Emsal Mahkeme Kararı İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 13. Hukuk Dairesi 2020/13 E. 2022/52 K. 19.01.2022 T.

Görüntülediğiniz mahkeme kararı henüz kesinleşmemiştir. Yararlı olması amacıyla eklenmiştir.

T.C.
İSTANBUL
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
13. HUKUK DAİRESİ
DOSYA NO: 2020/13 Esas
KARAR NO: 2022/52 Karar
T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
B Ö L G E A D L İ Y E M A H K E M E S İ K A R A R I
İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ: İSTANBUL ANADOLU 5. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ
TARİHİ: 02/07/2019
NUMARASI: 2016/383 Esas 2019/844 Karar
DAVANIN KONUSU: İstirdat (Ticari Satımdan Kaynaklanan)
KARAR TARİHİ: 19/01/2022
İlk derece Mahkemesinde yapılan inceleme sonucunda verilen karara karşı istinaf kanun yoluna başvurulmuş olmakla dava dosyası incelendi:
TARAFLARIN İDDİA VE SAVUNMASININ ÖZETİ: Davacı vekili dava dilekçesi ile, davacının 2004 yılından 2013 yılı Mayıs ayma kadar … Bayilik Sözleşmesi 3” başlıklı sözleşmeler uyarınca … bayisi olarak faaliyet yürüttüğünü, davacının 2006-2012 yılları arasında fahiş faiz oranları üzerinden davalıya yaklaşık 800,000TL vade farkı ödemesi yapmak durumunda kaldığını, bayilik sözleşmesinin Satış Koşulları C maddesinde vadeyi geçen ödemelerde aylık %4 + KDV vade farkı uygulanacağını, D maddesinde protesto olan çeklere aylık %4,5+KDV vade farkı uygulanacağının belirtildiğini, yani KDV’si de hesap edildiğinde ortalama yıllık temerrüt faizinin %60 civarında olduğunu, bu dönemdeki ticari temerrüt faiz oranlarına bakıldığında bu oranın çok fahiş, haksız ve davacının faaliyetini imkansız kılacak nitelikte olduğunu, ekonomik açıdan davalı hakim firmaya göre çok güçsüz olan davacının sözleşmeyi imzalamak zorunda kaldığını, sözleşmedeki şartların hakkaniyete aykırı ve dengesiz olduğunu, Yargıtay yerleşik içtihatlarında ticari işlerde fahiş temerrüt faizinin mevzuata göre belirlenen yasal oranın iki katını geçemeyeceğinin belirtildiğini, bu nedenlerle davacının davalıya ödediği vade farklarının çok fahiş, haksız, hakkaniyete aykırı ve davalı tarafa ise haksız kazanç sağlayan nitelikte olduğunu, ödemelerin yapıldığı tarihten itibaren işlemiş ve işleyecek ticari faizi ile birlikte davalıdan tahsilini, davalının 2006-2010 yılları arasında davacıya 10 adet alt bayi yapma zorunluluğu getirdiğini, bu bayilerin 8 tanesinin battığını ve onların borçlarının da davacıya yıkıldığını, yine davalının piyasanın kötü olduğu 2007 yılında davacıya 400.000TL, fazladan mal aldırdığını, ticari itibarını korumak, çek ve senetlerin protesto olmamasını sağlamak için çalışan davacının bu ağır şartlara dayanamayarak 2013 yılı Mayıs ayında bayiliği bırakmak zorunda kaldığını, davacının 2011 yılında bayiliği bırakmaya karar verdiğini, ancak bayilik sözleşmesini sona erdirmek için davalı lehine verilen ipotekleri kaldırmak gerektiğini, bu sürecin 2013 yılı Mayıs ayında ancak sonuçlandığını, ipotekleri kaldırmak ve fahiş vade farkı faturalarını ödemek için de çeşitli bankalardan kredi kullandığını yine faiz ödediğini, kısaca davalının, hakim durumunu kötüye kullanarak davacıyı iflas noktasına getirdiğini, bu nedenlerle davacının uğradığı zararın büyük çoğunu belirterek davanın kabulü ile davacının davalıya ödediği fahiş vade farkı bedelli ve davacıya ödemesi gereken prim bedelleri vb, haksız uygulamaları sebebi ile uğrattığı diğer zararlara ilişkin olarak tahkikat ve bilirkişi incelemesi sonucunda davalının ödemesi