Emsal Mahkeme Kararı İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 44. Hukuk Dairesi 2020/689 E. 2022/57 K. 11.01.2022 T.

Görüntülediğiniz mahkeme kararı henüz kesinleşmemiştir. Yararlı olması amacıyla eklenmiştir.

T.C.
İSTANBUL
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
44. HUKUK DAİRESİ
T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
İ S T İ N A F M A H K E M E S İ K A R A R I
DOSYA NO: 2020/689
KARAR NO: 2022/57
İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ: İstanbul Anadolu 1. Fikrî ve Sınaî Haklar Hukuk Mahkemesi
TARİHİ: 28/11/2017
NUMARASI: 2017/350 E. – 2017/198 K.
DAVANIN KONUSU: Marka (Marka Hükümsüzlüğünden Kaynaklanan)
İSTİNAF KARAR TARİHİ: 11/01/2022
Yukarıda yazılı ilk derece mahkemesi kararına karşı, istinaf yasa yoluna başvurulması üzerine yapılan inceleme sonucunda;
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; Müvekkiline ait “…” ibareli markanın 1993 yılından bu yana markasal olarak davalıya ait markanın tescil edildiği sınıflarda kullanıldığını, buna göre müvekkiline ait “…” markasının davalıya ait markadan çok daha önce kullanılıyor olduğunun kanıtlandığını, davalı tarafından başvurusu yapılan markanın “…” markasının müvekkiline ait markanın içinde birebir şekilde geçtiğini, müvekkiline ait “…” markası davalıya ait markayı içerdiğinden ve daha eski tarihli olduğundan, daha sonra yapılan “…” marka başvurusunun reddi gerektiğini, eskiye dayalı kullanımlarından davalıya ait markanın müvekkiline ait markaya tecavüz eder nitelikte olduğunun açık olduğunu, ayrıca davalının aynı zamanda Adana’da yerleşik olduğu ve yine ilk kez markayı Adana’da kullanan müvekkilinden haberdar olmasına rağmen kötü niyetli bir şekilde İstanbul’da açıp müvekkiline ait markanın çok benzerini kullanmasının ve kendi adına markayı tescil ettirmesi nedeniyle kötü niyetli olduğunun da açık olduğunu belirterek, öncelikle davalı adına kayıtlı … nolu “…” markasının 3.kişilere devrinin dava sonuna kadar önlenmesi adına teminatsız olarak ihtiyati tedbir kararı verilmesini, davalı adına kayıtlı … nolu “…” markasının kötü niyetli olarak tescil edilmesi ve müvekkiline ait markayı içermesi, müvekkiline ait markanın davalıdan çok daha önceki bir tarihten bu yana ciddi olarak kullanılması nedeniyle Marka KHK md.8 ve 42 gereğince hükümsüzlüğüne ve sicilden terkinine karar verilmesini talep etmiştir. Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle; Davacının davasının esasa geçmeden hak düşürücü süreye ve zamanaşımına uğradığından reddi gerektiğini, ayrıca müvekkilinin markalaşmasından sonra davacının TPE nezdinde müvekkili markası ile iltibas oluşturacak çokça marka başvurusunda bulunduğunu, itirazları sebebi ile hepsinin reddedildiğini, red kararlarına karşı davacının herhangi bir itirazda bulunmadığını, TPE kararlarına ilişkin sürecin 556 sayılı KHK nın 47-53 sayılı maddelerinde düzenlenmiş olup, davacı için bu sürelerin kendi marka süreci için dahi geçirildiğini, davalının dayandığı tescilli bir markası olmadığını, haksız ve kötüniyetli olarak 2010 yılında tescil ettirdiği “…” markasının müvekkilinin açtığı hükümsüzlük davası sebepli yargılaması devam etmekte olup, Yargıtay 11.Hukuk Dairesi’nin 23.12.2015 tarihli 2015/6134 Esas ve 