Emsal Mahkeme Kararı İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 13. Hukuk Dairesi 2019/1081 E. 2021/472 K. 01.04.2021 T.

Görüntülediğiniz mahkeme kararı kesinleşmiş bir karardır.

T.C.
İSTANBUL
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
13. HUKUK DAİRESİ
DOSYA NO: 2019/1081
KARAR NO: 2021/472
T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
B Ö L G E A D L İ Y E M A H K E M E S İ K A R A R I
İNCELENEN KARARI VEREN
MAHKEME: İSTANBUL 13. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ
TARİHİ: 20/12/2018
DOSYA NUMARASI: 2017/760 Esas – 2018/1202 Karar
DAVA: Ticari Şirket
KARAR TARİHİ: 01/04/2021
İlk Derece Mahkemesinde yapılan inceleme sonucunda verilen karara karşı istinaf kanun yoluna başvurulmuş olmakla dava dosyası incelendi:
TARAFLARIN İDDİA VE SAVUNMASININ ÖZETİ: Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; Davalı … A.Ş.’nin ilk başta bir limited ortaklık olarak kurulmakla birlikte, devam eden süreçte tür değiştirmek suretiyle anonim ortaklığa dönüşen plastik hammaddesinden her türlü mamul ve aksamın imali, alımı, satımı, ithali ve ihracatı olmak üzere, buna dayalı faaliyetleri işletme konusu olarak belirleyen “aile tipi” bir sermaye ortaklığı olduğunu, Ciro hacmi ve yıllık üretim kapasitesi oldukça yüksek seviyelerde seyreden davalı şirketin, 1992 yılından bu yana … markalı ürünleriyle Türkiye dışında çok sayıda ülkede hizmet verdiğini, bununla birlikte, işbu dava tarihi itibarıyla hâlihazırda 20.000.000 TL esas sermayesi bulunan davalı … A.Ş.’nin kuruluşundan bu yana değişen sermaye ve ortaklık yapısı dikkate alındığında, davacı şirketin 3.200.000 TL sermaye payı karşılığında 3.200.000 adet paya sahip olup, davalı şirkette % 16 oranında paya sahip azınlık pay sahibi statüsünde olduğunu, İş bu davanın konusu haklı sebep ile fesih olup bu kapsamda; çoğunluk pay sahiplerinin gücünü sürekli ve sistematik olarak davacı vekiledeni şirket aleyhine kötüye kullandıklarını, bu doğrultuda kar payı ve rüçhan hakkının ağır şekilde ihlal edildiğini bu konuda kar payı alacağının davacı şirketten tahsili için terditli olarak İstanbul 3 Asliye Ticaret Mahkesinin 2016/286 Esas sayılı dosyası ile dava açıldığını ve derdest olduğunu, rüçhan hakkının yasaya ve dürüstlük kuralına aykırı genel kurul ve yönetim kurulu kararıyla kısıtlandığını, 06/02/2017 tarihli genel kurul toplantısında esas sözleşmenin değiştirilerek sermayenin artırılmasına ilişkin verilen karar yönünden İstanbul 18 Asliye Ticaret Mahkemesi nezdinde 2012/203 Esas sayılı dosya ile dava açıldığını, ancak genel kurul kararı tescil ettirilmediğinden davanın konusuz kaldığını, keza 2016 yılı olağan genel kurul toplantısı gündeminde yine sermaye artılmasına dair gündem maddesinin iptali için İstanbul 11 Asliye Ticaret Mahkesinin 2017/475 Esas sayılı dava dosyası ile dava açıldığını, genel kurur kararlarının mutlak butlan sebebiyle iptalinin istendiğini ve davanın derdest olduğunu, çoğunluk pay sahiplerine rüçhan haklarının önceden kullandırıldığını ve bu aşamada kanuna aykırı tutumun ısrarla sürdürüldüğünü, rüçhan hakkının kullanılması noktasında yönetim kurulunun kararının geçersizliğinin tespiti için de İstanbul 11 Asliye Ticaret Mahkemesinin 2017/621 Esas sayılı dosyası ile dava açıldığını ve davanın derdest olduğunu, davalı şirketin sermaye artırım serüveninin bununla da sınırlı kalmadığını, 24/08/2017 tarihli toplantıda ilan edilen esas sözleşme değişikliği ile sermaye artırım kararı alındığını, tüm bu hususların mal varlığı haklarının geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde ihlali tahtında pay sahipleri arasındaki eşit işlem ilkesine aykırı davranış olduğunu,Toplantılara katılma, oy, bilgi alma ve inceleme ile özel denetçi talep etme haklarının telafisi mümkün olmayacak şekilde ihlal edildiğini, nitekim 2015 yılı olağan genel kurul toplantısında alınan tüm genel kurul kararlarının hükümsüzlüğü tahtında İstanbul 13 ATM nin 2016/857 Esas sayılı dosyasında görülen davanın kabulüne karar verildiğini, dosyasının istinaf aşamasında olduğunu, 2017 yılı olağan genel kurul toplantıları yapılmadan vekiledenini bilgi alma hakkını kullandığını ancak genel kurul toplantısı öncesi ve sonrasındada talep edilen bilgi ve belgelerin verilmediğini, özel denetçi atanması taleplerinin reddedildiğini, Pay sahipleri arasında kişisel husumetin mevcut olduğunu ve bunun şirketin işleyişine olumsuz etkisi bulunduğunu, ortaklar arasında bağların ve güven ilişkisinin yok olma derecesine geldiğini, çoğunluk pay sahipleri tarafından şirketin kötü yönetildiğini, işçi sayısında ciddi azalma olduğunu, sürekli şekilde nakit ve kaynak sıkıntısı içinde bulunduğunu, kredi kuruluşları nezdinde güvenirliliğini kaybettiğini, mali açıdan sürekli dar boğazda olduğunu, 2016 yılında şirketin ciddi gümrük cezasına çarptırıldığını, çoğunluk pay sahiplerinin davalı şirket malvarlığını, kendi kişisel malvarlıkları gibi kullandıklarını, davalı şirket fabrikalarının başka yerlere taşındığını, bu hususların TTK 408/II-f hükmü bağlamında önemli miktarda şirket malvarlığının toptan satışı görünümünde olduğunu, kar payı dağıtılmamasına karşılık çoğunluk pay sahibi yöneticilerin yüksek tutarda gelir elde ettiklerini, şirketin yüksek tutarda zararı açıklanmış olmasına rağmen yönetim kurulu üyelerinin ibra edilmesi ve davalı şirketin sorumluluk davası açma hakkının bilinçli olarak ortadan kaldırılması ve yönetim kurulu üyelerine TK 395-396 madde hükümleri gereğince izin verilmesinin dürüstlük kuralına aykırı olduğunu, esas sözleşme değişikliklerinin usulsüz ve sakat olduğunu, tüm bu hususlarla ilgili iptal ve/veya butlan davaları açılmasına rağmen davalı şirketin tutumunu değiştirmediğini, hukuka aykırık zincirinin ısrarla ve bilinçli olarak devam ettirileceği yönünde kesin neticeye ulaşıldığını, bu durumun ise TTK madde 531 hükmü kapsamında hukuken himaye edilemeceğini belirterek, davalı şirketin haklı sebeple feshine, aksi halde vekiledeninin şirketten ayrılma bedeli ödenerek çıkarılmasına, ya da mahkemece uygun bir çözüme hükmedilmesine, davalının kötü niyetle veya muavazalı işlemler yapmasını engellemek amacıyla aktiflerin devrini önyecek şekilde ihtiyati tedbir kararı verilmesine, bu kapsamda HMK 400 madde uyarınca delil tespiti yapılmasına karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı vekili cevap dilekçesinde; 6103 s. Kanun m. 2/c gereğince, TTK’nın yürürlüğe girdiği tarihten sonra meydana gelen olaylara TTK hükümlerinin uygulanacağını, anonim ortaklığın haklı sebeple feshi davasının, ancak TTK’nın yürürlüğe girdiği tarihten sonra meydana gelen hukuki olgulara dayalı olarak açılması gereğinden davacı tarafın iddialarının buna göre ayrıştırılması gerektiğini, davacının davasına sözde haklı neden olarak ileri sürdüğü iddialarındaki ve 2016 yılından bu yana yaşanan süreçte en büyük kusurun kendisinde olduğu gerçeğinin tüm somut veriler yanında mahkeme kararlarıyla da sabit olduğunu, kimsenin kendi hukuka aykırı fiiline dayanarak hak iddia edemeyeceğini düzenleyen MK m. 2 uyarınca kusurlu pay sahibinin ortaklığın haklı sebeple