gereken bedelin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda artırılmak üzere şimdilik 200,000 TL’nin fahiş vade farkları için ödemelerin yapıldığı tarihten itibaren isleyecek ticari faizi ile prim alacakları için ve diğer zararlar için hakkediş tarihinden itibaren işleyecek ticari faizi ile birlikte tahsiline, yargılama giderleri ile vekalet ücretinin davalıya yükletilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı vekili cevap dilekçesi ile, davacının 02.09.2004 tarihli bayilik sözleşmesi ile davalının yetkili bayisi olarak ticari faaliyete başladığını, huzurda görülen davada faize ilişkin tüm şartların daha en başından taraflar arasında karşılıklı mutabık kalınarak imzalanan bayilik sözleşmesi ile belirlenmiş oranlar olduğunu, davacının temerrüt halinde uygulanacak faiz orunlarının sanki sonradan davalının tek taraflı iradesi ile uygulandığı izlenimi vermekte olduğunu, davacının bayilik sözleşmesi imzalandığı sırada ayrıca bir taahhütname imzaladığını ve satımdan kaynaklı mal bedellerinin zamanında ödenmemesi halinde aylık %6,5 oranında vade farkı ödeyeceğini taahhüt eniğini, davacının dosyaya sunduğu … Bayilik Sözleşmesinin bayilik ilişkisi sürdüğü sırada sonradan imzalanarak yürürlüğe girdiğini, davacının da davalı gibi tacir olduğunu, bayilik sözleşmesi imzaladığını, davacının yıllar içinde kendisine düzenlenen vade farkı faturalarının yasal süresinde hiçbir itirazı bulunmadan kabul ettiğini ve bu faturaların karşılığını ödediğini, davacı ile davalı arasındaki ticari faaliyetin 2013 yılında sonlanmış olduğunu, aradan 3 yıl geçtikten sonra açılan işbu davada davacının kötüniyetle hareket ettiğini, davacının, davalının hakim şirket, kendilerinin ise çok güçsüz şirket olduğu nitelendirmesinde bulunarak sözleşmeyi imzalamak zorunda kaldıklarını iddia etmekte olduğunu, davacının kötüniyetli olarak sözüne ettiği hakim şirket kavramının dava konusu ile hiçbir ilgisi olmadığını, davacıya 10 adet alt bayi yapması ile ilgili bir zorunluluk getirilmediğini, davalının bayilik yapılanması gereği piyasaya arz edilecek tüm malların satışını davacının statüsündeki ana bayileri üzerinden yapmakta olduğunu, satılan malların bedellerinin davalıya ana bayiler tarafından ödenmekte olduğunu, alt bayilerin borçlarının davacıya yıkılmış olmasının söz konusu olmadığını, davacının kendisine bağlı olarak yapmış olduğu alt bayilerini piyasadan kendisi bulduğunu ve seçtiğini, basiretli bir tacir gibi davranarak alt bayi statüsüne sahip olacak nitelikte bayiler bulması gerektiğini, davacıya 400.000 TL’lik fazladan mal aldırılmasının söz konusu olmadığını, birbirinden bağımsız iki ayrı tüzel kişi tacirin birbiri ile yaptıkları mal alım satımına dayanan ticaret söz konusu olduğunu, zorla aldırılma kavramının davacı tarafından açıklanmaya muhtaç olduğunu, sözleşmenin feshinden sonra teminatların davacıya geri verilmesi için tek şartın bayının davalıya olan borçlarının tamamını ödemiş olması olduğunu, teminat amacıyla verilen ipoteklerin fekkinin de bu kapsamda borcun sona ermesi ile mümkün olabileceğini, davacının borçlarını ödemek amacıyla başka bir kredi kuruluşundan kredi kullanmasının davalıya ne şekilde bir kusur yükleyeceğinin davacının izahına muhtaç olduğunu, davacıya ödenmeyen herhangi bir ciro primi bulunmadığını, davacının hak etmiş olduğu tüm ciro primlerinin kendisine ödendiğini, hiçbir somut ve belge ve bilgiye dayanmayan taleplerinin reddinin gerektiğini belirterek davanın reddine, karar verilmesini talep etmiştir.