2015/13829 Karar sayılı bozma ilamına göre iptal edilmesi gereken bir marka olduğunu, davacının İstanbul’da 2010 yılında sicile kaydedilen; 2014 yılında iptal edilen şubesinden başkaca firması dahi bulunmadığını, müvekkili markasının ise 2004 yılında tescil edildiğini, davacının dayandığı işletme adı doğru kabul edilse bile Adana ilinde 1993 yılına ait … adı olup, … dahi olmadığını, bu yönde ticaret adı ve markalaşma çabalarının belirttikleri dava sürecinde etraflıca açıklandığını, bir an için davacı iddiaları doğru olsa bile işletme adının sadece tescil edildiği ticaret biriminde ( yani Adana’da) kötüniyetli kişilere karşı koruma sağlayabilecek bir husus olduğunu, marka sahibi olmayan kişilerin marka hakkı sahiplerine yöneltilebileceği bir hak bulunmadığını belirterek, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir. İlk Derece Mahkemesince; “Türk Patent ve Marka Kurumundan celp edilen kayıtlardan, davalının markasının 06/09/2004 başvuru tarihinden itibaren 02/12/2005 tarihinde sicile tescil edildiği, davacı ve davalının aynı sektörde faaliyet gösterdiği, dava tarihinde yürürlükte olan 556 sayılı KHK 42/1-a maddesi gereğince hükümsüzlüğü istenilen … sayılı davalı markasının tescil tarihi ile davanın açıldığı tarih gözetildiğinde 5 yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olduğu, davalı marka tescilinin kötüniyetle gerçekleştirildiğinin de davacı tarafından kanıtlanamadığı, bir markanın benzerinin tescil edilmesinin tek başına kötüniyetin ispatı yönünde delil olarak kabul edilemeyeceği gerekçesiyle hükümsüzlük davasının hak düşürücü süre nedeniyle reddine,” karar verilmiştir. Davacı vekili istinaf dilekçesinde özetle; Davalının tescil sahibi olduğu markayı müvekkili aleyhine kullanmasının açıkça hakkın kötüye kullanılması olduğunu ve kötü niyetinin göstergesi olduğunu, davalının müvekkilinin markasından haberdar olduğunu, 1993 yılından bu yana Adana’da kullandığını bildiğini, buna rağmen … şeklindeki markayı alarak sanki kendine aitmiş gibi bu ibareyi 2004 yılında tescil ettirdiğini, davalının müvekkilinin tanınmışlığından faydalandığını, belgenin davacı aleyhine kullanılması nedeniyle kötüniyetin somutlaştığını, Müvekkilinin karşı yanın kendisine karşı yönelttiği tazminat davası ile markanın davalı adına tescilli olduğunu öğrendiğini, Kötüniyetin davacı tarafından ispatlanması gerekmeyip Mahkemece resen dikkate alınması gerektiğini, Mahkeme kararının bu yönüyle hatalı olduğunu, İstanbul 1. Anadolu Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesinin 2013/55 Esas ve İstanbul Anadolu 1. FSHHM 2013/56 Esas sayılı davaları ve Yargıtay onamasından geçerek kesinleşen markaya tecavüz davası dikkate alındığında somut davanın kabulüne karar verilmesi gerektiğini beyan ederek Mahkemece verilen kararın kaldırılmasına karar verilmesini talep etmiştir. Davalı vekili istinaf dilekçesinde özetle; HMK’nın 329. maddesine göre, kötüniyetli davalı veya hiçbir hakkı olmadığı hâlde dava açan tarafın, yargılama giderlerinden başka, diğer tarafın vekiliyle aralarında kararlaştırılan vekâlet ücretinin tamamı veya bir kısmını ödemeye mahkûm edilmesi gerektiğini, vekâlet ücretinin miktarı hakkında uyuşmazlık çıkması veya mahkemece miktarının fahiş bulunması hâlinde, bu