feshini dava etme hakkının bulunmadığını, TTK m. 531 gerekçesinde, azınlık hakkı olarak nitelendirilen fesih davasının daha ziyade engelleyici/önleyici etki anlayışı üzerine kurulu olduğunu, fesih davasının en son çare ve ikincil bir dava olduğunu, davacının kötü niyetli olarak “sürekli ve sistematik” bir şekilde, işbu davaya gerekçe arama gayreti ile, vekil edeni şirket aleyhine bir takım haksız davalar ikame ettiğini ve dilekçelerine delil olarak sundukları davaların bu güne kadar çıkan kararlardan birisi hariç tamamını kaybettiklerini, şirket yönetim kurulunda görev alan tek hissedarın … olduğunu, şirket Yönetim Kurulunun diğer iki üyesinin profesyonel yöneticiler olduğunu, yönetim kurulu çoğunlukla karar aldığından, hissedar yönetim kurulu üyesi …’ın hiç bir şartta şirketi tek başına alacağı kararla yönetmesinin mümkün olmadığını, iş bu fiili gerçeklikte, davacı iddialarının bir anlamı ve değeri olmadığının ticaret sicil kayıtlarıyla da ortada olduğunu, …’ın halen … Topluluğu bünyesinde yer aldığını, … Topluluğu şirketlerinin prensip olarak yıllık kar dağıtımını değil, şirketleri büyütmeyi ve belli bir büyüklüğe gelince tamamen veya kısmen satmayı ya da halka açmayı hedeflediğini, aynı mantık ve amaçla geliştirilip güçlendirilen (… Topluluğu içerisinde yer alan … ve … ailelerine ait) … Gıda A.Ş. 1995 yılında, … A.Ş. ile … A.Ş. ise 2002 yılında yabancı yatırımcılara satılarak ortaklarına büyük rakamlarda kazanç sağladığını, davacı şirket kurucusu ve ortaklarının babası olan …’ın belirleyici olduğu iş bu politika prensipleri ile çalışan davacı şirket ve davacı şirket hissedarlarının sahibi olduğu … AŞ. ‘nin de hiçbir zaman kâr dağıtımı yapmadığını, yaşanan global dünya krizi yanında ülkede yaşanan sorunlar içerisinde, vekiledeni ile aynı alanında iş yapan bir çok şirketin batması, iflas etmesi gerçeğinde vekiledeni şirketin halihazırda bulunduğu durumun davacı haricindeki hissedarların özverisi yanında ne denli doğru yönetildiğinin de ispatı olduğunu, davacı tarafından kâr dağıtımı yapılması istenen 2015 yılında vekiledeni şirketin yaklaşık 12 milyon TL net zarar elde ettiğini, buna karşın davacının kâr dağıtımı için ısrar etmesinin mali, hukuki ve fiili şartlarının da anlaşılamadığını, sermaye artışının amacının hiç bir zaman ve şartta davacı şirketin %16 olan hisselerini azaltmak olmadığını, matematiksel olarak kolayca hesaplanabileceği üzere, davacı şirket olarak sermaye artışının nakdi kısmına katılmasalar ve davalı şirketin diğer pay sahipleri rüçhan haklarını tam kullansalar bile davacı şirketin kendilerine ait payların yüzde 10 ‘un altına düşmesinin söz konusu olamayacağını, “Payların sulanması” şeklinde kullanılan ifadenin de hukuki alt yapısı olmadığı gibi, gerçeği de yansıtmadığını, vekiledeni şirket çoğunluk pay sahiplerinin davacı yana karşı güttüğü herhangi bir husumet olmadığı gibi bir tavırlarının da olmadığını, davacı şirket hissedarlarının 2016 yılı Şubat ayından bu yana tüm taleplere rağmen şahsen kendileri de ne diğer ortaklar ne de şirket yönetim kurulu üyelerinin görüşme taleplerini dahi görmezden gelerek, genel kurullara gönderilen vekilleri aracılığı ile önceden hazırlanmış matbu itiraz şerhlerini verdirip, akabinde asılsız ve mesnetsiz iddialar içeren davalar açma yoluna gittiklerini, tüm şahsi mal varlığı ile şirketi destekleyen pay sahiplerinin kötü yönetiminden söz etmenin her şeyden önce hayatın olağan akışına aykırı olduğunu belirterek, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