İLK DERECE MAHKEMESİ KARARININ ÖZETİ: İlk Derece Mahkemesi 02/07/2019 tarih ve 2016/383 Esas – 2019/844 Karar sayılı kararında; “…Mahkememizce yapılan yargılama, toplanan deliller ve bilirkişilerden alınan denetime el verişli rapor içeriklerine göre; taraflar arasında 01/01/2008 tarihinde ‘… Bayilik Sözleşmesi 3 ” isimli bayilik sözleşmesi imzalandığı buna göre …’ın marka ürünlerinin satın alınıp tüketiciye satılması ve pazarlanması şeklinde tarafların anlaştıkları, sözleşmenin yapıldığı tarihten itibaren üç yıl süre içinde geçerli olduğu, tespit edilen uyuşmazlığa göre sözleşmenin ilgili hükümlerine göre; vadeyi geçen ödemelere aylık %4 artı kdv vade farklı uygulanacağı, protesto olan çek ve senetlere aylık %4,5 artı kdv vade farkı uygulanacağı, davacının bayilik koşullarını yerine getirdiğinde ve yıllık hedeflerini tutturduğunda yapılandırma primlerini almaya hak kazanacağı, kombi ve panel radyetör hedefinin yakalanması halinde ise yıllık cirodan %1 hak talep edebileceği, ciro priminin kullanılmaya başlanıldığında cari hesap bakiyesi ve protestolu evraklardan doğan borçlraın kapatılmış olması ayrıca risk limit aşımlarının mevcut bulunmaması gerekli olduğu, davalının en geç bir ay içerisinde ciro prim hak ediş alımını tamamlamak zorunda bulunduğunu sözleşme kapsamında anlaşılmıştır. Davacı 18/04/2008 tarihinde bu sözleşmeye göre belirlenen hedefi tutturmuş, aylık alım tablosu dosyaya sunulmuş ve yıl sonu itibariyle alınan kombi ve panel radyetör sayısı ile hedeflere ulaşıldığı belirlenmiştir. Davacı 2010 ve 2011 yıllarına ait prim alacağına ilişkin ve hedefin tutulduğuna dair herhangi bir delil sunmamıştır. Yanı prim hak ediş şartları oluşup oluşmadığı ve bu döneme ait mal alımı yapıp yapmadığı belirlenememiştir. Mahkememizce hükme esas alınan dosya kapsamı ve bilirkişi heyet raporuna göre her iki tarafın tacir olması ve sözleşme kapsamıyla işin ticari iş olması nedeniyle yanlar arasındaki sözleşme serbestlisi çerçevesinde davacının fahiş bulunmayan vade farklarının istirdatını talep edemeyeceği, davacının davalı yana verdiği ipoteklerin içeriğinde hangi borç için verildiğinin yazmadığı, taraflar arasındaki sözleşmenin gereği olarak ipotek rehin benzeri teminatların bayilik sözleşmesi imzalanırken verilmesinin beklenebileceği ve ticari işin devamına engel olmadığı, keza tarafların incelenen ticari defter ve kayıtlarında vade farkı tutarının hesaplanmasına göre davalının düzenlediği vade farkı faturalarının birbiriyle uyumlu olduğu, davacının prim alacağına ilişkin sunulan sözleşme hükümleri dahilinde prim alacağının bulunmadığı değerlendirildiğinde davacının davasının reddine karar verilerek aşağıdaki şekilde hüküm oluşturulmuştur. …”gerekçesi ile, Davanın reddine karar verilmiş ve karara karşı davacı vekili tarafından istinaf başvurusunda bulunulmuştur.
