Emsal Mahkeme Kararı İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 13. Hukuk Dairesi 2021/347 E. 2023/898 K. 25.05.2023 T.

Görüntülediğiniz mahkeme kararı henüz kesinleşmemiştir. Yararlı olması amacıyla eklenmiştir.

T.C.
İSTANBUL
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
13. HUKUK DAİRESİ
DOSYA NO: 2021/347
KARAR NO: 2023/898
T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
B Ö L G E A D L İ Y E M A H K E M E S İ K A R A R I
İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ: İSTANBUL 10. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ
NUMARASI: 2018/1037 Esas – 2020/114 Karar
TARİHİ: 05/02/2020
DAVA: Tazminat (Şirket Yöneticilerinin Sorumluluğundan Kaynaklanan)
KARAR TARİHİ: 25/05/2023
İlk derece Mahkemesinde yapılan inceleme sonucunda verilen karara karşı istinaf kanun yoluna başvurulmuş olmakla dava dosyası incelendi:
TARAFLARIN İDDİA VE SAVUNMASININ ÖZETİ: Davacı vekili dava dilekçesinde özetle, davacı şirketin, internet siteleriyle yaptıkları anlaşmalarla bu sitelerdeki reklam alanlarını 3.kişilere kullandırmak ve yayınlanan reklam gelirlerinden komisyon almak suretiyle faaliyet göstermekte olduğunu, internet reklam yayıncılığı ve aracılığı yaparak gelir elde etmekte olduğunu, davalının ise davacı şirketin kurucusu olduğunu, davalının, 22/07/2008 tarihinde davalı şirketi kurduktan sonra 25/11/2011 tarihinde hisselerini devrettiğini, davalının, hisselerini devrettikten sonra dahi yönetim kurulundaki görevine devam ettiğini, davalı şirketi kurduğu tarihten, istifa edip ayrıldığı 15/08/2014 tarihine kadar ve aynı zamanda icra kurulu başkanı olarak görev yapmış olduğunu, hisselerini devrettikten sonra dahi şirkette en üst pozisyonda çalışmasını ve şirket çalışanları üzerindeki etkisini de kullanarak şirketin sahibi gibi hareket etmeye devam ettiğini, şirket içinde davalıyı denetleyecek bir pozisyonun da bulunmadığını, davacının şirket nezdinde çalıştığı dönemde, bizzat davalının isteğiyle, davacı şirketin alacağına istinaden “…com” alan adının alınmasına karar verildiğini ve 22/03/2013 tarihinde KDV dahil toplam 400.000,00TL bedelle davaya konu alan adı satın alınarak davacı şirkete devri işlemlerinin tamamlandığını, satın alma ve devir işlemine ilişkin tüm bu sürecin bizzat davalı tarafından yönetildiğini, genel kuruldan onay alınmaksızın, davacı şirketçe ödenen meblağdan çok daha düşük bir meblağ ödenerek davalı tarafından satın alındığının tespit edildiğini, kanuna aykırı işleminin tespiti üzerine, vakit kaybetmeksizin davalıya ihtarname gönderildiğini ve ihtarnameyle, şirket zararına gerçekleştirdiği devir işleminin batıl olduğunun bildirildiğini, batıl işlemle devraldığı alan adının davalı şirkete devretmesi hususunun ihtar edildiğini ve davalı şirketin uğradığı zararın tazmini amacıyla davacı şirketle iletişime geçmesi hususunun iletildiğini, ihtarnamenin tebliğinden sonra davalının 01/12/2014 tarihide davaya konu alan adını aynı zamanda yakın arkadaşı olan …’e devrettiğini, 22/03/2013 tarihinde 338.983,05TL+ KDV bedelle davacı şirketçe satın alınan davaya konu alan adının, 30/04/2013 tarihinde davalı tarafından genel kurul izni olmaksızın 254.237,29TL +KDV bedelle satın alındığını ve davacı şirketin zarara uğratıldığını, batıl olduğu için iptali gereken alan adının devri işlemi nedeniyle, davacı şirket nezdinde gelir ve kar kaybından doğan zararın davalıdan tahsili gerektiğini beyanla, davacı şirketin daha fazla hak kaybına uğramaması adına, dava neticeleninceye kadar davaya konu “…com” alan adı üzerine herhangi bir tasarrufta bulunulmaması için ihtiyati tedbir konulmasını, davalının yönetim kurulu üyesi olduğu dönemde, genel kurul kararı olmaksızın, üstelik meblağ itibariyle şirketin zararına bir işlemle “…com” alan adını satın alması nedeniyle, batıl olan alan adının devri işleminin iptalini ve alan adının davacı şirkete devrini, bu işlemlerden kaynaklı olarak davacı şirketin gelir ve kar kaybı nedeniyle uğradığı 250.000-TL zararın, alan adının davacı şirket tarafından satın alındığı 22/03/2013 tarihinden itibaren işleyecek ticari temerrüt faiziyle birlikte davalıdan tahsilini, davalı ve dava dışı … arasında gerçekleştirilen “….com” alan adının devri işleminin muvazaalı olduğunun tespitini talep ve dava etmiştir. Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle, davalının kurucusu olduğu şirketle kısa sürede yakaladığı başarı üzerine şirketin hisselerini … şirketine 2011’de satarak devrettiğini, ancak devralanın talebi üzerine yöneticilik görevine devam ettiğini, bu durum davacı tarafından farklı yansıtılmaya çalışılsa da, devralananın talebi ve ihtiyaçları nedeniyle davalının yönetimde kalmaya devam ettiğini, davalının devrettiği şirketin yeni hissedarlarının iradesi, rızası, talebi olmadıkça zaten bu konumda bulunamayacağını, davacının tüm süreçten haberi bulunduğunu, bir şirketin atanmış bir yöneticisinin herhangi bir sebepten, herhangi bir şekilde denetlenemiyor olması gibi bir iddianın hukuki dayanaktan yoksun olduğunu, yönetim kurulu üyeleri … ve …’ın işlem tarihinde … şirketinin genel kurulunda çoğunluk hisseyi de temsil etmekte olduklarını, dava dışı bir borçlunun sahip olduğu ….com alan adının borcuna mahsuben davacı tarafından devralındığını, bunun başlı başına davacı şirkein çıkarlarına yönelik bir hareket olup, davacı şirketin alacağının kurtarıldığını, şirketin nakde ihtiyacı olduğu bir dönemde diğer yönetim kurulu üyelerinin bilgisi ve sözlü onayı dahilinde, o dönemki piyasa rayiçlerine uygun olarak, fatura karşılığında ve ödemesi banka kanalıyla yapılarak davalı tarafından devralındığını, bu sürecin başından sonuna o dönemki şirket çalışanları tarafından da bilinmekte ve asiste edilmekte olduğunu, davacı şirketin zararına bir işlem bulunmadığını, hem de yönetim kurulunun veya genel kurulun bilgisi ve onayı dalinde olmayan bir durumun söz konusu olmadığını, davalının tüm süreçlerde ilgililerle telefon veya elektronik posta yolu ile bilgilendirildiğini ve onay aldığını, davalı tarafından 300.000,00-TL ödenip alınan bu alan adının şu ana kadar bilinen en pahalı alan adlarından biri olduğunu, alım satım bedelleri arasındaki farkın, o dönem alan adına alıcı çıkmaması nedeniyle ve şirketin nakde sıkışmış olması nedeniyle alan adının fiyatını çekici kılmak adına yapılmış bir indirimden ibaret olduğunu, davacı şirketin bir reklam ajansı olduğunu ve iş tanımı, konusu, amacı alan adı ticareti yapmak olmadığını, davacının kötü niyetli olduğunu, ortada batıl veya batıl olduğu ileri sürülebilecek nitelikte bir işlem bulunmadığını, davacının zarara uğramadığını, davalının genel kurul tarafından ibra edildiğini beyanla, davacının taleplerinin reddine, bu mümkün değilse, alan adının devrine ilişkin kararları Türk Mahkemeleri veremeyeceğinden dolayı alan adına ilişkin tüm taleplerin reddine, alan adının devrine ilişkin fiyat dalgalanmasının arz talep dengesine uygun, piyasa dalgalanmaları ve nakit ihtiyaçları çerçevesinde tarafların pazarlığı sonucunda oluşabilecek doğal bir farktan kaynaklanması nedeniyle bir zarar olmadığından tüm maddi taleplerin ve ferilerin reddine karar verilmesini talep etmiştir.