İLK DERECE MAHKEMESİNİN KARARININ ÖZETİ: İlk Derece Mahkemesi 20/12/2018 tarih ve 2017/760 Esas – 2018/1202 Karar sayılı kararı ile; “….Davacı …’ nin, davalı …’ ta 2015 tarihinde pay sahibi olduğu, haklı sebebin dayanağını oluşturan olayların gerçekleştiği zamanda davacı şirketin pay sahibi olmadığı, ancak davacı şirket pay sahibi olduktan dava açıldığı tarihe kadar da olayların süre geldiği kabul edildiği, ancak …’ nin pay sahiplerinin 2015 den öncede … ve … şirketleri pay sahibi ve yetkilileri olarak ve davalı şirkette pay sahibi olarak 2005 yılından en son 26/05/2014 tarihine kadar her yıl yapılan genel kurullara katıldıkları ve kararlara olumlu oy verdikleri, mevcut tüm şirketlerde hissedar ve yönetici olarak … ve …’ın yer aldığı, dolayısıyla aynı kişiler tarafından yönetilen davacı şirketin pay sahibi olduktan sonra evveliyatta olumlu oy verdiği hususlara haklı sebep olarak dayanmaları çelişkili davranış yasağı ve hakkın kötüye kullanılması teşkil ettiği, zira davacı yanın bu davada temel olarak dayandığı başlangıçtan beri kar dağıtılmaması hususunun daha evvelki tüm genel kurullarda muhalif oy olmaksızın kabul edildiği ve davacının hissedar olduğu, son 2 yılda bunun ileri sürülmesinin çelişkili olduğu, genel kurullarda rüçhan hakkının kısıtlanmasına dair hiçbir kararın alınmadığı, davacı …’ nin sermaye artırımına katılmadığı ve alınan bu kararları dava konusu ettiği, davacı yanın katılım haklarının ihlali bakımından evveliyatta mahkememizin 2016/857 esas sayılı dava dosyasında açılan davanın kabulüne karar verildiği, ancak bu kararın henüz kesinleşmediği, bu davanın kabulünün çoğunluk gücünün kötüye kallanılması olarak değerlendirilemeyeceği, zira davacının diğer genel kurul toplantılarına katılıp haklarını kullandığı, davacı yanın bilgi alma ve inceleme hakkı ile özel denetçi talebi yönünden de birer dava açtığı, bunların kesin olarak reddedildiği, kötü yönetim iddiasının dosyada mevcut bilgi ve belgelere ve davalı şirketin bizzat davacı tarafından da tanımlanan ekonomik durumuna göre ispata mahkum olduğu, davalı şirketin 53.000.000-$ bedel ile Mısırlılara satılacağı ancak yönetim kurulu tarafından bu satışın engellendiği hususununda ispata mahkum olduğu, dolayısıyla haklı sebep olarak ileri sürülen tüm iddiaların haklı sebebe dair çekilmezlik ve süreklilik arzetmediği, davalı şirketin feshine sebep olamayacağı, davacının hakkını, sonuçları haklı sebeple fesih davasına göre daha hafif olan davalar açmak suretiyle koruyabileceği, nitekim bu dava ile birlikte davalı şirket aleyhine dokuz dava açtığı, bu davaların dahi çoğunun kesinleşmesi beklenmeden mahkememize bu kez fesih talepli iş bu davanın açılmasının davanın ikincil niteliğine ters düştüğü, tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde davacı iddialarının, feshi haklı gösterecek nitelikte ve ağırlıkta bulunmadığı, anonim şirkette hissedarlar arasında mevcut davaların özellikle bu gibi aile tipi şirketlerde aile bireyleri arasındaki ilişkinin temelden bozulmuş veya çökmüş olması halinde feshe neden teşkil edebileceği, ancak ilişkilerin bu aşamada olmadığı, ayrıca mevcut duruma göre ve zamanlama açısından bu aşamada davacı paylarının karşılığı ödenerek şirketten çıkarılmasınında yerinde olmayacağı, davacı şirketin denetime tabi şekilde faaliyetlerine devam etmekte olduğu anlışıp kabul edilmekle davanın reddine karar vermek yasal ve yerinde görülmüştür. Bu itibarla; … ” gerekçeleri ile; ” 1-)DAVANIN REDDİNE, … ” karar verilmiş ve verilen karara karşı, davacı vekili tarafından istinaf kanun yoluna başvurulmuştur.
