Emsal Mahkeme Kararı İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 44. Hukuk Dairesi 2020/134 E. 2020/369 K. 03.12.2020 T.

Görüntülediğiniz mahkeme kararı kesinleşmiş bir karardır.

T.C.
İSTANBUL
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
44. HUKUK DAİRESİ
T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
İ S T İ N A F M A H K E M E S İ K A R A R I
DOSYA NO: 2020/134
KARAR NO: 2020/369
İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ: İstanbul Anadolu 4. Asliye Ticaret Mahkemesi
TARİHİ: 11/05/2017
NUMARASI: 2015/1055 E. 2017/546 K.
DAVANIN KONUSU: Tazminat (Sözleşmeden Kaynaklanan)
İSTİNAF KARAR TARİHİ: 03/12/2020
Yukarıda yazılı ilk derece mahkemesi kararına karşı, istinaf yasa yoluna başvurulması üzerine yapılan inceleme sonucunda;
G E R E Ğ İ D Ü Ş Ü N Ü L D Ü: Davacı … A.ş. LPG dağıtım Şirketi olarak faaliyet gösterdiğini, davalı bayi ile 21.10.2014 tarihinde bayilik sözleşmesi yaptığını, bu sözleşme kapsamında bayinin her yıl için 2000 ton alım yapma taahüdü olduğunu, bu sözleşmeye ek protokolün 3.2. md. hükmüne göre yerine getirilemeyen alım taahhüdünün 100 USD/ton cezai şart ödemesi gerektirdiğini belirtmektedir. Bayinin 21.10.2014-21.10.2015 tarihleri arasındaki bir yıllık sürede 524 ton alım yapabildiği iddia edilerek davalının, bakiye 1476 ton eksik alım için 147.600 USD cezai şart ödemesi gerektiği belirtilerek, uğradığı kar mahrumiyeti nedeniyle fazlaya ilişkin tüm talep ve dava hakları saklı kalmak üzere, davalıdan 10.000 TL kar mahrumiyeti ve 5.000 USD karşılığı cezai şart olmak üzere toplam 24.519 TL cezai şart alacağının davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir. Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle; davacı asgari mal alım taahhütnamesine aykırı hareket ettiği uyarınca 147.600 USD ceza-i şart alacağı olduğunu iddia etse de bu hakkını taraflar arasında münakit ilk bayilik sözleşmesinin eki niteliğindeki 06.06.2012 tarihli Protokole dayalı olarak istendiği, taraflar arasında 21.10.2014 tarihinde yeniden Bayilik Sözleşmesi imzalandığını, 06.06.2012 tarihli Protokol’ün 21.10.2014 tarihli yeni Bayilik Sözleşmesi’nin de eki olarak kabul etmek ve buradaki taahhütleri ve ceza-i şartları dikkate almak hukuken mümkün olmadığını, 06.06.2012 tarihli LPG ile çalışan karayolu taşıtları için ikmal istasyonu bayilik sözleşmesine ek protokol’ün 21.10.2014 tarihli yeni Bayilik Sözleşmesi’nin eki olduğu yönünde herhangi bir hüküm ileri sürülmediği, taraflar arasındaki bayilik dikey ilişkisi 06.06.2012 tarihinde başladığı, davacının, davalının asgari mal alım taahhütnamesine aykırı hareket ettiği uyarınca ceza-i şart talep etme hakkı olduğunu iddia etse de taraflar arasındaki bayilik ilişkisinin başladığı 06.06.2012 tarihinden 21.10.2015 tarihine kadar bu hakkını kullanmamış ve ihtirazi kayıt koymaksızın müvekkili ile yeni bayilik sözleşmesi imzalamış ve bu bayilik sözleşmesi kapsamında müvekkiline mal vermeye devam ettiğini, davacının böylelikle cezai şart istemeyeceği yönünde davalı nezdinde güven oluşturduğu, bu durum aynı zamanda davacı yanın cezai şart talebinden feragat anlamına da geldiğinden açıklanan nedenlerle davanın reddine karar verilmesini istemiştir. İlk derece mahkemesince yapılan yargılama sonunda; Davacı vekilinin beyanı, her iki sözleşmenin amacı, niteliği ve konusu itibariyle benzer nitelikte oluşu hususları dikkate alındığında; ilk sözleşmenin fiili imkansızlık nedeniyle uygulanamaz nitelikte olması sebebiyle taraflar, sonraki tarihli sözleşmeyi