miktarın doğrudan mahkemece takdir olunması gerektiğini, yargılama aşamasında bu yönde talepte bulunmuş olmalarına rağmen Mahkemece bir karar verilmediğini, HMK’nın 329. maddesindeki şartların somut olayda oluştuğunu, zira, davacının Türk Patent ve Marka Kurumu nezinde yapmış olduğu tüm benzer nitelikli marka başvurularının müvekkilinin hükümsüzlüğü istenilen dava konusu markaya benzerliği sebebi ile reddedildiğini, davacı markasının ticaret ünvanı olarak kullanımına 2010 yılında başlandığını, davacının iş bu davadaki iddia ve savunmasının müvekkili tarafından açılan İstanbul Anadolu Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesinin 2013/55 E. Ve 2013/56 E. Sayılı dosyalarındaki savunmalarının tam tersi niteliğinde olduğunu, davacının haksız ve kötüniyetli olarak dava açtığını, Müvekkili markasının hükümsüzlüğüne yönelik olarak açılan dava reddedilmiş olmasına rağmen Mahkemece verilen tedbirin kaldırılmadığını, bu durumun usul ve yasaya aykırı olduğunu beyan ederek Mahkemece verilen kararın kaldırılmasına karar verilmesini talep etmiştir. İnceleme, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun(HMK) 355. maddesi hükmü uyarınca istinaf dilekçelerinde belirtilen sebeplerle sınırlı olarak ve kamu düzenine aykırı hususların olup olmadığı gözetilerek yapılmıştır. Dava, davalı adına kayıtlı … numaralı “…” markasının iltibas tehlikesi bulunduğu ve kötü niyetli olarak tescil edildiği gerekçesiyle hükümsüzlüğüne karar verilmesi talepli davadır. TPMK kayıtları, tarafların iddia ve savunmaları ile toplanan delillere göre; davalının … no’lu “…” ibareli 29,35,43. sınıflarda tescilli markanın sahibi olduğu, davacının ise … no’lu “…” ibareli 43. sınıfta tescilli markanın sahibi olduğu, davalının “… Ltd. Şti” unvanı ile 06/10/1993 tarihinde sicile kaydedildiği görülmektedir. Mahkemece yapılan yargılama sonucunda; hükümsüzlüğü istenilen … sayılı davalı markasının tescil tarihi ile davanın açıldığı tarih gözetildiğinde 5 yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, karar, yukarıda açıklanan nedenlerle taraf vekillerince istinaf edilmiştir. Taraflar arasında İstanbul Anadolu 1. Fikrî ve Sınaî Haklar Hukuk Mahkemesi’nin 2013/56 esas, 2014/238 karar sayılı dosyasında, eldeki davanın davalısı tarafından davacısı aleyhine aynı marka nedeniyle markaya tecavüz ve haksız rekabetin tespiti ile önlenmesi ve tazminat talepli dava görüldüğü, Mahkemece; delil durumuna göre, davalının “…” ibaresi üzerinde gerçek hak sahibi olduğu, tecavüze konu edilen “…” ibaresi ile “…” mahreç işaretinin Kebap üretimi ve satımı işi ile iştigal eden kişilerin tekeline verilmemesi gerektiği, tecavüze konu edilen kullanımların davalı tarafından hukuken kendisine tesis edilmiş hakkın kullanımı olduğu, eylemlerinin marka hakkına tecavüz teşkil etmediği, bu kullanımın haksız rekabet de oluşturmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verildiği, kararın, Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 2015/1156 esas, 2015/13875 karar sayılı kararı ile onandığı görülmüştür. Yine taraflar arasında İstanbul Anadolu 1. Fikrî ve Sınaî Haklar Hukuk Mahkemesi’nin 2013/55 esas, 2015/10 karar sayılı dosyasında, eldeki davanın davalısı tarafından davacısı aleyhine davalı adına 43. sınıfta