İLERİ SÜRÜLEN İSTİNAF SEBEPLERİ: Davacı vekili istinaf dilekçesi ile, Yerel mahkeme kararının usul ve yasaya aykırı olduğunu, Öncelikli olarak bilirkişilerin hukuki görüş belirterek davanın esası hakkında beyanda bulunmasının yasak olduğunu, bilirkişilerin mahkemenin yerine geçerek davada kimin haklı kimin haksız olduğu yönünde bir görüş beyan edemeyeceğini, Mahkemenin de bilirkişilerin bu görüşlerine itibar etmeden yasal mevzuat , Yargıtay içtihatları ve MK. 2 maddesi uyarınca hakkaniyete uygun bir karar vermesi gerekmekte iken aynı hukuki görüş doğrultusunda karar vermesi usul ve yasaya aykırı olduğunu, Zira bilirkişiler sözleşme serbestisi olduğunu, “davacının basiretli tacir gibi davranmamıştır” şeklinde özetlenebilecek klişe ifadeleri ile davalı … A.Ş lehine yorum yaptıklarını, Örneğin 2007 yılında ticari işlerde temerrüt faizi %29 2008 yılında %27 olarak belirlendiği, 2009 yılında ise %19 a düşürülmesine, 2010 ,2011,2012 yıllarında %13 lere kadar düşmesine rağmen (yaklaşık %50 oranında bir düşüş) 2008-2012 yılları arasında müvekkili firmaya neden hep aylık % 4.50 yıllık %54 faiz oranı uygulandığını sorgulama gereği duymadıklarını, Medeni Kanunun 2. Maddesinde ”herkes haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz ” dendiğini, Ticari işlerde faiz belirlenirken bu temel hukuk kuralına da uyulması gerektiği konusunda tereddüt olması gerektiğini, yerel mahkemenin sayılan temel ilkeleri gözetmeden haksız olarak davanın reddine karar verdiğini, Ticaret Kanunu m.8 de ticari işlerde faizin serbestçe belirleneceği belirtilmiş iken 9. Maddesinde ise “Ticari işlerde kanuni, anapara ve temerrüt faizi hakkında ilgili mevzuat hükümleri uygulanır” diyerek 8. Maddeye istisna getirildiğini, ilgili mevzuat olarak Türk Borçlar Kanunun faize ilişkin hükümlerinin (TBK m. 88 m.120) de olduğu tartışmasız olduğunu, zira bu maddelerin gerekçesinde faiz oranına ilişkin getirilen sınırlamalarla uygulamada örnekleri sıkça görülen olağanüstü faiz oranları karşısında borçluların korunmasının amaçlandığı açıkça belirtilmekte olduğunu, TBK m. 88 ve 120 hükümlerinin uygulanmasında kişi bakımından herhangi bir farklılık gözetilmediğinden tacirlerin de aşırı faize karşı korunması gerekmekte ve anılan hükümler tacirlerin ticari işleri bakımından da emredici nitelik taşımakta olduğunu, TK m.8 ‘in mutlak olarak uygulanamayacağı, hem belirtilen m.88 ve 120. madde gerekçelerinden hem de Medeni Kanunun 2. maddesinden açıkça anlaşılmakta olduğunu, Nitekim Yargıtay 13. Hukuk Dairesi faize ilişkin sınırlayıcı hükümlerin ticari işler bakımından da emredici nitelikte olduğunu açıkça belirttiğini, 13 HD.nin21.11.2012 tarih ve 2012/17865 esas2012/26319 karar sayılı içtihatında ”Faiz (anapara faizi) ödeme borcunda uygulanacak yıllık faiz oranı sözleşmede kararlaştırılmışsa buna itibar edilecektir. Burada bir sınır getirilmiştir. Sözleşme ile kararlaştırılacak yıllık faiz oranı birinci fıkra uyarınca belirlenen (yani 3095 Sayılı Kanuna göre belirlenen) yıllık faiz oranını %50 fazlasını geçemez. Burada emredici hukuk kuralı devreye girmektedir.