düzenledikleri, ilk tarihli sözleşmenin feshinden bahsedilemeyeceği ancak, taraflar arasındaki asıl ticari ilişkinin sonraki tarihli sözleşme ile başlamış olması, taraflar arasındaki ticari alım satımın ikinci sözlemeye göre devam ediyor olmasına ve bu sözleşmede kar mahrumiyeti ve cezai şarta ilişkin düzenlemenin mevcut olmasına rağmen, kar mahrumiyeti ve cezai şarta ilişkin talebin ilk tarihli sözleşme hükümlerine göre talep edilmiş olması 4271 sayılı kanunun 2 maddesinde yer alan objektif iyi niyet kurallarına aykırılık teşkil ettiği, taraflar arasında ikinci sözleşmenin imzalanmış ve ticari faaliyetin bu sözleşmeye göre devam ediyor olması hayatın olağan akışına göre davalıda haklı bir güven oluşturduğu, oluşan bu haklı güven dürüstlük ilkesi nedeniyle önceki tarihli sözleşme gereğince ceza koşullarının talep edilemeyeceği (benzer mahiyette 19. HD 2015/6834-17022 E-K sayılı ilamı) kabul edilmiştir. Açıklanan tüm bu nedenlerle, davacının, kar mahrumiyeti ve cezai şarta ilişkin istemleri yerinde görülmediğinden davanın reddine karar verilmiştir. Davacı vekili istinaf dilekçesinde özetle; davacı şirket ile davalı şirket arasında, otogaz istasyonunun … kimliği altında işletilmesi amacıyla 06.06.2012 tarihli “LPG İle Çalışan Karayolu Taşıtları İçin İkmal İstasyonu Bayilik Sözleşmesine Ek Protokoldür” başlıklı belge imzalandığını, ancak davalı bayinin istasyonda Gayrı Sıhhi Müessese Açılma Ruhsatı alamaması sebebiyle 2 yıl gecikmeli olarak lisans 21.10.2014 tarihinde yayımlandığını ve davalı bayi ile 5 yıl süreli 21.10.2014 tarihinde bayilik sözleşmesi akdedilmek zorunda kalındığını, “LPG İle Çalışan Karayolu Taşıtları İçin İkmal İstasyonu Bayilik Sözleşmesine Ek Protokoldür” başlıklı belgenin 3.4. maddesi uyarınca, bayi, sözleşme süresi içerinde anılan istasyonda her yıl için 2.000 ton olmak üzere on yılda toplam minimum 20.000 ton LPG satış yapmayı taahhüt ettiğini, ayrıca, protokolün 3.2 hükmüne göre; bayi, sözleşmeye aykırı hareket etmesi halinde sözleşme süresi sonuna kadar satması gereken LPG miktarının 100 USD/Ton ile çarpılması ile tespit edilecek olan cezai şartı ödemeyi kabul ve taahhüt ettiğini, ancak davalı şirketin taahhütlerini yerine getirmediğini ve davacının bu sebeple zarara uğradığını, Mahkemenin davayı reddettiğini, karar gerekçesinden İlk Derece Mahkemesinin bahse konu Protokol ve Sözleşmeyi hatalı değerlendirdiğinin anlaşıldığını, öncelikle Mahkemenin “ilk sözleşme” den kastettiği Bayilik Sözleşmene Ek Protokol olup, bu Protokol’ün konusunun; davalı bayiye ait akaryakıt ve LPG ikmal istasyonunda yürütülen LPG bayiliği ve LPG satışı ile ilgili hususlarda …’ın tek ve mutlak yetkili olduğu konusundaki mutabakatları ve taraflara düşen hak ve yükümlülüklerin belirlenmesi olduğunu, yani akdedilecek bayilik sözleşmenin mütemmim cüz’ü olarak kabul edilen, bayilik sözleşmesine bağlı ek protokol olduğunu, bu Protokolde davalı bayinin ve davacı şirketin taahhütleri, sözleşme detayları vs. hususların belirlendiğini, taraflarca kabul edildiğini ve imzalandığını, ancak davalı bayinin istasyonda Gayrı Sıhhi Müessese Açılma Ruhsatı alamaması sebebiyle 2 yıl gecikmeli olarak lisans 21.10.2014 tarihinde yayımlanmış olduğundan, davalı bayi ile 21.10.2014 tarihinde bayilik sözleşmesi akdedilmek zorunda kalındığını, dolayısıyla öncelikle başlığından da anlaşılacağı üzere “Bayilik Sözleşmesine Ek Protokol” hazırlanmış olup mevcut durum sebebiyle bayilik sözleşmesi daha sonra akdedilebildiğini, Bayilik sözleşmesi tek ve 21.10.2014 