tescilli “…” markasının hükümsüzlüğü istemli dava açıldığı, davanın karıştırılma ihtimali ve kötüniyetli tescil iddialarına dayandırıldığı, Mahkemece; taraf markalarında yer alan “…, …” kelimelerinin aynı olduğu, logoların ise farklılık arz ettiği, genel görünüşleri itibariyle karşılaştırıldıklarında da farklı oldukları, ancak “…” ibaresi ile “…” ibaresinin benzer olduğu, “…” kelimesinin tek başına ayırt edicilik kazandırmadığı, markaların halk nezdinde aynı alanda kullanılması nedeniyle bıraktığı izlenimin benzer olduğu, davacı markasının 2004 tarihinde tescil edildiği ve daha eski tarihli olduğu, davalı tarafın ise “…” ibaresini 1993 yılından itibaren ticaret unvanının esaslı unsuru olarak ve bunun dışında hizmet markası olarak iş yerinde kullandığı, “…” ibaresi üzerindeki markasal hakkın davalı tarafa ait olduğunun davacı tarafından da kabul edildiği, davalının ticaret unvanına “…” kelimesinin 01/04/2004 tarihinde eklendiği, “…” kelimesinin marka hukuku bakımından coğrafi kaynak bildirdiği ve KHK’nın 7/C bendi gereğince bir markanın münhasır ve esaslı unsurunu oluşturması mümkün olmadığı gibi bu ibarenin bir kişinin tekeline de verilemeyeceği, bu durumda davalının markasının ayırt edici ibaresi “…”ı öncelikli kullanım hakkı bulunduğu, sadece “…” kelimesi nedeniyle davalı markasının hükümsüzlüğünün gerekmeyeceği, öte yandan davalının Adana Ticaret Odasından … üretimi ve sunumuna ilişkin yetki almış olması da dikkate alınarak markası ile birlikte “…” ibaresini de kullanmasının mümkün olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, kararın, Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 2015/6134 Esas ve 2015/13829 karar sayılı kararı ile; “tescilde öncelik ve teklik ilkesi” gereğince davacı tarafın tescilli markasının varlığına rağmen bu marka ile iltibas teşkil eden davalı markasının tesciline karar verilemeyeceği ve bunun önceki tarihli tescilli markaya dayalı olarak açılmış bir hükümsüzlük davasında red nedeni olarak kabul edilemeyeceği gerekçesiyle bozulmasına karar verildiği görülmüştür. Davacı vekilinin istinaf sebepleri incelendiğinde; Somut dava açısından tartışılması gereken husus, davacının sessiz kalma yoluyla hak kaybına uğrayıp uğramadığı noktasında toplanmaktadır. Zira Mahkemece dava bu gerekçeyle reddedilmiştir. Sessiz kalma yoluyla hak kaybı, önceki hak sahibinin, hakka konu ticari ad ve işareti iyi niyetli bir şekilde kullanan kişiye karşı dava açma hakkını uzun süre kullanmaması ve ihlallere sessiz kalarak ticari ad ve işareti koruma hakkını yitirmesi demektir. Sessiz kalma yoluyla hak kaybı ilkesinin temeli 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 2. maddesine dayanmaktadır. Anılan madde; “Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.” hükmünü haizdir. Buna göre, anılan madde ile hukuk düzeninin kişilere tanıdığı bütün hakların kullanılmasında göz önünde tutulması ve uyulması gereken iki temel ilkeye yer verilmiş olup, öncelikle hakların dürüstlük kuralına uygun kullanılması gerektiği ifade edilmiş, ardından hakların açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeninin korumayacağı belirtilmiştir. Sessiz kalma yoluyla hak kaybı ilkesi ticaret unvanları yönünden açılacak davalarda da söz konusudur. Gerçekten