İLERİ SÜRÜLEN İSTİNAF SEBEPLERİ: Davacı vekili istinaf dilekçesinde özetle; İlk derece mahkemesince verilen kararda, haklı sebeple fesih davası ile ilgili genel nitelikteki bir takım açıklamalara yer verilmesinin ardından, dosya kapsamında sunulan hukuki mütalâalardan davalı şirketin sunduğuna, açıkça gerekçesiz bir biçimde üstünlük tanınarak ve bu mütalâa özetlenerek, mütalâa da varılan sonuçlar kopyalanmak suretiyle gerekçesiz bir şekilde davanın reddine karar verildiğini, Bu denli ciddi iddiaların ve bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşıldığında haklı sebepler demetinin bulunduğu vakıalar zincirinin mevcudiyetine rağmen, haklı sebep ya da sebeplerin var olup olmadığı, bir çok iddianın mali konulara ilişkin olmasına rağmen mali bilirkişi incelemesi ya da herhangi bir bilirkişi incelemesi yapılmasına gerek dahi görülmeksizin, doğrudan ve kesin bir ön kanaat ile davanın reddine karar verilmesi ile sonuçlandırıldığını, Ayrıca dava ile birlikte ileri sürdükleri diğer taleplerin (ihtiyari tedbir ve delil tespiti) hiç değerlendirilmediğini, ilk derece mahkemesinin bu kararının, her şeyden önce mahkeme kararlarının gerekçe ihtiva etmesi gerektiği yönündeki Anayasal esaslara, hukukun temel ilkelerine, Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına, yargısal denetime tabi bir karar verme zorunluluğuna ve hak arama özgürlüğüne doğrudan aykırılık teşkil ettiğini, mahkemenin kararında dava dilekçesinde ileri sürülmeyen hususların dahi ret gerekçesi haline getirildiğini, bunun sebebinin davalı şirket tarafından dosyaya sunulan mütalâadan aynen alıntı yapılmış olması olduğunu, bu yönüyle davalı şirketin sunduğu hukuki mütalâanın mahkeme kararının gerekçesi haline getirilmesinin ve bu yönüyle mahkeme kararının gerekçesiz olmasının hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğini, ilk derece mahkemesi tarafından verilen kararda, haklı sebeple fesih davasının maddi hukuk boyutuna ilişkin olarak yer verilen esasların (red gerekçeleri de) hukuken hatalı olduğunu, Haklı sebeple fesih davasının açılabilmesi için tüm hukuki çarelerin tüketilmesi zorunluluğunun hatalı bir yaklaşım olduğunu, Yargıtay kararlarındaki ve doktrindeki baskın kanaatin, son çare olarak fesih davası açılmasını değil, açılmış olan davada feshe karar verilmesini temel aldığını, TTK 531’de zaten haklı sebebin varlığı tespit edildikten sonra, fesih dışındaki diğer alternatif çözümlere hükmedilmesi yönünde mahkemeye geniş bir takdir yetkisi tanındığını, somut uyuşmazlıkta ortaklığın devamının müvekkili için mutlak bir biçimde çekilmez hale geldiğini, böyle bir durumda yıllarca sürebilecek, müvekkilinin çok daha büyük zararlara uğramasına neden olacak yargılamaların sonuçlarının beklenmesinin kanunun amacıyla uyuşmayacağını, zararın daha fazla artmaması için, diğer yollar tüketilmeksizin dava açılması önünde pozitif bir engel olmadığını, işbu dava açılana değin müvekkili şirket tarafından ikame edilen çok sayıda dava mevcut olup, bunların bir çoğunun halihazırda derdest olduğunu, dolayısıyla ilk derece mahkemesi kararında zikredilen özel hukuki olanakların tümünün zaten uzun bir süre önce dava konusu haline getirilmiş olup, anılan davaların sonuçlanması ve kesinleşmesinin beklenmesinin düşünülemeyeceğini, müvekkili şirketin, tüm imkanlarla birlikte haklı sebeple fesih davasının tali ve son çare niteliğini dikkate alarak hareket ettiğinin söylenebileceğini, ilk derece mahkemesinin kararında ret gerekçesi olarak zikrettiği bu durumun bir geçerliliği bulunmadığını, Müvekkili