tarihinde akdedilmiş olup, taraflarca ilk imzalanan ise bayilik sözleşmesine ek Protokol olduğundan, bahsi geçen Ek Protokol’ün geçersiz olduğuna dair hiçbir ibare, delil, somut bir gerekçe bulunmadığından, Ek Protokol geçerli olup ve hüküm ifade ettiğinden, her iki sözleşmenin de farklı hükümler içeriyor olmasına rağmen sözleşme metni, içeriği, tarafları ve konusu itibariyle benzer nitelikte ve aynı amaç yönelik olduğunun sabit görüldüğü de gerekçede ifade edildiğinden davanın reddi yönünden karar ittihazına gidilmesinin hukuka uygun olmadığını, gerek davalının ticari defterlerinin incelenmesi gerekse davacı şirketin ticari defterlerinin incelenmesi sonucunda davaya konu taleplerde haklı olduklarını, kararın istinaf incelemesi neticesinde kaldırılmasına ve yeniden yargılama yapılarak talepleri doğrultusunda davalarının kabulüne karar verilmesini talep etmiştir. Davalı vekili istinaf dilekçesinde özetle,Davanın ilk etapta düşük harç ödenmek amacıyla kısmi dava olarak açıldığını, oysa davacı yanın 1476*100 = 147.600-USD ceza-i şart alacağı olduğunu, dilekçesinde belirtmiş ve fakat 10.000-TL kar mahrumiyeti + 5.000-USD (karşılığı 14.519-TL) ceza-i şart üzerinden iş bu davayı kısmi olarak açtığını, Yerel Mahkeme’nin Tazminat (Sözleşmeden Kaynaklanan) davası yargılamasının sonunda; avukatlık ücreti yönündeki vermiş olduğu kararın hakkaniyete aykırı olduğunu, söz konusu dava, davacı yan (Dağıtım Şirketi) tarafından davalıyı (Bayi) baskı altına almak (yeniden bayilik sözleşmesi yapmaya zorlamak) ve ilk etapta düşük harç ödemek amacıyla kısmi olarak açıldığından, Medeni Kanun Madde 2 gereği herkes haklarını kullanıken dürüst davranmalı ilkesi gereği, İDM’nin davacı yanca ileri sürülen toplam alacak tutarı tutarını (152.600-USD’yi) gözeterek nispi oranda vekalet ücretine karar vermesi gerekirken, adeta davacı yanı ödüllendirerek kısmi olarak belirtilen tutar üzerinden vekalet ücretine karar vermesinin doğru olmadığını, vekalet ücretinin 36.656,88 TL olarak karar verilmesini talep etmiştir. Taraflar arasındaki dava akaryakıt bayilik sözleşmesinde ve sözleşme eki asgari alım taahhüdünde öngörülen yıllık asgari ürün alımı taahhüdüne aykırı davranıldığı iddiasına dayalı cezai şart alacağından kaynaklanmaktadır. Uyuşmazlık, ihtilaf, ilk tarihli sözleşmenin sonraki sözleşmeye rağmen halen geçerli olup olmadığı, ifaya eklenen cezai şartın (kar mahrumiyeti ve cezai şart) istenip istenemeyeceği noktasında toplanmaktadır. İnceleme, 6100 sayılı HMK’nin 355. maddesi uyarınca istinaf dilekçesinde ileri sürülen sebeplerle sınırlı, ancak kamu düzenine ilişkin nedenler resen göz önünde tutularak yapılmıştır. Taraflar arasında düzenlendiği konusunda ihtilaf bulunmayan iki farklı tarihli ve içerikli sözleşme bulunduğu, cezai şart ve kar mahrumiyetine ilişkin düzenlemelerin ilk tarihli sözleşmenin 3. Maddesinde, sonraki tarihli sözleşmenin 25. Maddesinde düzenlendiği, bedele yönelik içerik ve düzenlemenin farklı nitelikte olduğu, her iki sözleşmenin de farklı hükümler içeriyor olmasına rağmen, sözleşme metni, içeriği, tarafları ve konusu itibariyle benzer nitelikte ve aynı amaca yönelik olduğu sabit görülmüştür. Davaya konu uyuşmazlığın çözümünde, cezai şarta ilişkin hükümlerin tartışılıp değerlendirilmesi gerekmektedir. Ancak öncelikle dava konusu 06.06.2012 tarihli ek protokolün, 21.10.2014 tarihli sözleşmesinin eki niteliğinde olup olmadığının anlaşılması gerekir. Bunun için tarafların irade beyanlarının incelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Uyuşmazlığın