(TBK 88/2) TBK da ‘temerrüt faizi’ başlıklı düzenlemede de (TBK m.120) şu şekilde bir çözüme gidilmiştir. Uygulanacak yıllık temerrüt faiz oranı sözleşmede kararlaştırılmamışsa, faiz borcunun doğduğu tarihte yürürlükte olan mevzuat hükümlerine göre belirlenir. ( TBK 120/1 atfıyla 3095 Sayılı Yasa m.2) Sözleşmede kararlaştırılmışsa bu oran birinci fıkra uyarınca belirlenen yıllık faiz oranının yüzde yüz fazlasını aşamaz. Adi faizlerde iki katını, ticari işlerde avans faizinin iki katını aşamayacaktır.” dendiğini, Yüksek faizin ekonomik büyümenin en büyük düşmanı olduğu ekonomi biliminin temel tespiti olduğunu, bu tespit hem ekonomistler hem siyasetçiler tarafından hemen hergün yüksek sesle dile getirilmekte olduğunu, Kanun koyucu da bu nedenle faiz oranlarına üst sınır getirmek suretiyle aşırı yüksek faizden tacirler dahil herkesi korumak ihtiyacı hissettiğini, davalı firma ise avans faiz oranlarının %15 ler civarında olduğu 2009,2010,2011,2012 yıllarında müvekkili firmaya bu oranın üç katından fazla temerrüt faizi uyguladığını, Davalı şirketin hakim firma sayılamayacağı yönündeki gerekçeler de tamamen geçersiz olduğunu, zira davalı şirketi tarif ederken kullanılan hakim şirket terimi, soğutma ve ısıtma sektöründe ülke çapında faaliyet gösteren,ihracat yapan ve büyük bir firma olan davalı … A.Ş. karşısında müvekkili şirketin bayi olarak durumunu, konumunu anlatmak, vurgulamak için kullanıldığını, müvekkili şirket ise İstanbul Esenyurt ilçesinde ev ve dairelere ısınma tesisatını kuran küçük bir firma olduğunu, … A.Ş.nin büyük balık müvekkili şirketin ise küçük balık olduğu hususunun ortada olduğunu, burada davalının, şartları dayatma konumunun güçlü olduğu bir ticari işletme olduğu açık olduğunu, bayi veya acentelerin bağlı oldukları hakim firmaya karşı söz sahibi olamadıkları, hakim firmaya tabi oldukları, getirilen şartları kabul etmek zorunda kaldıkları ülkemizin bilinen ticari gerçeklerinden olduğunu, bayi sözleşmelerinin tamamı bütün bayiler için tek tip ve matbu olup üzerinde müzakere edilmesi mümkün olmadığını, ticari faaliyetini sürdürmek zorunda olan bayi ve acenteler bu ağır şartlara boyun eğmek zorunda kaldıklarını, müvekkili şirket de yıllar boyu buna boyun eğmiş, elde ettiği karı davalı şirkete fahiş faiz , vade farkı olarak ödemek zorunda kaldığını, avans faiz oranlarının 3 katından fazla uygulanan temerrüt faizleri yüzünden ticari varlığı sona erme noktasına gelen müvekkil şirket davalı ile olan ticari ilişkisini sonlandırmak zorunda kaldığını, Mahkemenin ülkemiz gerçekliğini hiç dikkate almadan durmadan sözleşme serbestisi var, sözleşmeyi imzalamasaydı, basiretli tacir gibi davransaydı şeklindeki görüşleri kendine dayanak yaptığını, oysa hukuk devleti hem bireysel hem ticari açıdan güç ve iktidarın değil mağdurların hak ve hukukunun korunmasını da ifade ettiğini, aksi