şirket tarafından geçmiş dönemde kâr payı dağıtmama ile ilgili müzakerelerde olumlu oy kullanmış olmasının haklı sebep nitelendirmesi bağlamında bir engel teşkil etmediğini, bu noktada da hatalı bir değerlendirme yapıldığını, bunun sebebinin de ilk derece mahkemesinin gerekçeli kararında davalı şirketin sunduğu hukuki mütalâadan aynen alıntıda bulunulmuş olması olduğunu, haklı sebeple fesih davası açısından pay devri yapılmış olmıs ve müvekkili şirketin pay devri dolayısıyla haklı sebep teşkil eden eylemlere muhatap olmadığı yönündeki gerekçenin hiçbir temeli olmadığını, unvan farklı olsa da haklı sebebe muhatap olan kişilerin akraba olduklarını, davalı şirketin bir aile ortaklığı olup, müvekkili şirketin kontrolünü elinde bulunduran kişilerin şirketin kuruluşundan bu yana davalı şirketin bünyesinde bulunduğunu, huzurdaki dava bağlamında 2015 yılı öncesi ve sonrasının ikiye ayrılarak incelenmesinin kabul edilemeyeceğini, hiçbir şekilde kabul anlamına gelmemek kaydıyla, bir an için aksi kabul edilse dahi bu sefer geçmiş genel kurul toplantılarındaki yaklaşımın da dikkate alınmaması gerektiğini, halbuki bu durumun da ilk derece mahkemesi tarafından tesis edilen gerekçeli kararda kısaca (davalı şirketin sunduğu mütalâanın bir özeti olarak) red gerekçesi haline getirildiğini, bunun çelişkili bir değerlendirme olduğunu, müvekkili şirketin kontrolünü elinde bulunduran pay sahiplerinin, şirketin kuruluşundan bu yana haklı sebep teşkil eden eylemlerin muhatabı olduğunu, Diğer taraftan 2015 yılı sonrasındaki yaklaşımı dikkate alındığında, müvekkili şirketin akrabalık ilişkilerini gözeterek bu duruma zorunluluğun bir sonucu olarak kayıtsız kaldığı ve yaklaşımın değişmesine katlandığını, aradan geçen süre dikkate alındığında, bu kapsamda oy kullanarak bilinçli bir şekilde aksiyon alındığı ve olumsuz iradenin açıkça ortaya konulduğu hususlarının rahatlıkla gözlemlendiğini, geçmişte kağıt üzerinde yapılan genel kurul toplantılarında salt akrabalık ilişkilerinin bozulmaması adına taviz verildiği gerçeğinin gözden kaçırıldığını, davalı … AŞ’nin gündemine kâr payı dağıtımını almadığı mali dönemler açısından salt bilançonun onaylanmasında olumlu oy verilmiş olmasının, kâr payı dağıtımında bulunulmamasına da olumlu oy verildiği anlamına gelmeyeceğini, davalı şirketin önemli bir dönem kâr payı dağıtımını gündemine dahi almadığını, genel kurul toplantılarında haklı sebep değerlendirmesine yol açmayan genel kurul kararları hakkında olumlu oy kullanılmış olması, sonrasında olumsuz oy kullanılmaya başlanması halinde ise, bu durumun çelişkili bir davranış teşkil ettiğinin söylenemeyeceğini, diğer bir deyişle müvekkili şirketin kar dağıtılmamasına rıza gösterdiği/ onay verdiği şeklinde bir değerlendirme yapıldığının söylenemeyeceğini, genel kurul toplantı tutanakları incelendiğinde kâr payı dağıtılmasının gündeme dahi alınmadığı genel kurul toplantıları ile sonrasındaki toplantılarında kullanılan oy şeklinin sürekli olarak olumsuz olduğunun görüleceğini, ilk derece mahkemesince genel kurul tutanaklarının incelemeden yalnızca davalı yanca sunulan mütalaayı kararına doğrudan esas aldığını, Davalı … AŞ lehine sonuçlanan ve halihazırda kesinleşmeyen iki adet mahkeme kararının mevcut olduğunu, müvekkili şirket tarafından açılan ve 2015 yılı olağan genel kurul toplantısında alınan tüm kararların butlanının tespiti/iptali talebiyle ikame edilen davanın kabul edilmiş olup, istinaf aşamasını da tamamladığını, müvekkili şirket tarafından açılan ve henüz kesinleşmeyen kararlardan hareketle huzurdaki dava özelindeki delil durumunun müvekkili şirket aleyhinde olduğunun söylenemeyeceğini, bunun da değerlendirmenin hatalı yapılmasına sebebiyet veren bir diğer esaslı nokta olduğunu, somut uyuşmazlıkta davalı şirketin haklı sebeple feshi için, fesih nedenlerinin gerçekleşmesine rağmen davanın reddine karar verildiğini, davalı tarafça sunulan mütalaayı doğrudan kararına esas alan ilk derece mahkemesinin, kendileri tarafından sunulan hukuki mütalaayı neden kararına esas almadığını açıklamadığını, Davalı … A.