çözümünde etkili olan “İrade beyanları”, bir sözleşmenin kurulmasını amaçlayan “İcap (Öneri)” ve “Kabul” kavramlarının açıklanmasında yarar vardır: İrade beyanları açık (sarih) olabileceği gibi, örtülü (zımni) de olabilir (Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu m.1/II.fıkra). Beyanın anlam ve konusu hiçbir yoruma ve karışıklığa meydan vermeyecek şekilde beyan vasıtalarından, yani kullanılan söz, yazı veya işaretlerden anlaşılıyorsa, bu, açık bir irade beyanıdır. Zımni irade beyanı ise, iradenin varlığını gösteren davranışı ifade eder. Bu anlamda, açık olmayan her türlü irade beyanı, zımni irade beyanıdır. İrade beyanının anlamının, yani sonuç (işlem) iradesinin doğrudan doğruya söz veya işaretlerden çıkmaması, anlaşılmaması halinde, zımni irade beyanı sözkonusu olur. Başka bir deyişle, zımni irade beyanlarında beyan sahibinin davranışı, işlem iradesini dolaylı bir şekilde ifade eder; onun davranışından, dolaylı olarak işlem iradesine sahip olduğu sonucu çıkar (Eren, Fikret: Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, 11.Baskı, İstanbul 2009, Sahife:124). İcap (öneri), bir akdi meydana getirmek amacı ile bir şahsın teklifini ihtiva eden ve karşı tarafa yöneltilen bir irade beyanıdır. Kabul ise, yapılan bir öneriye karşılık karşı taraf(muhatap) tarafından önerene yöneltilen ve sözleşmeyi öneriye uygun olarak meydana getirme arzusunu kesin olarak ifade eden irade beyanıdır. Kanunun veya tarafların anlaşması ile, yapılacak sözleşme için bir şekil öngörülmüş olmadıkça ya da önerene kabul için bir şekle uyulmasını şart kılmış olmadıkça, kabul beyanı bir şekle bağlı değildir; sözle, yazı ile veya kanaat verici bir davranışla yapılabilir (Oğuzman/Öz:Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, İstanbul 2012, Sahife:51, 66). Bu bağlamda, taraflar arasında öteden beri mevcut iş ilişkileri dolayısı ile, o tarihe kadar ki uygulama çerçevesinde içlerinden birinin yaptığı siparişi diğer tarafın ayrıca bir kabul beyanında bulunmaksızın bir süre sonra malı göndererek (fiili kabul) cevaplandırmış bulunması, durumun bundan sonra da böyle olacağı hususunda bir güven olgusunun gerçekleşmesine yol açacağı belirtilmektedir (Kocayusufpaşaoğlu /Hatemi/Serozan/Arpacı: Borçlar Hukuku, Genel Bölüm, Birinci Cilt, İstanbul 2008, Sahife:206). Taraflar arasındaki somut uyuşmazlığın çözümünde etkili olduğu düşünülen “güven ilkesi”, “güven kavramı” ve “güven sorumluluğu” hakkında açıklamalarda bulunulması yararlı görülmüştür. Hukukun evrensel ve genel ilkelerinden olan “dürüstlük ilkesi” (Türk Medeni Kanunu m.2), bazı alt ilkelerin doğmasına sebep olmuştur. Bu ilkelerden birisi “ahde vefa ilkesi”, bir diğeri de “güven ilkesi”dir. Yine dürüstlük ilkesini temel alan bir akım da, irade beyanlarının yorumunda ve dolayısıyla sözleşmelerin kurulup kurulmadığını tespitte “korunmaya layık haklı güveni” esas alan “güven ilkesi” dir. Bu güven ilkesi de, “hukuki görünüşe güvenin korunması” alt ilkesini doğurmuştur. Güven kavramının temelinde; doğruluk, dürüstlük, açık sözlülük, içtenlik, gerçeklik, haklılık gibi anlamlar yatmakta; güven kavramının anlamı da sayılan bu ilkelere dayanmaktadır. Bu anlamda güven, iki taraflıdır. Bir birey, ya karşısındakine güvenir, ya da karşısındaki, o bireye güven verir. Bir kimsenin, çevresine verdiği güven, aynı derecede bir karşılık ve hukuki olarak korunma gerektirmektedir. Özel bir ilişkiye girmiş taraflardan biri, hukuka ve güven ihlali söz konusu olduğunda da hukukun öngördüğü