halde orada adaletten söz edilemeyeceğini, adaletin devletin temeli olduğunu, zaten bunun için devlet yukarıda sıralanan sınırlamaları koymakta olduğunu, bu nedenle bütün bunlar görmezden gelinerek mevzatın davalı şirket lehine yorumlanması hukuka ve hakkaniyete aykırı olduğunu, Dava ile ilgili olarak Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatları da bu yönde olduğunu, gerek mevzuatın gerekse Yargıtay İçtihatlarının davalı gibi şartları dayatma konumunun güçlü olduğu ticari işletmelere karşı küçük işletmeleri, KOBİleri, bayi ve acenteleri koruma yönünde olduğunu, yerel mahkemenin bu hususları da hiçbir şekilde gözetmediğini, İleri sürerek istinaf başvurusunun kabulü ile, ilk derece mahkemesi kararının istinaf incelemesi sonucunda kaldırılmasına, davanın kabulüne karar verilmesini talep etmiştir.
İSTİNAF SEBEPLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ: HMK’nın 355. maddesine göre istinaf incelemesi; istinaf dilekçesinde belirtilen sebeplerle sınırlı olarak ve kamu düzenine aykırılık görüldüğü takdirde ise resen gözetilmek suretiyle yapılmıştır. Dava, davacının davalıya ödemek zorunda kaldığı vade farkı bedelleri, davalının davacıya ödemesi gereken prim bedelleri ve davalının haksız uygulamaları nedeniyle uğrattığı zararlara ilişkin alacak davasıdır. Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş ve karara karşı davacı vekili tarafından istinaf başvurusunda bulunulmuştur. Davacı bayi ile davalı … arasında YETKİLİ SATICI-SATIŞ PROTOKOLÜ başlıklı 02/09/2004 tarihli 1 yıl süreli bayilik sözleşmesi, 01/01/2008 tarihinde 3 yıl süreli … BAYİLİK SÖZLEŞMESİ başlıklı sözleşme, 01/01/2008 tarihinden 30/06/2008 tarihine kadar geçerli, … ÖZEL STATÜLÜ TAAHHÜTÇÜ SATIŞ SÖZLEŞMESİ başlıklı sözleşme, 01/01/2009 tarihinde 3 yıl süreli … BAYİLİK SÖZLEŞMESİ başlıklı sözleşmelerin imzalandığı anlaşılmıştır. 6098 Sayılı TBK. 26 (818 Sayılı BK. 19 ) madde hükmünde tarafların, bir sözleşmenin içeriğini kanunda öngörülen sınırlar içerisinde özgürce belirleyecekleri düzenlenmiş olup tarafların tacir olup sözleşme hükümlerini kendi iradeleri ile belirledikleri ve sözleşmenin altını imzaladıkları ve imzaya yönelik itiraz olmadığı anlaşılmıştır. Davacı ile davalı … arasında imzalanan … ÖZEL STATÜLÜ TAAHHÜTÇÜ SATIŞ SÖZLEŞMESİ ve … BAYİLİK SÖZLEŞMESİ başlıklı sözleşmelerde vadeyi geçen ödemelerde aylık %4+KDV vade farkının uygulanacağı, protesto olan çek ve senetlere aylık %4,5 +KDV vade farkının uygulanacağı düzenlenmiştir. Türk Ticaret Kanunu ve 3095 sayılı Kanun’da ticari işlerde akdi faizi sınırlayacak bir hüküm bulunmamaktadır. 