aynı veya benzer bir ticari ad ve işaretin başka bir kişi tarafından ticaret unvanında kullanılması hâlinde önceki hak sahibinin dava açarak bu unvanın terkinini veya değiştirilmesini talep etmesi mümkündür. Ancak bu hakkın kullanılması imkânının önceki hak sahibine sınırlandırılmaksızın tanınması bazı hâllerde haksız sonuçlar doğurabilmektedir. Zira iyi niyetli olarak ticaret unvanını tescil ettirmiş ve kullanmaya başlamış olan tacirin, para ve emek sarf ederek bu unvan altında yatırımlar yapması, ancak önceki hak sahibinin bu durumdan haberdar olmasına rağmen uzun süre sessiz kaldıktan sonra dava açması “dava hakkının kötüye kullanılması” olarak nitelendirilmelidir. Keza sonraki ticaret unvanının bilinmesi veya devam eden tecavüze karşı uzun süre sessiz kalındıktan sonra dava açılması, hakkın kötüye kullanılması olarak değerlendirilebilecektir. Ticari ad ve işaretin sahibi, haklı bir sebep olmaksızın hakkını uzun süre kullanmayarak bundan sonra da kullanmayacağı yönünde bir kanaat oluşturmuşsa artık bu hakkını kullanamaması gerekir. Bu nedenle önceki hak sahibinin, TMK’nin 2. maddesi gereğince belli bir davranışta bulunması gerekirken sessiz kalması sonucu, ticaret unvanını daha sonra iyi niyetli olarak tescil ettiren kişiye karşı dava açma hakkını veya devam eden eylemli kullanımını men etme hakkını kaybettiği kabul edilmelidir (Yasaman, Hamdi/ Yusufoğlu, Fülürya: Marka Hukuku, İstanbul, 2004, s. 856). Sessiz kalma yoluyla hak kaybında, hak genel olarak sona ermemekte, sadece bu haktan eylemine sessiz kalınan kişi ya da kişilerin yararlanmasına katlanılmaktadır. Zira tacirin, bir hakkını bilerek isteyerek belli bir süre kullanmaması sebebiyle ticaret unvanından doğan hakkı kaybolmamakta, sadece uzun süredir var olan kullanıma/tescile sessiz kalmış olması sebebiyle bu duruma zımnen icazet verildiği kabul edilmektedir. Sessiz kalma yoluyla hak kaybından bahsedilebilmesi için, önceki hak sahibinin ticari ad ve işaretin aynısının veya benzerinin ticaret unvanı olarak tescil ettirildiğini veya başkaları tarafından kullanıldığını bilmesi ve buna rağmen sessiz kalmış olması gereklidir. Buna karşın ticaret unvanlarının ticaret siciline tescil edilmek zorunda olmaları ve tescilin olumlu etkisi nedeniyle tescil ve ilan edilmiş ticaret unvanının bilinmediği ileri sürülemeyecektir. Bununla birlikte önceki hak sahibinin uzun süre sessiz kalması mücbir sebep ya da objektif imkânsızlık gibi haklı bir nedene dayanıyorsa ve bunun ispatlanması hâlinde sessiz kalma yoluyla hak kaybı söz konusu olmayacaktır. Önceki hak sahibi, ticari ad ve işaretin bir başkası tarafından ticaret unvanı olarak tescil edilmesine veya kullanılmasına sessiz kalmayarak dava yoluna başvurursa artık sessiz kalma sebebiyle hak kaybı söz konusu olmamaktadır. Bununla birlikte önceki hak sahibi dava yoluna başvurmadan önce ihtarname göndermesi de sessiz kalmadığı anlamına gelmelidir. Ancak dikkat edilmesi gereken husus, uzun süre boyunca, belirli aralıklarla sadece ihtarname gönderen, fakat dava açmayan ve ihtarname dışında unvanın kullanılmaması için herhangi bir girişimde de bulunmayan önceki hak sahibinin sessiz kalmadığını ileri sürmesi, hakkın kötüye kullanılması olarak değerlendirilebilir. O hâlde