yaptırıma güvenerek karşı tarafa güvenmiştir. Karşı taraf omuzlarına da bu güvenden dolayı, doğru ve dürüst davranmak ve sadakatli olmak yükümlülüğü yüklenmiştir. Kendisine güvenilen taraf da yapmış olduğu kendi davranışları ile bu güven olgusunu meydana getirdiği için, güvenen tarafa kendisine neden güvendiği hususunda bir itiraz hakkı söz konusu olmayacağı öğretide ileri sürülmüştür. Gerçekten de, her iki tarafın menfaatlerini korumak ve dengelemek için ileri sürülen güven ilkesine göre, bir irade beyanını anlamak ve değerlendirmek için, beyan muhatabınca bilinen ve bilinmesi gereken bütün hal ve şartları Medeni Kanun m.2’de düzenlenen dürüstlük ilkesi gereğince değerlendirmek gerekecektir. Beyan muhatabı, kendisine ulaşan beyanı, dürüstlük ilkesi gereği, bildiği veya bilmesi gereken tüm unsurları dikkate alarak anlamalıdır. Yani, onun bu beyanı o şekilde anlaması MK. m.2 uyarınca haklı görünmelidir. İşte bu ilke, meydana gelen adaletsizliği ve taraflar arasında gerçekleşen sorunu çözmüş olmaktadır. Zira, güven ilkesi “karşılıklı birbirini gözetme” ve “bağlılık” esaslarına dayanmaktadır. Bu ilkeye göre, hem beyan sahibinin hem de beyan muhatabının menfaatleri dengede tutulmuş olmaktadır. Bir yandan beyan muhatabının, dürüstlük kuralına(objektif iyiniyet) göre, bildiği ve bilebileceği bütün olguları değerlendirerek beyana vermesi gereken anlama olan haklı güveni korunmakta; diğer yandan ise, beyan sahibinin yaptığı beyanının, makul ve dürüst bir sözleşen insan tarafından anlaşılması olağan biçimde anlaşılacağına dair haklı güveni teminat altına alınmaktadır. Güven sorumluluğunun Türk Pozitif Hukuku’nda özel bir kanuni düzenlemesi bulunmamakla birlikte; Türk Hukuk Öğretisinde dürüstlük kuralından hareketle bir olayda güven sorumluluğunun gerçekleşebilmesi için şu şartlar aranmaktadır: Olayda bir “güven” unsuru bulunmalı, zarar gerçekleşmeli, yaratılan hukuki görünüme güvenin pozitif olarak korunması anlamında geçerlilik sonucu bağlanmamalı, zarar ile yaratılan hukuki görünüş arasında nedensellik bağı söz konusu olmalı, başka hukuki kurumların uygulama alanına giren herhangi bir durum söz konusu olmamalı, hukuki görünüşü yaratan kimse kusurlu olmalı, kişinin haklı güveni, yani olayda iyiniyeti bulunmalıdır. Somut olay çerçevesinde, ticari alışverişler emniyet ve itimat üzerine kurulmuştur; tacirlerden muamelelerinde beklenen basiret ve alâka alelade vatandaşlarınkinden fazladır. Karşılıklı güven, karşılıklı olarak dürüstlük esaslarına uymayı, kendisinin olduğu kadar karşı tarafın menfaatlerini de gözönünde tutmayı icabettirir. Medenî Kanunu’muzun 2 inci maddesinin koyduğu “Herkes haklarını kullanmakta ve borçlarını ifada hüsn-ü niyet kaidelerine riayetle mükelleftir.” prensibi yalnız dar mânada medenî hukuk sahasına değil, bütün hukuki hayatımıza hâkim olan bir kaidedir. Ve özellikle ticaret hukukunda uygulama alanı bulur. (Belbez, Hikmet: age., Sahife:221). Buna göre taraflar arasında ticari ilişkinin protokol tarihi olan 06.06.2012 tarihli ek protokol ile başladığı, davacının lisans nedeniyle sonradan sözleşme yapıldığı iddiasının geçerli ve tutarlı olduğu, önceye dayalı hukuki ilişki ve tarafların tacir olması, yıllardır süren güven ve dürüstlük esasları gereği iki sözleşmenin birbirinden ayrı düşünülmemesi gerektiği sonucunu doğuracağından ve 2012 tarihli sözleşmeye ilişkin herhangi bir fesih hususunun bulunmadığı değerlendirildiğinde 06.06.2012 tarihli ek protokolün, 21.10.2014 tarihli sözleşmenin eki olduğu kanaat edilmiştir. Bununla