İLK DERECE MAHKEMESİNİN KARARININ ÖZETİ: İlk Derece Mahkemesi 05/02/2020 tarih 2018/1037 Esas – 2020/114 Karar sayılı kararında; “Taraflara usulune uygun davetiye tebliğ edilmiş olup, İTO ve ticaret sicil kayıtları, fatura suretleri, ihtarname ve tebliğ şerhi, davacı şirkete ait imza sirküleri, TCMB 30/04/2013 tarihli kur göstergesi, WHOIS kayıtları, haber ekran görüntüleri, alan adlarının satışlarını ve bedellerini gösterir liste, haber çıktıları, alan adlarının satışlarını ve bedellerini gösterir liste, ticari defter ve kayıtlar celp olunmuştur.Tarafların iddia ve savunmaları, dosyada toplanan deliller nazara alınarak, denetime elverişli gerekçeli rapor tanzimi için dosya bilirkişi heyetine tevdi edilmiş olup, bilirkişiler Bilgisayar Uzmanı …, SMMM … ve Hukuk Öğr Grv … tarafından tanzim olunan 05/02/2016 tarihli bilirkişi raporunda; davacı şirketin 2013 yılı ticari defterlerinin incelemeye sunulduğunu, davacı şirkete ait 2013 yılı ticari defterlerinin usulüne uygun tutulmuş olduğunu, davacı defter kayıtları üzerinde yapılan inceleme sonucu dava konusu “alan adı satışı” nedeniyle, davalının davacı yanca tanzim edilen fatura bedelini ödediğinin görüldüğünü, bu anlamda yanlar arasıda bir alacaklılık-borçluluk ilişkisi olmadığını, somut olayda, şirketin yönetim kurulu üyelerinin yabancı uyruklu olsalar bile, bu durumun, o şirketin tacir olarak müdebbir davranması keyfiyetini ortadan kaldırmayacağını, bu durumda davacının gabin hükümlerine dayanmasının da olanaklı bulunmayacağını, davalı yanın davacı şirketteki yönetici konumunu kullanarak davacı yan nezdinde, üçüncü kişiden satın alınan o “alan adı”nın davacı yanca ekonomik anlamda değerlendirilmesi yönünden negatif bir ortamı/intibaı davacı nezdinde yaratarak ve davacı şirketin “alan adı”na ilişkin mecrada faaliyet göstermediği bir evrede, o “alan adı”nın davacı yanca satın alınmasından kısa bir süre sonra, davalı tarafından davacı nezdinde yaratılan yanlış kanaate bağlı olarak, alım fiyatının altında bir değerle, davalıya satışını sağladığının düşünüldüğünü, davalının dosyaya sunulu cevabı dikkate alındığında, davacı nezdindeki yöneticilik görevi süresinde o “alan adı”nın kendisine satılması için davalının zemin hazırladığı durumun davalının davacıyı aldatarak onu kendisine satış işlemine sevkettiği kanısının uyandığını, sözleşmenin davacıyı bağlayıp bağlamadığının değerlendirilmesini yapacak olanın yüce mahkeme olduğunu, menfi zarar yönünden ise, 84.745,76-TL ile sınırlı olup, bunun dışındaki talep rakamının ispatlanmadığını, davacının anılan meblağı giderimin (tazminat) olarak davalı yandan talep edebileceğini, bu yönden hüküm kurulacak olursa davacının 40158 nolu ihtarın davalıya tebliğ edildiği tarihten itibaren kısa vadeli avans faizi oranında faiz talep edebileceği görüşünde olduklarını belirtmişlerdir. Bilirkişi raporu taraflara tebliğ edilmiş olup, rapora karşı beyan ve itirazlar doğrultusunda dosya ek rapor tanzimi için yeniden bilirkişi heyetine tevdi edilmiş olup, bilirkişiler tarafından tanzim olunan 23/05/2017 tarihli bilirkişi ek raporunda; tarafların rapora karşı beyan ve itirazlarının değerlendirildiğini, takdiri mahkemeye ait olmak kaydı ile, hukuki, mali ve teknik zaviyeden görüşleri değiştirecek mahiyette delil ve belge sunulmadığından, kök rapordaki görüşlerin muhafaza edildiğini, mali değerlendirme açısından da, daacının hesaplamada KDV itirazını detaylı olarak açıklandığı üzere kanundan kaynaklanan zorunluluk olup hesaba alınmadığının mütalaa edildiğini belirtmişlerdir. Ek rapor taraflara tebliğ edilmiştir. 12/07/2017 tarihli oturumda 6100 sayılı HMK’nun 186. Maddesi uyarınca sözlü yargılamaya geçilmiş, 20/09/2017 tarihli oturumda sözlü yargılamaya ilişkin diyecekleri ve son diyecekleri hazır bulunan taraf vekillerinden sorulmuş; davacı vekili, önceki beyanlarını aynen tekrarla davanın kabulüne, davalı vekili ise davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir. Yapılan yargılama, davacı tarafın iddiaları, davalının beyanları, tanzim olunan bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde; dava TTK. 395. ve 396. maddelerine dayalı sorumluluk davasıdır. Davacı tarafça davacının 22/03/2013 tarihinde 338.983,05 TL + KDV olmak üzere 400.000,00 TL ye alan ….com yaklaşık 1 ay kadar sonra 30/04/2013 tarihinde aynı zamanda yönetici konumunda olan … e 254.237,29 TL + KDV olmak üzere toplam 300.000,00 TL satışının yapıldığı ve daha sonra … tarafından da dava dışı …’e devredildiği iddiasına dayalı tazminat istemine ilişkin olup, celp edilen ticaret sicil kayıtlarının incelenmesinde, davalı … davacı şirketin kurucusu ve ortağı olduğu, 25/11/2011 tarihinde hisselerini devrettiği, ancak 15/08/2014 tarihine kadar yönetim kurulu üyesi olarak görevine devam ettiği, tazminat istemine konu devir işleminin 30/04/2013 tarihinde yapıldığı, yine sözkonusu bedelinde 10/05/2013 tarihinde davalı tarafından davacı şirket hesabına yatırıldığı, TTK. 395. ve 396. maddelerine dayalı davalarda, şirketin 395. ve 396. maddeye aykırı harekette bulunan yönetim kurulu üyeleri aleyhine tazminat isteme ve yapılan işlemi şirket adına saymak yada üçüncü kişiler hesabına yapılan sözleşmelerden doğan şirket menfaatlerinin şirkete ait olma haklarının bulunduğu; ancak bu hakların sözkonusu ticari işlemlerin yapıldığı veya yönetim kurulu üyesinin diğer bir şirkete girdiğini, diğer yönetim kurulu üyelerinin öğrendikleri tarihten itibaren 3 ay ve herhalde bunların gerçekleşmesi halinde 1 yıl geçince zamanaşımına uğrayacağı, hisselerin satış tarihinin 30/04/2013 olduğu, yine hisse bedelinin de 10/05/2013 tarihinde davacı şirket hesabına yatırıldığı, davalının şirketteki görevinden 15/08/2014 tarihinde istifa ettiği, davacı şirket diğer yönetim kurulu üyelerinin en geç bu tarih itibariyle şirket alan adını öğrenebilecekleri, hem 3 aylık öğrenme süresinin hemde işlem tarihinden itibaren 1 yıllık sürenin dolmasından sonra davanın açıldığı, ayrıca davalının genel kurulda ibra edilmiş olduğu, alan adının davalıya devredilme durumunun davacı şirket tarafından bilinmediği iddiasının davacı tarafça ispatlanamadığı gibi tam tersine davalı tarafından dosyaya ibraz edilen alan adının devredildiğine ilişkin internet haberleri, ticari defterler ve tüm dosya kapsamı dikkate alındığında, alan adının devrine ilişkin işlemlerin davacı şirket ortaklarının ve diğer yönetim kurulu üyelerinin bilgisi ve onayıyla yapıldığı kanaatine ulaşıldığından davanın reddine karar verilmiştir. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 13.Hukuk Dairesi’nin 2018/84 Esas 2018/958 Karar ve 10/10/2018 tarihli karar ile; Davada davacı, davalı eski şirket yöneticisinin şirket adına kayıtlı olan alan adını genel kuruldan izin almadan şirketle yaptığı sözleşme ile satın alması işleminin TTK 395. maddesi gereğince batıl olduğunu, bu nedenle işlemin iptali ile alan adının müvekkili şirkete devrini, bu işlem dolayısıyla şirketin zarara uğradığını bu zarardan davalının sorumlu olduğunu, zararın tazminini ve söz konusu alan adını davalının daha sonra muvazaalı olarak 3. kişiye devrettiğini, yapılan bu devir işleminin muvazaalı olduğunun tespitini talep etmiştir. Davada birden fazla talep bulunmaktadır. Davada taleplerden biri eski yönetim kurulu başkanı olan davalının görev yaptığı dönemde genel kurul kararı olmaksızın şirketle işlem yaparak şirketi zarara uğrattığından bahisle tazminat talebine ilişkindir. Yürürlükten kaldırılan 6762 sayılı TTK’nın 341. maddesinde şirket yönetim kurulu üyesi hakkında sorumluluk davası açılabilmesi için genel kurulda bu yönde bir karar alınması gerektiği açık bir şekilde düzenlenmiştir. 