kullanımın daha fazla devamını istemeyen önceki hak sahibi, bu arzusunu açıklayan bir ihtarname göndermiş ise de makul bir süre içinde bu iradesini dava yoluyla da göstermelidir. Sessiz kalma yoluyla hak kaybının söz konusu olabilmesi için, önceki hak sahibinin, ticaret unvanının aynısının veya benzerinin kullanılmasına belirli bir süre sessiz kalmış olması gereklidir. Ancak ticaret unvanı yönünden sessiz kalmanın ne kadar süre geçtikten sonra hak kaybına sebep olacağı TTK’de düzenlenmiş değildir. Bununla birlikte 10.01.2017 tarihinde yürürlüğe giren 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu (SMK) ile ilk defa marka hukukunda hükümsüzlük davaları yönünden sessiz kalma yoluyla hak kaybına ilişkin bir düzenleme getirilmiştir. SMK’nin 26/6. maddesi; “Marka sahibi, sonraki tarihli bir markanın kullanıldığını bildiği veya bilmesi gerektiği hâlde bu duruma birbirini izleyen beş yıl boyunca sessiz kalmışsa, sonraki tarihli marka tescili kötü niyetli olmadıkça, markasını hükümsüzlük gerekçesi olarak ileri süremez” hükmünü haizdir. Buna göre marka hükümsüzlük davalarında sessiz kalma yoluyla hak kaybı ilkesinin uygulanabilmesi için beş yıllık sürenin geçmiş olması gerekmektedir. Ancak ticaret unvanı yönünden mevzuatta bir süre belirlemesi bulunmadığından TMK’nin 2. maddesi de gözetilmek suretiyle her somut olayın özellikleri dikkate alınarak sürenin belirlenmesi gerekmektedir. Hemen belirtilmelidir ki; sessiz kalma sebebiyle dava açılamayacağı yönündeki savunma bir def’i olmayıp itirazdır. Zira sessiz kalma yoluyla hak kaybı ilkesinin dayanağı TMK’nın 2. maddesi olduğuna göre, dava açılması açıkça hakkın kötüye kullanılması niteliğinde ise ve bu durum dava dosyasından ortaya konulabiliyorsa, sessiz kalma yoluyla hak kaybı bir itiraz olarak kabul edilip hâkim tarafından resen dikkate alınmalıdır. Keza TMK’nin 2/2. maddesi gereğince bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz. Dava tarihinde yürürlükte olan ve somut olaya uygulanması gereken 556 sayılı KHK’da yukarıda içeriği açıklanan sessiz kalma yoluyla hak kaybı ilkesi yer almamış, bu ilke içtihatlarla geliştirilen bir müessese haline gelmiştir. Kaynağını ise TMK’nın 2.maddesi kapsamında düzenlenen dürüstlük kuralından almıştır. Tarafların iddia ve savunmaları ile toplanan delillere göre; davalı markasının 06.09.2004 başvuru tarihinden itibaren 02.12.2005 tarihinde sicile tescil edildiği, davacının ise eldeki davayı 29.02.2016 tarihinde açmış olduğu, tarafların aynı sektörde faaliyet göstermiş olması ve daha önce aralarında bir kısım davaların görülmüş olması dikkate alındığında, davacının davalı markasının kullanıldığını bilmemesinin hayatın olağan akışına uygun olmadığı, ancak buna rağmen arada geçen süre içerisinde sessiz kaldığı, davalının kötüniyetli hareket ettiğine dair dosyaya yansıyan bir delilin bulunmadığı, dolayısıyla Mahkemece 5 yıllık hak düşürücü sürenin geçtiği yönündeki değerlendirmede bir isabetsizlik bulunmadığı, aksi yöndeki davacı iddialarının yerinde olmadığı kanaatine varılmıştır. Davalı vekilinin istinaf sebepleri incelendiğinde; Davalı her ne kadar HMK’nın 329. maddesine göre, kötüniyetli davalı veya hiçbir hakkı olmadığı hâlde dava açan tarafın, yargılama giderlerinden