birlikte cezai şart istenip istenemeyeceğine ilişkin ayrı bir değerlendirme yapılması gerekmektedir. Cezai şart, borçlunun alacaklıya karşı mevcut bir borcu hiç veya gereği gibi ifa etmemesi halinde ödemeyi vaad ettiği, hukuki işlem ile belirlenmiş ekonomik değeri olan bir edimdir. Cezai şartın amacı, borçluyu borca uygun davranmaya sevketmektir. Cezai şart, asıl alacağı kuvvetlendirme amacı güder. Bu bakımdan cezai şart, kuvvetlendirilecek asıl borcun mevcut olmasını gerektirir. Asıl borç yoksa cezai şart da söz konusu olamaz. Bu niteliği itibariyle cezai şart asıl borca bağlı fer’i bir borçtur. Asıl borç, mevcut ve geçerli ise, cezai şart da borç doğurur. Asıl borç sona ermiş ya da geçersiz doğmuşsa, cezai şart bağımsız bir borç oluşturamaz. Cezai şart, asıl borcun bağlı olduğu şekle tabidir. Asıl borç bir geçerlilik şekline bağlanmışsa, cezai şartın borç doğurabilmesi aynı şekilde kararlaştırılmış bulunmasına bağlıdır. Ancak, geçerlilik şekline bağlı olan bir sözleşme bu şekle uygun olarak yapılmadığı halde, şekle aykırılığı ileri sürmenin dürüstlük kurallarıyla bağdaşmaması nedeniyle dinlenmediği hallerde, sözleşme geçerli sayıldığından, onun fer’i nitelikte olan cezai şart da geçerli sayılacaktır. Cezai şartın fer’ilik niteliği asıl borca bağlı olduğu sürece devam eder. Başka bir anlatımla cezai şartın fer’iliği, muaccel olduğu ana kadar devam eder. Borçlu borca aykırı davrandığında cezai şart muaccel hale geldiğinden artık fer’i değil, asli (bağımsız) bir alacak niteliğini kazanır. Cezai şart, sağlararası hukuki işlemlerde ve özellikle sonuçlarını hayatta doğuran sözleşmelerde kararlaştırılır. (Bkz.Tunçomağ Kenan; Türk Borçlar Hukuku I.Cilt Genel Hükümler İstanbul 1976 Sh.853 vd., Eren Fikret; Borçlar Hukuku Genel Hükümler 5.Bası, Cilt 2 Sh.1169-1171; Kılıçoğlu M.Ahmet; Borçlar Hukuku Genel Hükümler 4.Bası Sh.575-577; Reisoğlu Safa; Borçlar Hukuku Genel Hükümler 12. Bası Sh. 362.) 818 Sayılı Borçlar Kanunu’nun 158. maddesinin başlığı “cezai şart” iken 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “Ceza Koşulu” başlığı altında üç çeşit ceza koşulu düzenlenmiştir. Bunlar öğretide ortaya atılan kavramlara göre seçimlik ceza koşulu (TBK. md. 179/I), ifaya eklenen ceza koşulu (TBK md. 179/II) ve ifayı engelleyen ceza koşulu (dönme cezası) (TBK md. 179/III) dur. Akaryakıt bayilik sözleşmelerinde (veya sözleşme eki taahhütnamelerde) yer alan “yıllık asgari alım taahhüdü”ne uymama halinde öngörülen ceza koşulu (cezai şart) hükümleri TBK’nun 179/II. (BK. md. 158/II) maddesindeki ifaya ekli ceza koşulu (cezai şart) niteliğinde olduğundan burada bu tür ceza koşulu üzerinde durulması gerekmektedir. TBK’nun 179/II maddesine göre; “ceza borcun belirlenen zaman veya yerde ifa edilmemesi durumu için kararlaştırılmışsa alacaklı, hakkından açıkca feragat etmiş veya ifayı çekincesiz olarak kabul etmiş olmadıkça, asıl borçla birlikte cezanın ifasını da isteyebilir.” Anılan yasa hükmünden de açıkça anlaşılacağı gibi, ifaya eklenen ceza koşulunda, şart gerçekleştiği takdirde alacaklı, hem ifayı hem de cezayı talep edebilecektir. Buna öğretide “taleplerin birleşmesi” veya “toplanması” denmektedir. TBK, “borcun belirlenen zamanda veya yerde ifa edilmemesi” hali için kararlaştırılmış ceza koşulunun, ifaya eklenen ceza koşulu niteliğinde olacağına dair bir karine koymuştur. Bu iki olasılık dışında kalacak eksik ifa hallerinde TBK’nun 179/II. md. değil, 179/I. md. hükmü uygulanacaktır. Zira, Kanun, 179. maddenin ikinci fıkrasında bütün