Ş.’nin, 2006 yılından 2018 yılına kadar gerçekleştirilen genel kurul toplantılarında, bilançodaki karın yasal yedek akçe ve olağanüstü yedek akçe olarak ayrılmasına karar verildiğini, 2013 yılından sonra gerçekleştirilen genel kurul toplantılarında ise, buna dahi gerek duyulmayarak, bilanço ve kâr- zarar hesapları müzakere edilerek bunların onaylanmasına karar verilmesi ile yetinildiğini, yani kâr dağıtımı/ dağıtılmaması ile ilgili bir karar dahi alınmadığını, son iki yıldır ise açıkça kâr payı dağıtılmamasına karar verildiğini, anlaşılabileceği gibi, oldukça uzun bir zaman dilimi aralığında davalı … A.Ş.’nin ne kâr ne de kâr payı avansı adı altında bir dağıtımda bulunmadığını veya dağıtılmaması yönünde bir karar dahi alma gereği duymadığını, bunun arka plânında yer alan temel nedenin, diğer pay sahiplerinin yönetim kurulu üyesi olmaları ve şirket kaynaklarını bir şekilde kontrollerinde bulundurmalarından ötürü şirketten yüksek miktarda ücretler almaları ile şirketi fiilen yönetmeleri nedeniyle şirketin sağladığı diğer olanaklardan istedikleri gibi faydalanabilmeleri olduğunu, ne var ki müvekkili şirket, davalı … AŞ’nin yönetiminde yer almadığından ne ücret ne de başka bir gelir elde edemediği gibi sürekli bir biçimde yegâne mali hakkı olan kâr payından da yoksun olduğu için davalı şirket nezdinde maruz kaldığı muamele de nazara alındığında müvekkili şirketin ortaklığın devamında herhangi bir menfaati kalmadığını, Bir dönem oluşan zararın mevcudiyeti veya herhangi bir kâr dağıtmama politikasının kabulü temelinde zikredilen bu davranış şeklinin hoşgörü ile karşılanabilir bir yönü bulunmadığını, TK’nın şirketin sürekli kâr dağıtmayıp, oluşan kârı bünyesinde tutmasına izin vermediğini, bununla amaçlananın düzenli bir dağıtım anlayışının benimsenmesi gerekliliği olduğunu, diğer bir ifadeyle genel kurulun bu konuda keyfi hareket ederek pay sahiplerinin nispi müktesep hak ve bir yönüyle vazgeçilmez hak görünümündeki kâr payı alacağını sınırlandıramayacağını, davalı … A.Ş:’nin ek yedek akçe ayırabilmesi için TK 523/2’de öngörülen koşulların birlikte gerçekleşmesi gerektiğini, Davalı … AŞ’nin kâr payı dağıtmayıp, biriken yedekleri periyodik aralıklarla iç kaynaklardan sermaye artırımı yoluyla mevcut sermayeye eklemesi yönündeki davranış şeklinin de de müvekkili şirketin şirketin kâr payı alacağına kavuşması anlamına gelmediği gibi, haklı sebep vasıflandırması açısından hiçbir anlam taşımayacağını, her şeyden önce iç kaynaklardan sermaye artırımı suretiyle oluşan yeni payların pay sahiplerine dağıtılmasının (TK 462/3), kâr payı dağıtımı anlamına gelmediği gibi kâr payı dağıtımının ancak ve ancak nakden yapılabileceğini, bu artırımların kâr payı alacağını konusuz bırakmaya matuf kötü niyetle yapılan artırımlar olduğunu, anılan artırımlarla ilgili de iptal/ geçersizliğin tespiti talebiyle davalar açılmış olup, bahsi geçen davaların halihazırda derdest olduğunu, bu açıdan kârdan yapılan ayrımlarla dağıtım arasında uygun bir denge kurulamadığı ve pay sahiplerine tanınan bu hakkın davalı şirket tarafından “kötüye kullanıldığı” hususlarının açık olduğunu, Davalı … A.