başka, diğer tarafın vekiliyle aralarında kararlaştırılan vekâlet ücretinin tamamı veya bir kısmını ödemeye mahkûm edilmesi gerektiğini ileri sürmüş ise de, anılan düzenleme, kötü niyetli kişileri caydırıcı bir hükmün zaruri olması nedeniyle getirilmiş olup, eldeki davada mevcut delil durumuna ve Dairemizce yukarıda açıklanan gerekçelerle varılan sonuca göre, davacının davalı kullanımına sessiz kalarak yalnızca bir hakkın ileri sürülebilmesi imkânını kaybettiği, davacının öncelik iddiası mevcut olup, ayrıca davayı açmakta kötüniyetli olduğuna yönelik dosyaya yansıyan bir delilin bulunmadığı, dolayısıyla 6100 sayılı HMK’nın 329.maddesi hükmünün somut olayda uygulama yerinin bulunmadığı, anılan sebeplerle davalı vekilinin aksi yöndeki istinaf sebeplerinin yerinde olmadığı anlaşılmıştır. Diğer yandan, Mahkemece nihai hükümle birlikte 02.03.2016 tarihli tensip tutanağı ile verilen tedbir kararının devamına karar verildiği, Dairemizce verilen kararın mahiyeti ve 6100 Sayılı HMK’nın 397/2. maddesinde; ihtiyati tedbir kararının etkisinin, aksi belirtilmediği takdirde, nihai kararın kesinleşmesine kadar devam edeceği, hükmü birlikte dikkate alındığında tedbir kararının kaldırılmasına yönelik talebin yerinde olmadığı anlaşılmıştır. Dosyadaki belgelere, duruşma sürecini yansıtan tutanaklar ve gerekçe içeriğine göre, ilk derece mahkemesi kararında davanın esasıyla ilgili tarafların gösterdiği hükme etki edecek tüm delillerin toplandığı, kanunun olaya uygulanmasında ve gerekçede hata edilmediği, ihtilafın doğru olarak tanımlandığı, kararın usul ve yasaya uygun olduğu anlaşıldığından taraf vekillerinin yerinde bulunmayan istinaf başvurusunun 6100 sayılı HMK’nın 353/1-b/1. maddesi gereğince ayrı ayrı esastan reddine karar verilmesi gerektiği kanaat ve sonucuna varılarak aşağıdaki hüküm kurulmuştur.
HÜKÜM: Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere; 1- Usûl ve yasaya uygun İstanbul Anadolu 1. Fikrî ve Sınaî Haklar Hukuk Mahkemesi’nin 28/11/2017 tarih ve 2017/350 E., 2017/198 K. sayılı kararına karşı davacı vekili ve davalı vekili tarafından yapılan istinaf talebinin 6100 Sayılı HMK’nın 353/1-b/1. maddesi gereğince ayrı ayrı ESASTAN REDDİNE, 2- 492 Sayılı Harçlar Kanunu gereğince alınması gereken 80,70 TL maktu istinaf karar ve ilam harcından peşin yatırılan 35,90 TL harcın mahsubu ile bakiye 44,80 TL harcın davacıdan tahsiliyle Hazineye gelir kaydedilmesine, 3- 492 Sayılı Harçlar Kanunu gereğince alınması gereken 80,70 TL maktu istinaf karar ve ilam harcından peşin yatırılan 35,90 TL harcın mahsubu ile bakiye 44,80 TL harcın davalıdan tahsiliyle Hazineye gelir kaydedilmesine, 4- Taraflarca istinaf aşamasında yapılan yargılama giderlerinin üzerinde bırakılmasına, 5- İncelemenin duruşmasız olarak yapılması sebebiyle taraflar yararına vekalet ücreti takdirine yer olmadığına, 6- Taraflarca yatırılan gider avansından harcanmayan kısmın karar kesinleştiğinde iadesine, Dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda, 20/07/2017 tarih ve 7035 Sayılı Kanunun 31. maddesiyle değişik 6100 Sayılı HMK’nın 361/1. maddesi gereğince, kararın tebliğinden itibaren 2 hafta içerisinde Yargıtay’a temyiz başvurusunda bulunma yolu açık olmak üzere, oy birliğiyle karar verildi. 11/01/2022