eksik ifa hallerini değil, bunlardan sadece zaman veya yer itibariyle aykırılık teşkil edenlerin ifaya eklenen ceza koşulu olduğunu kabul etmiştir. TBK’nun 179/II. md. hükmü emredici yapıda olmayıp düzenleyici nitelikte olduğundan taraflar, yukarıda belirtilen iki hal dışında kalan eksik ifalarla, bütün ifa etmeme hallerinde de ifa ile birlikte cezai şartın istenebileceğini kararlaştırabilirler. (Bkz. Tunçomağ Kenan; age sh. 875 vd.; Eren Fikret age sh. 1173 vd. ; Kılıçoğlu M. Ahmet age sh. 579 vd.; Günay Cevdet İlhan, Cezai Şart Ankara 2002 sh. 83 vd.; Uygur Turgut; Açıklamalı – İçtihatlı Borçlar Kanunu Genel Hükümler, İkinci Cilt 1990 sh. 740) TBK.’nun 179/II. maddesine göre, iki halde alacaklı, ceza koşulunu isteyemez. Eğer alacaklı, ceza koşulunu isteme hakkından açıkça vazgeçmişse artık bu yönde bir talepte bulunamaz. Diğer yandan alacaklı, çekince koymadan ifayı kabul etmiş veya sözleşmeden doğan edimlerini ifa etmeye devam etmişse bu takdirde de ceza koşulunu isteyemez. Örneğin; beş yıl süreli bir “akaryakıt bayilik sözleşmesinde (veya eki taahhütnamede) bayinin yıllık asgari ürün alımı taahhüdü bulunmasına rağmen yıllar itibariyle bu taahhüde uyulmamış ise tedarikçi (sağlayıcı) firmanın, TBK’nun 179/II. md. uyarınca hem ifayı hem de ceza koşulunu talep edebilmesi için takip eden yılda henüz bakiye mal vermeden önce ceza koşulu ile ilgili “çekince” (ihtirazi kayıt) bildirmesi ya da bu konuda bayie noterden bir ihtarname göndermesi gerekir. Çekince için bir şekil şartı getirilmemiştir. Tedarikçi, taahhüde aykırı davranılmış olan yılı takip eden yeni yıldaki ilk fatura ve irsaliyeye koyacağı bir açıklama (şerh) ile bu koşulu yerine getirebilir. Bu şekilde bir çekince (ihtirazi kayıt) konulduktan veya ihtar çekildikten sonra tedarikçi (sağlayıcı) firma, mal vermeye (ifaya) devam etse bile önceki yıla ilişkin ceza koşulu alacağını sözleşme zamanaşımı süresi içinde her zaman talep edebilir. Sonraki yıllarda da aynı kural geçerlidir. Tekrarlamak gerekirse, her yıl sonunda bir önceki yıla dair ceza koşulunun istenebilmesi, takip eden yılda henüz ifaya başlanmadan önce çekince (ihtirazi kayıt) bildirilmesi veya ihtar çekilmesine bağlıdır. Bunlar yapılmadan müteakip yılın ifası gerçekleşmişse artık bir önceki yıla ait ceza koşulu istenemez. Çekince konmuş veya ihtar çekilmiş olan yıllarla ilgili ceza koşulunun istenebileceği ise kuşkusuzdur. TBK’nun 179/II. Maddesinde öngörülen hüküm, emredici nitelikte olmadığından taraflar, sözleşme serbestisi ilkesi gereğince aralarında farklı bir düzenleme yapabilirler. Örneğin, sözleşmenin feshi halinde hem cezai şart hem de kar mahrumiyeti ödeneceğini kararlaştırabilirler. Ancak sözleşmenin feshi halinde cezai şart ödeneceğinin kararlaştırılmış olduğu hallerde, Yargıtay HGK’nun 20.01.2013 T. 2012/19-670 E. 2013/171 K. sayılı kararında da açıklandığı üzere, sözleşme süresi içinde çekince konmadan uzun süre ifaya devam edilmesi üzerine borçluda, “ceza koşulu istenmeyeceği” ne dair haklı bir güven oluşmuş ise oluşan bu haklı güven ve dürüstlük ilkesi nedeniyle önceki yıla veya yıllara ait ceza koşullarının talep edilemeyeceğinin kabulü gerekir. Somut olayda, Yerleşik Yargıtay kararlarına göre yukarıdaki cezai şartın istenebilmesi için koşulların gerçekleşmesi gerekmektedir. Davalının yıllık belli miktarda akaryakıt alım taahhüdünde bulunduğu, eksik alım yapması halinde cezai şart ödeyeceğinin öngörüldüğü, dava tarihine kadar geçen süreçte davalının 06.06.2012 tarihinden sonra yıllık taahhüdüne