01/07/2012 tarihinde yürürlüğe giren 6102 sayılı TTK’da mülga 6762 sayılı TTK. 341. maddesi gibi açık bir hüküm bulunmamakla birlikte Yargıtay 11. HD’nin 2016/1271 E., 2016/8111 K. sayılı kararında da belirtildiği üzere, 6102 sayılı kanunun 408/1 ve 479/3-a maddelerinde yer alan düzenleme karşısında anonim şirket yöneticileri hakkında sorumluluk davası açılabilmesi için bu yönde şirket genel kurulundan karar alınması gerekmektedir. Somut olayda davalı eski şirket yöneticisi hakkında sorumluluk davası açılması için genel kuruldan bir karar alınıp alınmadığı dosya içeriğinden anlaşılamamaktadır. Söz konusu kararın bulunması dava şartı olup mahkemece resen gözetilmelidir. Ancak genel kuruldan bu yönde bir karar alınmamış olması davanın hemen reddini gerektirmez. Bu husus usulü bir eksiklik olup sonradan tamamlanması mümkündür. Mahkemece, davacı şirket genel kurulunda davalı hakkında dava açılması yönünde alınmış bir karar var ise ibrazının sağlanması, yoksa anılan eksikliğin giderilmesi için davacı tarafa HMK’nın 54. maddesi uyarınca uygun süre verilmesi ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde doğrudan işin esasına girilerek hüküm kurulması doğru olmamıştır. (Yargıtay 11. HD’nin 2016/8829 E., 2017/4095 K. sayılı kararı da bu yöndedir.) Davaya konu alan adının davalı tarafından 3. kişiye devrinin muvazaalı olduğunun tespitine ilişkin talebe gelince, Muvazaa Borçlar Kanunu 19. maddede düzenlenmiş olup, tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacıyla ve kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç meydana getirmesi arzu etmedikleri görünüşte bir anlaşma olarak tanımlanabilir. Mahkemece verilecek hükmün etkisi bakımından mecburi dava arkadaşlığı, maddi bakımdan mecburi dava arkadaşlığı ve şekli (usûlî) bakımdan mecburi dava arkadaşlığı olarak ikiye ayrılmaktadır. Maddi bakımdan mecburi dava arkadaşlığı, maddi hukuka göre bir hakkın birden fazla kimse tarafından birlikte kullanılması veya birden fazla kimseye karşı birlikte ileri sürülmesi ve tamamı hakkında tek hüküm verilmesi zorunlu hallerde söz konusu olur (6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu m.59). Şekli (usûlî) bakımdan mecburi dava arkadaşlığı ise, kanunun özel hükümleri ve davanın niteliğinden kaynaklanan, birden fazla kişiye karşı dava açılmasının ve yürütülmesinin zorunlu olduğu hallerde oluşan dava arkadaşlığına denir (PEKCANITEZ Hakan/ATALAY Oğuz/ÖZEKES Muhammet, Medeni Usul Hukuku, 12. Bası, Ankara 2011, s.223). Şekli dava arkadaşlığı, gerçeğin tam olarak ortaya çıkarılması ve taraflar arasındaki ilişkinin doğru karara bağlanmasını sağlamak için kabul edilmiştir. Bu durumda, dava konusu hukuki ilişki hakkında bütün dava arkadaşlarına yönelik tek ve aynı doğrultuda bir karar verme zorunluluğu yoktur. Somut olayda davacı, davalı ile dava dışı 3. kişi arasında yapılan işlemin muvazaalı olduğunun tespiti ve iptali ile alan adının kendisine iadesini talep etmektedir. Bu durumda muvazaalı olduğu ileri sürülen işlemin tarafları arasında maddi bakımdan mecburi dava arkadaşlığı vardır. Çünkü mahkemece verilecek karar söz konusu hukuki ilişkinin her iki tarafını da etkileyecek bir karardır. Bu durum ilişkinin taraflarının, davada yer almalarını ve kendi hukuklarını koruyacak açıklama ve ispat haklarını kullanmalarını zorunlu kılmaktadır. Aksince bir düşünce Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkına ve 6100 sayılı Kanun’un 27. maddesinde öngörülen hukuki dinlenilme hakkına aykırılık teşkil eder. Muvazaalı olduğunun tespiti talep edilen işlemin taraflarının davada birlikte davalı olarak yer almaları gerekir. Dava ise ilişkinin taraflarından sadece biri aleyhine açılmış olup bu konuda mahkemenin herhangi bir değerlendirilmesi ve kararı bulunmamaktadır. Yine, mahkemece dava TTK 395 ve 396 maddelerine dayalı dava olarak nitelendirilip, davanın iddia edilen zararlandırıcı işlemin öğrenilmesinden itibaren öngörülen 3 aylık ve her halükarda işlem tarihinden itibaren 1 yllık zaman aşımı süresinin geçmesinden sonra açıldığından bahisle zaman aşımı nedeniyle davanın reddine karar verilmiş ise de, TBK 161. maddesine göre zaman aşımı bir defi olup taraflarca ileri sürülmedikçe hakim kendiliğinden dikkate alamaz. Somut olayda davalı zaman aşımı savunmasında bulunmamıştır. Bu nedenle zaman aşımı definin mahkemece resen gözetilmesine olanak bulunmamaktadır. Ayrıca mahkemece davalının genel kurulda ibra edildiği gerekçesine dayanılmış ise de dosya içinde davalının ibra edildiğine ilişkin genel kurul kararı bulunmamaktadır. Mahkemece davalı savunması doğrultusunda davacı şirket genel kurulunda ibra yönünde bir karar alınıp alınmadığı araştırılmamış varsa bu yöndeki genel kurul kararı dosya içine getirtilmemiştir. Karar bu yönleri ile de eksik ve hatalı olup istinaf başvurusunun kabulü ile mahkeme kararının kaldırılması ve davacı şirket genel kurulunda davaya konu işlemden dolayı davalının ibra edildiğine dair bir karar alınıp alınmadığının araştırılması ve varsa bu yöndeki genel kurul kararının getirtilerek sonucuna göre karar verilmesi gerekir. 6100 sayılı HMK’nin 353/1-a-6. maddesinde, tarafların davanın esasıyla ilgili olarak gösterdikleri delillerin hiçbiri toplanmadan veya gösterilen deliller hiç değerlendirilmeden karar verilmiş olması hususu davanın esası incelenmeden kararın kaldırılmasına ve davanın yeniden görülmesi için dosyanın kararı veren mahkemeye gönderilmesine duruşma yapmadan kesin olarak karar verilen hallerden sayılmıştır. Bu nedenle, ilk derece mahkemesince davanın esasına yönelik uyuşmazlığın giderilmesi için gerekli olan işlemlerin yapılmamış olması bakımından davacı vekilinin istinaf başvurusunun HMK’nin 353/1-a-6. maddesi uyarınca kabulüne, mahkeme kararının kaldırılmasına, yukarıda belirtildiği şekilde işlem yapılarak oluşacak sonuca göre karar verilmek üzere dosyanın mahkemesine gönderilmesine karar verilmiştir. Mahkememizce dosyanın 2018/1037 Esas sırasına kaydı yapılarak yargılamaya devam olunmuştur. Yapılan yargılama, davacının iddiaları, davalının beyanları, ibraz edilen deliller, mahkememizce yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucu ibraz edilen bilirkişi raporu, İstinaf ilamı ve tüm dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde; İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 13.Hukuk Dairesinin mahkememiz ilamını kaldırma kararından sonra dosya mahkememizin yeni esasına kaydedilmiş, kaldırma kararında belirtildiği şekilde muvazaalı işin iptalinin talep edilmesi sebebi ile muvazaalı işlemin diğer tarafı olan alan adını satın aldığı üçüncü kişi konumundaki … yada halihazırda alan adının sahibi bulunan … AŞ’ye karşı dava açmak üzere 1 aylık kesin süre verilmiş, belirtilen kesin süre içerisinde davacı tarafça gerek …e gerekse … AŞ’ye karşı dava açılmamıştır. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 13.Hukuk Dairesinin ilamında da belirtildiği üzere, satış işleminin muvazaalı olduğundan bahisle iptaline ilişkin davada, davalı … ile işlemi yapan … arasında yada halihazırda alan adının sahibi olarak gözüken … AŞ arasında mecburi dava arkadaşlığı mevcuttur. Davacı tarafa söz konusu üçüncü şahıslar aleyhine dava açmak üzere süre verilmiş olmasına rağmen davacı tarafça ilgili şahıslar aleyhine dava açılmadığından ve beyanlarında da dava açılmayacağını bildirdiklerinden dolayı mecburi dava arkadaşlığı bulunan şahısların tamamı hakkında dava açılmadığından dava şartı yokluğu nedeni ile açılan davanın reddine karar vermek gerekmiştir. Tazminat davası yönünden, sorumluluk davası açılması için gerekli olan genel kurul kararının yargılamadan sonra dosyaya ibraz edildiği ve bu eksikliğin giderildiği görülmüştür. Yine davalının ibrasına yönelik genel kurul kararı da ticaret sicil müdürlüğünden celp edilmiş ve dosya içerisinde dahil edilmiştir. Ayrıca davacı şirkete ilgili genel kurulda okunan finansal tablolar 2013 yılı bilanço ve kar zarar hesapları ibrazı istenmiş, ancak 2014 yılında yapılan 2013 yılına ait genel kurulda okunan finansal tablolar ve kar zarar durumu davacı tarafça dosyaya ibraz edilmemiştir. Her ne kadar davacı tarafça söz konusu 2013 yılına ait genel kurulda okunan finansal tabloların vergi dairesinden celbi istenmiş ise de, genel kurulda okunan finansal tabloların vergi dairesinde bulunma olanağı yoktur. Bu nedenle finansal tabloların davacı tarafça bizzat incelemeye ibraz edilmesi gerekmektedir. Davacının söz konusu finansal tabloları ibraz etmemesi, yine 05/06/2014 tarihinde yapılan 2013 yılına ait olağan genel kurul toplantısında yönetim kurulu üyelerinin ibrasına karar verilmiş olması, bu kapsamda davacı şirket tarafından finansal tablolara ve ticari defterlere kaydedilmiş bulunan (alım ve satım işlemlerinin ticari defterlere kayıtlı olduğu hususu bilirkişi raporunda tespit edilmiştir ) alım satım işlemleri ve bundan doğan şirket zararının ticari defterlerde yer aldığı, buna rağmen davalının ilgili genel kurulda ibra edildiği, dolayısıyla davalının ibra edilmesi sebebiyle ağır sorumluluk davası açılamayacağı, bu nedenle tazminat davası yönünden de davanın subut bulmadığından reddi gerektiği anlaşılmış ve aşağıdaki hüküm tesis edilmiştir. “gerekçesi ile, -Alan adı devri işleminin muvazalı olduğunun tespiti ve bu nedenle iptali yönünden açılan davanın DAVA ŞARTI YOKLUĞU NEDENİYLE USÜLDEN REDDİNE, -Davacının uğradığı zararın tazmini yönünden açılan davanın SÜBUT BULMADIĞINDAN REDDİNE, karar verilmiş ve karara karşı davacı vekili tarafından istinaf başvurusunda bulunulmuştur.
İLERİ SÜRÜLEN İSTİNAF SEBEPLERİ: Davacı vekili istinaf dilekçesinde özetle, İstinafa konu kararda, davanın reddedilme sebeplerinden biri olarak Davalı’nın genel kurulda ibra edilmiş olduğu belirtilmiş olup; ibra nedeniyle Davalı’nın sorumluluğuna gidilemeyeceği iddiasının hukuki dayanaktan yoksun olduğunu; TTK madde 558 ile Yargıtay Hukuk Genel Kurulu içtihatları doğrultusunda; Genel Kurul tarafından verilen ibra kararlarının hukuki sonuç doğurabilmesi için ibranın açık ibra olması, yani somut olayların tartışılıp değerlendirilmek sureti ile ilgililerin ibrasına karar verilmesinin gerekmekte olduğunu, Müvekkili şirket tarafından Davalının açık ibra edilmediğini, yani Davalı’nın söz konusu işlemi gerçekleştirip gerçekleştirmediğinin incelenmediğini, bu durumun tartışılmadığını veya değerlendirilmediğini; bu kapsamda, Davalının açık şekilde ibra edilmediğinden, 2013 yılına ait ibra kararının Davalı yararına hukuki sonuç doğurmasının, usul ve yasalara ve de Yargıtay içtihatlarına aykırılık teşkil etmekte olduğunu, Konuya ilişkin Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 2012/10887E., 2013/9792K. Ve 13.05.2013 tarihli kararının; “(…) Dava, Anonim Şirket Genel Müdürü aleyhine açılmış sorumluluk davasıdır. Dosyada mevcut genel kurul tutanakları ve diğer deliller ile aynı zamanda yönetim kurulu üyesi olan davalının iddia edilen sorumluluk sebepleri ile genel kurul gündemine getirtilmek sureti ile tartışılıp ibra edildiğine dair bir değerlendirme yapılmamıştır. Genel kurul tarafından verilen ibra kararlarının hukuki sonuç doğurabilmesi için ibranın açık ibra, yani somut olayların tartışılıp değerlendirilmek sureti ile ilgililerin ibrasına karar verilmesi gerekmektedir. Mahkeme gerekçesinde belirtilen ibra kararının açıklanan anlamda ibra kararı olup olmadığının değerlendirilmek sureti ile sonucuna göre karar verilmesi gerekir. (…) Mahkemece, iddia, savunma ve tüm dosya kapsamına göre, davalının yönetim kurulu başkanı olduğu 2008 ve 2009 yıllarına ait bir sonraki yıl yapılan genel kurul toplantılarında yönetim kurulu ve denetim kurulu üyelerinin ibra edildiği, gerekçesiyle davanın reddine, karar verilmiştir. Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir. Dava, Anonim Şirket Genel Müdürü aleyhine açılmış sorumluluk davasıdır. Mahkemece, sorumluluğa yol açan maaş ödemeleri ve şirket adına alınan kayıtlara girmeyen malların alınış tarihi itibari ile bu tarihlerden sonra yapılan iki genel kurulda davalının ibra edildiği gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir. Ancak, dosyada mevcut genel kurul tutanakları ve diğer deliller ile aynı zamanda yönetim kurulu üyesi olan davalının iddia edilen sorumluluk sebepleri ile genel kurul gündemine getirtilmek sureti ile tartışılıp ibra edildiğine dair bir değerlendirme yapılmamıştır. Genel kurul tarafından verilen ibra kararlarının hukuki sonuç doğurabilmesi için ibranın açık ibra, yani somut olayların tartışılıp değerlendirilmek sureti ile ilgililerin ibrasına karar verilmesi gerekmektedir. Bu durumda, mahkeme gerekçesinde belirtilen ibra kararının açıklanan anlamda ibra kararı olup olmadığının değerlendirilmek sureti ile sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile karar verilmesi doğru olmamış, bozmayı gerektirmiştir.” şeklinde olduğunu, Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 2009/2967E., 2010/10838K. ve 26.10.2010 tarihli kararının; “(…) TTK’nın 380. Maddesine göre “bilançonun tasdikine dair olan umumi heyet kararı, aksine sarahat olmadığı takdirde, idare meclisi azalarıyla, müdürler ve murakıpların ibrasını tazammun eder. Bununla beraber bilançoda bazı hususlar belirlenmemekte veyahut bilanço şirketin gerçek durumunun görülmesine mani yanlış bir takım hususları ihtiva etmekte ise, idare meclisi azalarıyla müdürler ve murakıplar, bilançonun tasdikiyle ibra edilmiş olmazlar.” Bu yasa hükmünden anlaşılacağı üzere ve Dairemiz’in yerleşmiş uygulamasına göre, şirket yönetiminin zarara yol açan işlem ve yaklaşımları genel kurulda tüm açıklık ve ayrıntıları ile açıklanıp irdelenmişse, genel kurulca verilen ibra kararı, gerçek anlamda borçtan kurtarma ve aklama niteliği taşır. Genel kurulun bu nitelikteki ibrası sonucu, artık yönetim kurulunun o faaliyet dönemine ilişkin tüm işlemleri hakkında, zarara neden olsalar da, ortaklıkça sorumluluk Davası açılamaz. ( 11. HD. 16.03.1982 gün, 1982/760-1097 SAYILI KARARI, Bkz. YKD.C.8.S.12sh.1664 vd. ). Her ne kadar mahkemece, davalıların, ibra edildikleri gerekçesiyle sorumlu olmadıklarına karar verilmiş ise de, yukarıda yapılan açıklamadan da anlaşılacağı üzere davalılar hakkında verilen ibra kararı faiz zararının tüm açıklığı ile genel kurulda tartışılmaması nedeniyle gerçek anlamda borçtan kurtulma olarak değerlendirilemez.” şeklinde olduğunu, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 2005/3234E., 2006/3852K. Ve 05.04.2006 tarihli kararının; “(…)Yerel Mahkemece, ../../1999 tarihinde yapılan olağan genel kurul toplantısında, yönetim ve denetim kurullarının oy birliği ile ibra edildikleri, davalıların ibra edildikleri bu borçtan dolayı sorumluluklarının bulunmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir 1996, 1997 ve 1998 yıllarında … ( İlçesi ) Esnaf ve Sanatkarlar Odası yönetim ve denetim kurulu üyeleri olarak görev yapan davalılar, ../../1999 tarihli olağan genel kurul toplantısında ibra edilmişlerdir. Ancak bu genel kurul toplantısına sunulan geçmiş yıllara ait faaliyet ve kesin hesap raporları ile tahmini bütçe ve denetleme raporlarında; ön inceleme raporunda tespit edilen idari para cezası ile vergi borçlarının gösterilmemiş olduğu, bu borçların varlığı bilinmeksizin davalıların ibra edildikleri anlaşılmaktadır. Şu durumda genel kurul toplantısında ibra edilmiş olmaları davalıları sorumluluktan kurtarmaz. Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarından da anlaşılacağı üzere, genel bir inceleme sonucu yapılan ibranın davalıyı sorumluluktan kurtarmayacağı sabittir. Davalının bahsini ettiği ibra işlemi, Yargıtay içtihatlarında belirtilen açık ibra şeklinde olmadığından, davalının sorumluluğunun kabulü ile davamızın kabulüne karar verilmesi gerekmektedir” şeklinde olduğunu, Yukarıdaki Yargıtay kararlarından da görüleceği üzere söz konusu işleme ilişkin olarak Davalının açıkça ibra edilmemiş olduğundan davaya konu işleme ilişkin sorumluluğunun da devam etmekte olduğunu, 2013 yılına ait genel kurulda okunan finansal tabloların Sayın Mahkeme’ce incelenmemiş olmasının davanın reddine gerekçe olarak sunulmasının usul ve kanunlara aykırı olduğunu; yüzlerce işlemi barındıran bilançonun genel kurul tarafından onaylanması bu işlemin de onaylandığı anlamına gelmeyeceğini; zira davaya konu işlem özelinde açık bir ibranın söz konusu olmadığını; Mahkeme’nin adeta niyet okurcasına bilançoda yer alan işlemlerin her birinin tek satırdan ibaret bilançonun onaylanmasına karar verildi cümlesiyle onaylandığı yönündeki kanaatinin adeta niyet okuma niteliğinde olup; ticari hayatın olağan akışıyla bağdaşmayacağını; söz konusu genel kurulda yer alan kişilerin … ve Müvekkil şirket ortaklarını vekaleten temsil eden iki Alman vatandaşı olup, genel kurul esnasında Türkçe olan bilanço içeriğini tek tek inceleyip kontrol etmelerinin de hayatın olağan akışına uymayacağını; ayrıca söz konusu genel kurul tutanağında da belirtilen, o dönem Müvekkili şirketin denetçisi olan … A.Ş.’nden söz konusu bilançonun temini sağlanabilecekken aceleyle davanın reddine karar verilmesinin usule aykırı olduğunu, TTK madde 395. uyarınca, davalının, müvekkili şirket mülkiyetinde bulunan ….com alan adının, yönetim kurulu üyesi olduğu dönemde, genel kurul’dan onay alınmaksızın, üstelik müvekkili şirketçe ödenen meblağdan daha düşük bir meblağ ödeyerek satın almasının, batıl bir işlem olup; davalının bu işlem sonrasında bu olay açıkça belirtilmeksizin ibra edilmiş olması işlemi hukuka uygun hale getirmediğini; buna aksi yönde hüküm tesis edilmiş olmasının hukuka aykırı olduğundan kararın kaldırılmasının gerektiğini, Davaya konu alan adı devri işleminin muvazaalı olduğunun tespiti ve bu nedenle iptali yönünden açılan davanın mecburi dava arkadaşlığı gerekçesiyle dava şartı yokluğu gerekçesiyle usulden reddinin hukuka aykırı olduğunu; anılan tespit ve iptal taleplerinde mecburi dava arkadaşlığı teşkil eden bir hal olmadığını; bu nedenle; bu taleplerine konu kararın da kaldırılmasının gerektiğini, 06.03.2019 tarihli duruşmada …’e devredilen alan adının iadesi talep edildiğinden … aleyhine dava açıp, açmış olduğu bu davayı mecburi dava arkadaşlığı kapsamında bu dosya ile birleştirilmesine karar verildiğini ancak söz konusu alan adının halihazırda dava dışı … Tic. A.Ş.’ne ait olduğunu; buna ilişkin …’in internet sitesinden alınmışların çıktıların, dosyada mübrez olduğunu, Müvekkil şirket nezdinde çalıştığı dönemde, bizzat Davalı’nın isteğiyle, Müvekkili şirketin alacağına istinaden “….com” alan adının alınmasına karar verildiğini ve 22/03/2013 tarihinde KDV dahil toplam 400.000-TL bedelle davaya konu alan adı satın alınarak Müvekkil şirkete devri işlemlerinin tamamlandığını; satın alma ve devir işlemine ilişkin tüm bu sürecin bizzat Davalı tarafından yönetildiğini ancak, Davalı’nın 15/08/2014 tarihinde istifa edip görevinden ayrılmasının ardından şirket kayıtları üzerinde yapılan incelemelerde, Müvekkili şirkete ait “….com” alan adının, Davalı’nın yönetim kurulu üyesi olduğu dönemde, Genel Kurul’dan onay alınmaksızın, üstelik Müvekkili şirketçe ödenen meblağdan çok daha düşük bir meblağ ödenerek Davalı tarafından satın alındığının tespit edildiğini; bu işleminin tespiti üzerine, vakit kaybetmeksizin Davalı’ya Beşiktaş … Noterliği’nin 07/11/2014 tarih … yevmiye numaralı ihtarnamesinin gönderildiğini ve şirket zararına gerçekleştirdiği devir işleminin batıl olduğunun bildirildiğini, batıl işlemle devraldığı alan adının Müvekkili şirkete devretmesi hususunun ihtar edildiğini ve müvekkili şirketin uğradığı zararın tazmini amacıyla Müvekkili şirketle iletişime geçmesi hususunun iletildiğini; bahsi geçen ihtarname uyarınca Davalı’dan olumlu bir dönüş olmadığı gibi, ihtarnamenin tebliğ tarihinden sonra Davalının kötü niyetli hareketlerine devam ettiğini ve 01/12/2014 tarihinde davaya konu alan adını aynı zamanda çok yakın arkadaşı olan …’e devrettiğini, Her ne kadar dava açıldığında davaya konu “….com” alan adı … adına kayıtlı olsa da dava açıldıktan sonra …’in bu alan adını Davalı …’e devrettiğini, iade ettiğini; davalı …’in ise bu alan adını yeniden dava dışı kişilere devrettiğini ve müvekkili şirketi zarara uğratmak suretiyle kazanç sağlamaya devam ettiğini; yukarıda da belirtildiğini, davaya konu alan adının halihazırda … Tic. A.Ş. üzerine kayıtlı gözükmekte olduğunu; bu nedenle; …’e açılacak davanın konusuz kalacağından kendisine herhangi bir dava ikame edilmediğini, Davaya konu taleplerinde mecburi dava arkadaşlığı oluşturacak bir hal de mevcut olmadığını; söz konusu talepte şekli ya da maddi bir mecburi dava arkadaşlığının söz konusu olmadığını; HMK madde 59 kapsamında bir mecburi dava arkadaşlığı bulunmadığından dava şartı yokluğundan davanın reddedilmesinin usule ve kanuna aykırı olduğunu; bu nedenle, söz konusu kararın kaldırılması gerektiğini, Davalının, davanın hiçbir aşamasında, hiçbir dilekçesinde ve hiçbir duruşmada dava şartı yokluğundan veya bilançonun onaylanması nedeniyle davalı’nın ibra edilmiş sayılacağı yönünde bir beyanda bulunmamasına rağmen, bu iddiaları hiçbir şekilde kabul anlamına gelmemek kaydıyla, Mahkeme’nin re’sen bu gerekçeleri göz önünde bulundurarak davanın reddine karar vermesinin usul kurallarına, kanunlara ve hukuka açıkça aykırı olduğundan anılan kararın kaldırılması gerektiğini, İstinafa konu dava dosyası incelendiğinde Davalı’nın dosyaya sunduğu hiçbir dilekçede ve hiçbir duruşmada mecburi dava arkadaşlığı, dava şartı yokluğu, bilançonun onaylanmış olması nedeniyle Davalı’nın davaya konu işlemle ilgili olarak ibra edilmiş sayıldığı gibi iddia ve beyanlarda bulunmadığının açıkça görüleceğini ancak buna rağmen, bu iddiaları hiçbir şekilde kabul anlamına gelmemek kaydıyla, Mahkeme’nin