6102 Sayılı TTK’nın 8. ve 9. maddelerinin gerekçesinde; ticarî işlerde faiz oranının serbestçe tayin olunacağının Türk Ticaret Kanununda temel bir ilke olarak yer alması gerektiği, ticarî işlerde temel bir kanun olarak Türk Ticaret Kanununun konunun düzenlenmesi gereken yer olduğu, ayrıca bir kanunun sadece kendi kapsamındaki konuları düzenlemesi, bunlara ilişkin hüküm koyması gerektiği, bu sebeple hükmün 6762 sayılı Kanunda olduğu gibi ticarî işlere özgülendiği, 6762 sayılı Kanunda kullanılan “tayin olunabilir” ibaresinin ilke ile bağdaşmayan gereksiz bir esnekliğe yer verdiği, ilkenin tam olarak öngörülebilmesi için kesin bir ifade kullanılması gerektiğinden “belirlenir” şeklinde düzeltildiği vurgulanmıştır. Tarafların tacir olduğu hususunda bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. 01/07/2012 tarihinde yürürlüğe giren 6102 sayılı TTK’nın 8/1. maddesinde ticari işlerde faiz oranının serbestçe belirleneceği hükmüne aynı maddenin 3. fıkrasında tüketicinin korunmasına ilişkin hükümlerin saklı tutulacağına ilişkin bir istisna getirilmiş ise de başkaca bir istisna bulunmamaktadır. Aynı Kanunun 9. maddesinde, ticari işlerde kanuni, anapara ile temerrüt faizi hakkında ilgili mevzuat hükümlerinin uygulanacağı hükme bağlanmıştır. Anılan yasa hükmünde sözü edilen ilgili mevzuatın 3095 sayılı yasa hükümleri olduğunun, akdi faiz oranı yönünden bir sınırlama getirmediğinin ve 6102 sayılı TTK’nın 8. ve 9. maddelerinin ticari işler bakımından özel hüküm niteliğinde olup ticari işlerde bu hükümlerin uygulanması gerektiğinin, başka bir anlatımla 6098 sayılı TBK’nın 88. ve 120. maddeleri hükümlerinin ticari işlerde uygulanamayacağının kabulü gerekir. Mahkemece alınan bilirkişi raporunda, sözleşmeye uygun olarak yapılan vade farkı hesaplamasına göre davalı tarafından vade farkı alındığı ve bu hesaplamanın davalının düzenlediği vade farkı faturaları ile de uyumlu olduğu belirtilmiş olup davacının vade farkına ilişkin alacak talebinin yerinde olmadığı anlaşılmıştır. (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2013/2249 Esas- 2015/1362 Karar sayılı kararı da benzer mahiyettedir.) Mahkemece alınan bilirkişi raporunda davacı tarafın ticari defterlerini zayi olduğu ve zayi belgesi almak için müracatta bulunulacağı beyan edildiğinden davacı ticari defter ve kayıtlarının incelenemediği ve davalının ticari defter ve kayıtlarının incelendiği, taraflar arasında düzenlenen sözleşmelerde prim alacağına ilişkin şartların düzenlendiği, dosyaya sunulan belgeler ve davalı tarafın defter ve kayıtları ile sözleşme hükümleri birlikte değerlendirildiğinde davacı tarafın prim alacağının olmadığı belirtilmiş olup aksi yönde davacı tarafça kayıt ve belge sunulmadığından bu alacak talebinin yerinde olmadığı anlaşılmıştır. Somut olayda, taraflar tacir olup taraflar arasındaki sözleşmenin 02/09/2004 tarihinden itibaren yenilenerek devam ettiği ve sözleşmelerin sözleşme serbestisi ilkesi gereği düzenlenip çekince konulmadan imzalandığı gözetildiğinde davacı vekilinin Davalı şirketin hakim firma olarak davacı aleyhine ve kendi lehine sözleşmelerde düzenlemeler konulduğuna yönelik istinaf sebepleri yerinde görülmemiştir. HMK 282 maddesinde “Hakim bilirkişinin oy ve görüşünü diğer delillerle birlikte serbestçe değerlendirir, şeklinde yasal olarak düzenlenmiş olup, bilirkişi raporunun