uygun alım yapıp yapmadığının belirlenmesinden sonra, buna rağmen taraflarca sözleşmenin devam ettirildiği ve benimsendiği, satış taahhüdü yerine getirilmese dahi sözleşmenin devam edeceği konusunda davalıda haklı bir güvenin oluştuğu, davacının eksik alıma rağmen bu duruma ses çıkarmayıp halen mal vermeye devam etmesi sonucuna ulaşılır ise, sözleşmeden kaynaklanan ifaya ekli cezai şartı istemesinin mümkün bulunmadığı sonucu varılabileceği, davacı şirketin cezai şartı isteyebilmesi için her yıl eksik alım yapan davalı bayiye bir sonraki yıl için mal vermeden önce eksik alım yaptığını ve bu husustan kaynaklanan cezai şart alacağını saklı tuttuğunu bildirmesi gerektiği, dosyadaki cezai şartın ifaya ekli ceza koşulu niteliğinde olduğu, taraflara arasındaki ilişkinin 06.06.2012 tarihinde başladığı kabul edildiğinde, davacı tarafın çekince koymadan dava tarihi olan 30.10.2015 tarihine kadar ifayı kabul edip etmediğinin, 21.10.2014 tarihine kadar eksik alım olup olmadığının, ihtar çekilip çekilmediğinin, ihtirazi kayıt bulunup bulunmadığının, 21.10.2015 ile 30.10.2015 tarihleri arasında davalıya dava konusu malın verilip verilmediğinin, verilir iken bir önceki döneme ait ihtirazi kaydın bulunup bulunmadığının ve 21.10.2014 tarihi öncesi 06.06.2012 tarihi ile 21.10.2014 tarihine kadar da eksik mal alımı olup olmadığının hususlarının ikmalinin gerekmesi karşısında, tarafların vekillerinin sair istinaf başvuru sebep ve gerekçelerinin değerlendirilmesinin bu aşamada sonuca etkili olmadığı ortadadır. Söz konusu uyuşmazlığın çözümü açısından yukarıda belirtilen deliller toplanmadan ve değerlendirilmeden sonuca ulaşılması mümkün olmayıp, anılan delillerin HMK’nin 353/1-a maddesinin (6) numaralı alt bendi içerisinde olduğunun kabul edilmesi gerekir. İstinaf kanun yolunda asıl olan denetim olup, bu kanun yolu, ilk derece yargılama aşamasında dosyanın; taraflarının sunduğu (ve kendiliğinden araştırma ilkesine tabi davalarda hakimin resen toplaması gereken) tüm delillerin toplanmış olması esasına dayalıdır. Delillerin tümünün veya hüküm vermeye kanaat oluşturacak yeterlilikte ve derecede toplanmamış olmasının, adil yargılanma hakkı ile hukuki dinlenilme hakkını ihlal edeceği açıktır. Bu halde davacı vekilinin istinaf başvurularının kabulü ile sair istinaf sebeplerinin bu aşamada değerlendirilmesine yer olmadığına, incelenen kararın 6100 Sayılı HMK’nın 353/1-a maddesinin (6) numaralı alt bendi uyarınca kaldırılmasına karar verilmesi gerekmiştir.
HÜKÜM: Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere; 1- Davacı vekilinin istinaf isteminin KABULÜNE, 2- İstanbul Anadolu 4. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2015/1055 E. – 2017/546 K. Sayılı, 11.05.2017 tarihli kararının 6100 Sayılı HMK’nın 353/1-a/6 maddeleri gereğince KALDIRILMASINA, 3- Dosyanın, yukarıda gösterilen biçimde inceleme ve değerlendirme yapılmak üzere mahkemesine GÖNDERİLMESİNE, 4- İstinaf yasa yoluna başvuran davacı … davalı tarafından peşin olarak yatırılan 31,40 TL maktu istinaf karar ve ilam harçlarının talepleri halinde kendilerine İADESİNE, 5- Dosya üzerinde inceleme yapılması sebebiyle avukatlık ücreti takdirine YER OLMADIĞINA, 6- İstinaf yasa yoluna başvuran davacı … davalı tarafından istinaf aşamasında yapılan giderlerin ilk derece mahkemesince verilecek nihai kararda dikkate alınmasına, 6100 Sayılı HMK’nın 353/1-a/6 maddesi gereğince dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda ve KESİN olmak üzere, oy birliğiyle karar verildi. 03/12/2020