bu gerekçelerle davayı reddetmesinin açıkça kanun hükümlerine, usule ve hukuka aykırı olduğunu, Ayrıca Sayın Mahkeme’ce re’sen zamanaşımının göz önüne alınması Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun aşağıda yer alan 25. maddesinde belirlenen “Taraflarca Getirilme İlkesi”ne de açıkça aykırı olduğunu, “(1) Kanunda öngörülen istisnalar dışında, hâkim, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamaz. (2) Kanunla belirtilen durumlar dışında, hâkim, kendiliğinden delil toplayamaz.” Mahkemenin red gerekçesi olarak belirttiği hususların hiçbiri kanunda belirtilen durumlardan olmayıp, mahkemenin kendiliğinden delil toplamaya çalıştığını, Davalı’nın söylemediği şeyleri ve vakıaları kendiliğinden dikkate aldığını; bu yönüyle HMK’nın 25. Maddesine tamamen aykırı bir yargılama yapılarak karar verilmiş olduğundan bu kararın kaldırılmasının gerektiğini, Taraflarca Getirilme İlkesi’nin HMK.nun 25. maddesinde şu şekilde ifade edildiğini, “1-Kanunda öngörülen istisnalar dışında, hâkim iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamaz. 2-Kanunla belirlenen durumlar dışında, hâkim, kendiliğinden delil toplayamaz.” Bu ilkenin bir sonucu olarak hâkim, tarafların öne sürmediği vakıaları kendiliğinden araştıramaz veya eksik olan vakıaların ileri sürülmesi gerektiğini taraflara hatırlatamaz; aksi davranış hakimin reddi sebebi oluşturur.” (Prof. Dr. Hakan Pekcanıtez, Prof. Dr. Oğuz Atalay, Prof. Dr. Muhammet Özekes, HMK Hükümlerine Göre Medeni Usul Hukuku, Ankara 2011, Sayfa 249-251) Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, E. 2013/13-637, K. 2014/397, T. 26.03.2014 Dosyada yer alan kök ve ek bilirkişi raporlarını düzenleyen heyetin, davaya konu taleplerinin bir kısmını yanlış anladığını ve farklı talepler üzerine raporlar oluşturduğunu; bunun yanı sıra alan adlarına ilişkin olarak uzman bir sektör bilirkişisinin de heyette yer almadığından kök rapordaki eksikliklerin ek raporla da giderilemediğini; bu konudaki itirazlarına rağmen mahkemenin, yeni bir bilirkişi heyeti oluşturularak rapor alınması taleplerini reddettiğini, böylelikle tüm delillerini toplamaksızın usule aykırı şekilde karar verdiğini, Dosyadaki bilirkişi raporlarıyla Davalı’nın Müvekkili şirketi kasten zarara uğrattığının ispat olduğunu ancak Bilirkişilerin söz konusu zararı hatalı şekilde hesapladığını, alan adlarının satış fiyatlarına ilişkin ise alanında uzman bir sektör bilirkişisinin de heyette yer almadığından söz konusu hatayı düzeltemediklerini, Taraflarınca gelir ve kar kaybı yönünden zarar hesaplanması talep edilmişken, bilirkişiler tarafından kök raporda hatalı şekilde menfi zarar yönünden hesaplama yapıldığını; itirazları sonrasında ise alanında uzman bir sektör bilirkişisi heyette yer almadığından söz konusu hesaplama yapılamadığını, eski hesaplamanın tekrarlandığını; ayrıca bahsi geçen bilirkişi heyeti taleplerini doğru şekilde anlayamadığını, muvazaalı olduğunu talep ettikleri devir işlemini dahi dosyadaki bir diğer devir işlemiyle karıştırdıklarını; tüm bunlara rağmen Mahkeme’ce söz konusu eksikliğin giderilmesi için yeni bir heyet oluşturulmadığını ve yeni bir rapor alınmadığını, yani tüm delillerinin toplanmadığını ve eksik şekilde hüküm tesis edildiğini; bu usuli hatanın giderilmesi bakımından istinafa konu bu kararın kaldırılmasının gerektiğini, Konuya ilişkin Yargıtay 19. Hukuk Dairesi’nin 25/02/2014 tarihli, 2014/624 E., 2014/3745 K. Sayılı içtihatının; “…Bozma ilamında davalı vekilinin bilirkişi raporuna yönelik itirazları değerlendirilerek ek rapor alınması gerektiği hususu belirtildiği halde ek rapor alınmamıştır. Bozma ilamından sonra da toplanan delillere yönelik tarafların beyanları da dikkate alınarak yeniden değerlendirme yapılması için rapor alınması gerektiği halde yazılı şekilde eksik incelemeyle karar verilmesi doğru görülmemiştir…” şeklinde olduğunu, Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 07/05/1992 tarihli, 1990/7057 E., 1992/5952 K. Sayılı içtihatının; “ …Davalı taraf rapora itiraz ettiği halde, mahkemece itirazla ilgili olarak bilirkişilerden ek rapor alınmadığı gibi, kararda itirazın yersiz olduğunun dayanakları da gösterilmiş değildir. Davalının itirazı ile ilgili olarak bilirkişilerden ek rapor alınmalı ve hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmelidir…” şeklinde olduğunu, 6100 sayılı HMK’nın 184. maddesinde hakim tarafından tüm delillerin toplanması ve incelenmesinden sonra tahkikat aşamasına geçileceğinin düzenlendiğini; ilgili maddenin şu şekilde olduğunu; ‘(1) Hâkim, tarafların iddia ve savunmalarıyla toplanan delilleri inceledikten sonra, duruşmada hazır bulunan taraflara tahkikatın tümü hakkında açıklama yapabilmeleri için söz verir.’ Madde metninden görebileceğini, tüm deliller toplanmadan karar verilebilmesi mümkün olmadığından, Mahkeme’ce, yeni bir heyetten rapor alınmaksızın karar verilmesinin usul ve kanunlara aykırı olduğunu, Emsal teşkil etmesi bakımından Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 2013/11310E., 2014/7226K. sayılı ve 06.05.2014 tarihli kararının “6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu 184 ve 186 maddelerinde tahkikat ve sonlandırılmasına yönelik olarak; hakimin, tarafların iddia ve savunmalarıyla toplanan delilleri inceledikten sonra, duruşmada hazır bulunan taraflara ve tahkikatın tümü hakkında açıklama yapabilmeleri için söz vereceğine dair düzenleme getirilmiştir.” şeklinde olduğunu, Dosya kapsamındaki bilirkişi raporlarına itirazları ve yeni bir bilirkişi heyeti oluşturularak yeniden bir rapor alınması talepleri saklı kalmak kaydıyla; davalı …’in, müvekkil şirketin yönetim kurulu başkanı olarak görev yaptığı süreçte müvekkili şirkete ait olan www…..com alan adını genel kuruldan izin almaksızın ve bedelinin oldukça altında bir tutar ödeyerek kendisine devrini sağladığını, söz konusu bu batıl devir işlemi nedeniyle davalı’nın müvekkil şirketi kasten zarara uğrattığının dosya kapsamındaki raporlarla da sabit olmasına rağmen Mahkeme’nin davanın reddine karar vermesinin hukuki ve fiili dayanaktan tamamen yoksun olduğunu, söz konusu raporlarda Davalı …’in hileli davranışlarıyla, Müvekkil’in güvenini kötüye kullanarak kasten Müvekkili şirketi zarara uğrattığının aşağıdaki şekilde yer aldığını, “b- Hal böyle olmakla beraber, davacının ”hile (= aldatma)” hükümlerine dayanması mümkün bulunabilecektir. Somut durumda, davalı yanın davacı şirketteki yönetici konumunu kullanarak davacı yan nezdinde, 3. kişiden satın alınan o ”alan adı”nın davacı yanca ekonomik anlamda değerlendirilmesi yönünden negatif bir ortam/intibaı davacı nezdinde yaratarak ve -davalı yanın savunmasında da endirekt olarak yer verdiği gibi- davacı şirketin ”alan adı”na ilişkin mecrada faaliyet göstermediği bir evrede, o ”alan adı”nın davacı yanca satın alınmasından kısa bir süre sonra, Davalı tarafından davacı nezdinde yaratılan yanlış kanaate bağlı olarak, alım fiyatının altında bir değerle, davalıya satışını sağladığı düşünülmektedir. Hile hatanın özel bir görünümüdür ve bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, sözleşme yapmaya sevketmek için, onda bilerek yanlış bir kanaat uyandırılır ve/veya esasen mevcut olan kanaat devam ettirilirse hukuki anlamda hile söz konusu olur. Davalının dosyaya sunulu cevabı dikkate alındığında, davacı nezdindeki yöneticilik görevi sürecinde, o ”alan adı”nın kendisine satılması için davalının zemin hazırladığı durumun ”belli konularda aldatma- aldatma kasdı-illiyet rabıtası” bileşenlerinde (bu hususta bkz; Reisoğlu, age. sh. 124 vd.), davalının davacıyı aldatarak onu kendisine satış işlemine sevkettiği kanısını uyandırmaktadır…” “…Gözlemimize göre, davacı, davasında giderim (tazminat) istediğine göre, o açıdan yapılacak değerlendirmede ise şu saptama yapılabilinir ki; bu durumda, davacı menfi zarar talep edebilir ve hile (aldatma) sebebiyle zarar uğrayan tarafın belli bir dikkat ve özeni göstermesi halinde aldatmayı farkedebilecek olması, TTK 18/2 hükmünün varlığına karşın, aldatmayı yapanın sorumluluğunu ortadan kaldırmaz…” Dosyada mübrez dilekçeler, deliller ve bilirkişi raporlarına rağmen Mahkeme tarafından davaya konu alan adı devir işleminin şirket ortakları ile diğer yönetim kurulu ortaklarının bilgisi ve onayıyla yapıldığı kanaatine varılmasının haksız ve mesnetsiz olduğundan ilk derece mahkemesinin istinafa konu bu kararının kaldırılmasının gerektiğini, (T.C. Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E. 2015/9415 K. 2017/1978 T. 4.7.2017), kararda belirtilenin aksine Davalı’nın ortakları ve yönetim kurulu üyelerini bilgilendirdiğine dair hiçbir kanıtın bulunmadığını, bilirkişi raporları ve dosyadaki bilgi ve belgeler göz önünde bulundurulmadan verilmiş olan söz konusu kararın hiçbir hukuki dayanağı bulunmadığından kaldırılmasının gerektiğini, Davalının genel kurulun onayını almaksızın yetki sınırını dahi aşarak (Davalı’nın 100.000-Euro’ya kadar tek başına imza yetkisinin bulunduğunu) Müvekkili şirkete ait alan adını düşük bedelle satın aldığını, Davalının 15/08/2014 tarihinde istifa edip görevinden ayrılmasının ardından şirket kayıtları üzerinde yapılan incelemelerde, müvekkili şirkete ait ….com alan adının, yönetim kurulu üyesi olduğu dönemde, Genel Kurul’dan onay alınmaksızın, üstelik müvekkili şirketçe ödenen meblağdan çok daha düşük bir meblağ ödenerek davalı tarafından satın alındığının tespit edildiğini, Davalının, bu satışı tek başına gerçekleştirdiğini, adeta bu satım işleminde satıcının da alıcının da kendisi olduğunu; bu nedenle, Müvekkili şirketin bu durumu bilmesi halinde böyle bir işleme icazet vermesinin mümkün olmadığını; Davalının, bahsi geçen işlemini, diğer yönetim kurulu üyelerinden ve şirket hissedarından saklayarak ve de kendisine verilen yetkiyi aşarak gerçekleştirdiğini, Davalı, her ne kadar davaya konu alan adını satın almasının haberlere dahi konu olduğunu iddia etmişse de, davalının alan adını satın alması işleminin internet sitelerinde paylaşılmış olmasının, işlemin onay alınarak gerçekleştirildiğini kanıtlamayacağını, Kabul anlamına gelmemekle birlikte bir an için Davalı’nın iddia ettiği haberlerin yayınlandığı ve müvekkili şirket yetkilileri tarafından fark edildiği düşünülse dahi, Almanya’da ikamet eden Müvekkili şirket yöneticileri … ve …’in bu haberleri duymamış veya görmemiş olması, haberleri görmüş olsalar dahi, Türkçe’ye hakim olmadıklarından söz konusu haberleri anlamamış olmamalarının gayet olağan bir durum olduğunu; dolayısıyla Mahkeme’nin şirketin işlemden haberdar olduğu kanısına ulaşmasının dayanaksız olduğu gibi mümkün de olmadığını, İleri sürerek, istinaf incelemesinde bilirkişi raporu alınmasına karar verilmesini, yerel mahkeme kararının istinaf incelemesi sonucunda kaldırılmasına ve davalarının kabulüne karar verilmesini, yargılama giderleri ve vekalet ücretinin karşı tarafa yükletilmesini, fazlaya dair ve sair tüm talep ve dava hakları saklı kalmak kaydıyla talep etmiştir.
İSTİNAF SEBEPLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ: HMK’nın 355. maddesine göre istinaf incelemesi; istinaf dilekçesinde belirtilen sebeplerle sınırlı olarak ve kamu düzenine aykırılık görüldüğü takdirde ise resen gözetilmek suretiyle yapılmıştır. Dava, TTK’nun 553 ve devamı maddelerine dayalı yönetici sorumluluğu nedeniyle tazminat ve alan adı satışına dair TTK’nun 395 maddesine aykırı olduğu ve muvazaa nedeniyle batıl olduğu iddia olunan işlemin iptali istemlerine ilişkindir. Mahkemece tazminat isteminin esastan, alan adı satışına yönelik sözleşmenin iptali isteminin ise eksik husumet nedeniyle dava şartı yokluğundan reddine karar verilmiş, karara karşı davacı vekili tarafından istinaf kanun yoluna başvurulmuştur. Davacı şirket tarafından, davalının yönetici olduğu dönemde, 22/03/2013 tarihinde şirket tarafından 400.000,00-TL bedelle satın alınan “….com” alan adının, davalı tarafından şirketten 30/04/2013 tarihinde şirket zararına 300.000,00-TL bedelle satın alındığı, işlem tarihinde şirket ortağı olmaksızın sadece yönetici olan davalının tek başına işlem yapma yetkisinin 100.000,00-Euro veya buna tekabül eden TL karşılığı ile sınırlı olduğu, davalının genel kuruldan onay almaksızın değerinden düşük bedelle satın aldığı alan adını daha sonra yakın arkadaşı dava dışı …’e muvazaalı olarak sattığı, böylece şirketin, hem değerinden düşük satın alınan alan adı nedeniyle, hem de bu alan adının kullanılamaması nedeniyle zarara uğradığı ileri sürülerek, bu zararın tazmini ile şirkete ödenmesi, ayrıca davacı ile davalı arasındaki 30/04/2013 tarihli satış işleminin TTK’nun 395 maddesine aykırılık nedeniyle batıl olduğunun, …ile davalı arasındaki alan adı satışı işleminin ise muvazaa nedeniyle batıl olduğunun tespiti, alan adının davacıya devri talep edilmiştir. Dairemizin 2018/84 Esas, 2018/958 Karar sayılı 10/10/2018 tarihli kaldırma kararı doğrultusunda; ilk derece mahkemesince davacı şirkete; davalıya sorumluluk davası açılmak üzere alınmış genel kurul kararını dosyaya sunması ve davacı tarafından dava dışı …’in alan adını dava dışı … isimli şirkete devrettiği beyan edildiğinden, muvazaa nedeniyle iptal talebi bakımından bu şirketin davaya dahil edilmesi için birleştirme talepli dava açması için kesin süre verildiği, davacının 27/11/2014 tarihli, alan adı devrine ilişkin işlemler nedeniyle davalı aleyhine sorumluluk ve tazminat davası açılmasına yönelik olağanüstü genel kurul kararı örneğini dosyaya sunduğu, ancak alan adının son sahibi … isimli şirketine dava açmayacaklarını beyan ettiği anlaşılmıştır. Davacı yanın, alan adının davalı tarafından 3. kişiye devrinin muvazaalı olduğunun tespitine ilişkin talebi bakımından, dairemizin önceki kararında belirtildiği üzere TBK’nun 19. maddesinde düzenlenen muvazaanın, tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacıyla ve kendi gerçek iradelerine uymayan, aralarında hüküm ve sonuç meydana getirmesini arzu etmedikleri görünüşte bir anlaşma olarak tanımlanabileceği, muvazaalı olduğu iddia olunan işlemin tarafları arasında maddi bakımdan mecburi dava arkadaşlığı mevcut olduğu, davacının ise muvazaalı olduğunu iddia ettiği alan adı devir işleminin taraflarından yalnızca davalıya karşı dava ikame ettiği, bu talep bakımından husumetin eksik yöneltildiği, verilen kesin süre içerisinde bu eksikliğin giderilmeyeceğinin beyan edildiği anlaşılmış olup, mahkemece davanın eksik husumet nedeniyle davanın reddi gerekirken, dava şartı yokluğundan usulden reddine karar verilmesi hatalı ise de, kararın sonucu itibariyle doğru olduğu anlaşılmış, davacı vekilinin aksi yöndeki istinaf sebepleri yerinde görülmemiştir. Davacı yanın yönetici sorumluluğu nedeniyle tazminat istemi incelendiğinde; davacı şirketin Türkiye Ticaret Sicil Gazetesi üzerinden tek tek incelenen sicil kayıtları kapsamından, davacı şirket ile davalı arasında alan adının satışına yönelik anlaşmanın yapıldığı 30/04/2013 tarihi itibariyle şirketin üç yönetim kurulu üyesi bulunduğu, davalının ortak olmayan yönetim kurulu üyesi olduğu, 100.000,00-Euro’ya kadar veya bu tutarın TL karşılığına denk düşen tutarla sınırlı olmak üzere tek başına ve şirket adına işlem yapma yetkisinin bulunduğu, bunu aşan işlemlerin diğer iki yönetim kurulu üyesi olan … veya …’den birinin imzası da bulunmak kaydıyla müşterek imza ile gerçekleştirilmesinin gerektiği anlaşılmıştır. Davacı şirketin … Tic Ltd. Şti’den 22/03/2013 tarihinde KDV dahil 400.000,00-TL bedelle satın aldığı alan adının, davalı tarafından davacı şirketten 30/04/2013 tarihinde KDV dahil 300.000,00-TL bedelle satın alındığı, satış bedelinin 10/05/2013 tarihinde davacı şirket hesabına gönderildiği, her iki işlemin davacı şirket defterlerinde kayıtlı olduğunun mali incelemede tespit edildiği anlaşılmıştır. 