hukuki değerlendirilmesi de mahkemeye aittir.Bilirkişi raporunda bilirkişilerin görev alanı içindeki uzmanlık alanlarına ilişkin değerlendirme ve tespitlerinde aykırılık bulunmamaktadır. Uyuşmazlığın çözümünde teknik hususlar dışındaki hukuki konuların hakim tarafından değerlendirileceği de tartışmasızdır. Sözleşme hükümlerinin mevzuata göre değerlendirilmesi de hukuki bir konudur. HMK 282 maddesindeki yasal düzenleme ile ilk derece mahkemesince gerekçesi yazılmak suretiyle hüküm kurulduğu da dikkate alındığında, davacı vekilinin bilirkişi raporundaki hukuki görüş doğrultusunda mahkemenin karar verdiğine yönelik istinaf sebebi yerinde görülmemiştir. İlk Derece Mahkemesince sunulan deliller, bilirkişi rapor içeriğindeki tespitler ile taraflar arasında düzenlenen sözleşmelerde ihtilaf halinde davalı …’ın defter ve kayıtlarının geçerli olacağının kararlaştırılmış bulunduğunun belirtilmesine ve davacı tarafça davalıya ait defter kayıtlarındaki bilgilerin aksini ispatlayacak geçerli bir delilin de sunulmadığının anlaşılmasına göre (Yargıtay 11 HD.nin 2006/13714 Esas, 2008/1569 Karar sayılı ilamı da benzer mahiyettedir.), mahkeme kararının gerekçesinde yasa ve usule aykırılık bulunmadığı gibi kamu düzenine aykırılık da görülmediğinden, mahkemenin kabul ve gerekçesine göre davacı vekilinin aksi yöndeki istinaf sebepleri yerinde görülmemiştir. Sonuç itibariyle, dosya kapsamındaki yazı, belge ve bilgilere, yasaya uygun gerektirici nedenlere, ilk derece mahkemesi kararının gerekçesinde dayanılan delillerle, delillerin tartışılması sonucu maddi olay ve hukuki değerlendirmede usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına; incelemenin istinaf dilekçesinde belirtilen sebeplerle sınırlı olarak yapılıp, kamu düzenine herhangi bir aykırılığın da bulunmamasına göre davacı vekilinin tüm istinaf sebepleri yerinde görülmediğinden, davacı vekilinin istinaf başvurusunun HMK’nın 353/1-b1 maddesi gereğince esastan reddine karar verilmesi gerektiği kanaatine varılarak aşağıdaki hüküm kurulmuştur.
HÜKÜM: Yukarıda açıklanan nedenlerle; 1-Davacının istinaf başvurusunun 6100 sayılı HMK’nın 353/1-b1 maddesi gereğince ESASTAN REDDİNE, 2-Harçlar Kanunu gereğince istinaf eden tarafından yatırılan 121,30.TL istinaf kanun yoluna başvurma harcının hazineye gelir kaydına, 3-Karar tarihi itibariyle Harçlar Kanunu gereğince alınması gereken 80,70.TL istinaf karar harcından, istinaf eden tarafından peşin olarak yatırılan 44,40.TL harcın mahsubu ile bakiye 36,30.TL’nin davacıdan tahsili ile hazineye gelir kaydına, 4-İstinaf yargılama giderlerinin istinaf eden üzerinde bırakılmasına, 5-Karar kesinleştiğinde ve talep halinde artan gider avansı varsa avansı yatıran tarafa iadesine, Dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda HMK’ nın 361/1. maddesi gereğince kararın taraflara tebliğ tarihinden itibaren iki hafta içerisinde Yargıtay’ da temyiz yolu açık olmak üzere 19/01/2022 tarihinde oy birliği ile karar verildi.