili ile davalılar … ve …’a ÖDENMESİNE,
16-Davalılar … ve … kendilerini dava ve duruşmalarda vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’nin 10/2 maddesi uyarınca davacı …’un reddedilen manevi tazminat talebi üzerinden hesaplanan 4.080,00 TL vekalet ücretinin davacı …’tan tahsili ile davalılar … ve …’a ÖDENMESİNE,
17-6100 Sayılı HMK’nın 333. Maddesi uyarınca davacılar tarafından yatırılan ve kullanılmayan gider avansından bakiye miktarın kararın kesinleşmesinden sonra davacılara İADESİNE,
18-İzmir Arabuluculuk Bürosu’nun 2020/51371 sayılı arabuluculuk dosyasında suçüstünden karşılanan 1.320,00 TL arabuluculuk ücretinin 6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun 18/A-13. maddesi uyarınca davalılar … ve …’tan müştereken ve müteselsilen tahsili ile HAZİNEYE İRAD KAYDINA,
Dair, karar HMK 341vd maddeleri gereğince tebliğ tarihinden itibaren iki hafta içerisinde Mahkememize veya aynı nitelikteki başka yer Mahkemesine verilecek dilekçe ile İzmir Bölge Adliye Mahkemeleri nezdinde istinaf yolu açık olmak üzere davacılar ve davalılar … ve …’ın yüzlerine karşı ve diğer davalının yokluğunda açıkça okunup usulen anlatıldı.12/11/2021

Katip …
E-İMZA

Hâkim ….
E-İMZA