30/04/2013 işlem tarihinde TCMB’nın 1 Euro için efektif satış kurunun 2.3563-TL olduğu, 300.000,00-TL bedelli işlemin bu tarihteki Euro cinsinden değerinin 127.318,25-Euro olduğu ve davalının tek başına işlem sınırının üzerinde kaldığı, öte yandan işlem tarihinde yönetim kurulu üyesi olan davalının şirketle işlem yapmasına izin verildiğini gösterir bir genel kurul kararı bulunmadığı tespit edilmiştir. Diğer yandan davacı şirketin 2013 yılı faaliyet dönemine ilişkin 05/06/2014 tarihinde yapılan, 12/06/2014 tarihinde sicile tescil, 18/06/2014 tarihinde sicil gazetesinde ilan edilen, şirketin tüm ortaklarının temsil edildiği olağan genel kurul toplantısında alınan 3 nolu karar ile yönetim kurulunun faaliyet raporunun okunarak oybirliği ile onaylandığı, 4 nolu karar ile bağımsız denetim firması tarafından hazırlanan denetim raporunun okunarak oybirliği ile onaylandığı, 5 nolu karar ile bilanço ve kar zarar hesaplarının okunarak oy birliği ile onaylanıp tasdik edildiği, 6 nolu karar ile yönetim kurulunun 2013 yılı çalışmalarından dolayı, her bir yönetim kurulu üyesi kendi ibra oylamasına katılmaksızın, oybirliği ile ibra edildikleri, bu kararların iptali talepli herhangi bir dava açılmadığı anlaşılmıştır. İlk derece mahkemesi tarafından dairemiz kaldırma ilamından sonra; davacı şirketin 2013 yılına ilişkin finansal tablolarının dosyaya sunulması için sonuçları hatırlatılmaksızın kesin süre verildiği, davacı vekilinin 27/11/2019 tarihli dilekçesi ile finansal tabloların ellerinde bulunmadığını, davacı şirket yetkilisinin yurt dışında olduğunu, tabloların Kağıthane Vergi Dairesi’nden celbini talep ettiklerini beyan ettiği anlaşılmıştır. Yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğu ile amaçlanan; zarar verene isnat edilebilecek ve onun hukuk düzenince onaylanmayan bir davranışından kaynaklanan zararın giderilmesidir. Sorumluluğu düzenleyen 6102 sayılı TTK’nun 553.maddesi hükmüne göre kurucular, yönetim kurulu üyeleri, yöneticiler ve tasfiye memurları kanundan ve esas sözleşmeden doğan yükümlülüklerini kusurları ile ihlal ettikleri takdirde hem şirkete hem pay sahiplerine hem de şirket alacaklılarına karşı verdikleri zarardan sorumludurlar. Hukuk sistemi Anonim Şirket yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğu halinde de her türlü zarara tazminat sonucunu bağlamamaktadır. Yönetim kurulu üyelerinin Türk Ticaret Kanununa istinaden hukuki sorumluluklarına hükmedilebilmesi; zarar, hukuka aykırılık, kusur, illiyet bağı koşullarının gerçekleşmesine bağlıdır. TTK’nun 424/1 maddesi uyarınca; bilançonun onaylanmasına ilişkin genel kurul kararı, kararda aksine açıklık bulunmadığı takdirde yönetim kurulu üyelerinin, yöneticilerin ve denetçilerin ibrası sonucunu doğurur. Bununla birlikte bilançoda bazı hususlar hiç veya gereği gibi belirtilmemişse veya bilabço şirketin gerçek durumunun görülmesini engelleyecek kayıtları içeriyorsa ve bu hususta bilinçli hareket edilmişse onama ibra etkisine doğurmaz. Yine TTK’nun 558/2 fıkrası uyarınca genel kurulun ibra kararı şirketin sorumluluk davası açma hakkını ortadan kaldırır. Davacı yanın yönetici sorumluluğu doğurduğunu iddia ettiği işlemin 30/10/2014 tarihli olduğu, bu işlemin de içinde bulunduğu 2013 yılı faaliyet dönemine ilişkin denetim raporunun, faaliyet raporunun ve bilanço kar zarar hesabının 05/06/2014 tarihli tarihli olağan genel kurul toplantısında okundukları, oybirliği ile onaylandıkları, yine davalının da içinde olduğu tüm yönetim kurulu üyelerinin ibra edildiği, ibranın genel kurulun bilgisine ulaşan işlem ve koşulları kapsayacağı, diğer ifade ile genel kurula sunulan hesap ve açıklamalardan anlaşılan veya genel kurulca bilinebilecek tanınabilecek konu ve işlemlerin ibranın kapsamını belirlediği, genel kurulun hiçbir şekilde bilmediği ve öğrenmesi imkanı da bulunmayan konu işlemlerin ise ibranın kapsamında olmayacağı, dava konusu işlemin şirket ticari defter ve kayıtlarında yer aldığının bilirkişi raporu ile tespit edilmiş olması karşısında, bilançoda bu kalemin yer almadığının kabul edilemeyeceği, her ne kadar davalının tek başına işlem sınırını aştığı ve TTK’nun 395 maddesine aykırı olarak şirketle işlem yaptığı görülmekte ise de, şirket genel kurulunun, ticari defterlerde kayıt altına alınan bu işlemin de içinde bulunduğu 2013 yılı faaliyet dönemine ilişkin bilanço kar zarar hesaplarını tasdik ederek, yönetim kurulu üyelerini de ibra ederek, TTK’nun 424/1 ve 558/2 fıkraları uyarınca davacı şirketin, dava konusu işleme dayalı davalıya karşı sorumluluk davası açma hakkını sona erdirdiği gibi, yetki aşımı suretiyle yapılan bu işleme de icazet vermiş olduğu, finansal tabloların vergi dairesinden getirtilmesine yönelik davacı talebi doğrultusunda işlem yapılmamasının sonuca etkili olmadığı, mahkemece sorumluluğa dayalı tazminat talebinin reddine karar verilmesinde isabetsizlik bulunmadığı anlaşılmış olup, aksi yöndeki davacı istinaf sebepleri yerinde görülmemiştir. Yukarıda izah edilen gerekçelerle; ilk derece mahkemesi kararı usul ve yasaya uygun olup, kamu düzenine aykırılık da tespit edilmediğinden, davacı vekilinin istinaf başvurusunun 6100 Sayılı HMK’nun 353/1-b1 maddesi uyarınca esastan reddine karar verilerek aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur.
HÜKÜM: Yukarıda açıklanan nedenlerle; 1-Davacının istinaf başvurusunun 6100 sayılı HMK’ nın 353/1-b-1 maddesi gereğince ESASTAN REDDİNE, 2-Harçlar Kanunu gereğince istinaf eden tarafından yatırılan istinaf kanun yoluna başvurma harcının hazineye gelir kaydına, 3-Karar tarihi itibariyle Harçlar Kanunu gereğince alınması gereken 179,90 TL istinaf karar harcından istinaf eden tarafından peşin olarak yatırılan 54,40 TL harcın mahsubu ile bakiye 125,50 TL’nin davacıdan tahsili ile hazineye gelir kaydına, 4-İstinaf yargılama giderlerinin istinaf talep eden üzerinde bırakılmasına, 5-Artan gider avansı varsa karar kesinleştiğinde ve talep halinde avansı yatıran tarafa iadesine, Dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda HMK’nın 361/1. maddesi gereğince kararın taraflara tebliğ tarihinden itibaren iki haftalık yasal süre içerisinde Yargıtay temyiz yasa yolu açık olmak üzere 25/05/2023 tarihinde oy birliği ile karar verildi.