Ş.’nin istikrarlı bir şekilde kâr elde etmesine ve ülkenin ekonomik açıdan en büyük şirketleri arasında girmesine karşılık, fiiliyatta kâr payı dağıtmama yönünde direngen hâle gelen davranışının, müvekkili nezdinde telafisi kabil olmayan zararlann oluşmasına sebebiyet verdiğini, kâr dağıtmama yönünde haklı hiçbir gerekçenin bulunmadığını, ne var ki tüm bu hususların ilk derece mahkemesince değerlendirilmediğini, Müvekkili şirketin kanuna ve dürüstlük kuralına aykırı olarak genel kurul ve yönetim kurulu kararlarıyla rüçhan hakkının fiilen kısıtlınmış olduğunu, davalı şirket yönetim kurulu tarafından gelişim süreci içerisinde 2015 ve 2016 yıllarına dair finansal tabloların onaylanmaksızın sermaye artırımı kararı alındığını, TK 462/3 hükmü gereği fonlar ve belirli bir amaca özgülenmemiş diğer iç kaynaklar sermayeye dönüştürülmeksizin dış kaynaklardan sermaye artırımı kararı verildiğini, genel kurul kararının müvekkili şirketin sahibi olduğu payların sulanması ihtimalini bünyesinde barındırıyor oluşu, sermaye artırımı kararının somut bir ihtiyaç bulunmaması dolayısıyla dürüstlük kuralına aykırılık teşkil ettiğini ve bilgi alma hakkının ihlâli temelinde İstanbul 18. Asliye Ticaret Mahkemesi nezdinde 2017/203 E. sayılı dosya ile dava ikame edildiğini, davalı şirket yönetim kurulunun alınan kanuna ve dürüstlük kuralına aykırı kararını davanın başarı şansını gözeterek ve bilinçli olarak tescil ettirmemesi dolayısıyla sermaye artırımı kararı geçersiz hale geldiğinden davanın konusuz kaldığını, Davalı şirket yönetim kurulunun, sermaye artırımı serüvenini 2016 yılı olağan genel kurul toplantısı gündemine sermayenin artırılmasına dair gündem maddesini eklemek suretiyle pekiştirdiğini, ancak her nasıl oluyorsa, yönetim kurulu tarafından düzenlenen genel kurul toplantısına dair çağrı metninde, bir önceki toplantıda yer almayan yaklaşık 10.000.000 TL tutarında yedek akçe bulunduğu ve önce bunların iç kaynaklardan sermaye artırımı yoluyla esas sermayeye ekleneceği ve müteakiben dış kaynaklardan sermaye artırımı kararı alınacağının ifade edildiğini, anılan kararla birlikte, önceki genel kurul kararı geri alınmaksızın yeni bir karar alınmak suretiyle pay sahipleri açısından sermaye artırımına katılım noktasında önemli bir belirsizliğe yol açıldığını ve çifte sermaye artırımı sorununun gündeme gelebileceği hususu başta olmak üzere, yönetim kurulunun sermaye artırımı kararının tescil ettirmesinin kanundan doğan bir yükümlülük görünümünde olması, alınan ilk kararın iç ilişkide geçerliliğini sürdürüyor oluşu, ikinci artırım kararının finansal tablolar onaylanmaksızın alınmış olması, gündeme bağlılık ilkesine aykırı şekilde karar tesis edilmiş olması ve yukarıda anılan (birincil) sebepler ekseninde İstanbul 11. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2017/475 E. sayılı dosyası ile sermaye artırımı kararının butlanı ve/veya iptalinin dava edildiğini, anılan davanın hâlihazırda derdest olduğunu, Davalı şirket yönetim kurulu tarafından tanzim edilen yıllık faaliyet raporunun 7. sayfasında; “(…) Sermayenin % 76’sına tekabül eden ortaklar, nakit artış tutarının 6.080.000 TL’lik kısmını nakit olarak şirkete aktardığını ve söz konusu tutarı sermaye yedeklerinde kayıt altına alınmıştık şeklinde bir ifadeye yer verildiğini, bunu hangi açıdan bakılırsa bakılsın tamamlayan ve bu sürecin plânlı bir şekilde hayata geçirildiğini gözler önüne getiren ikinci belgenin ise, yönetim kurulu tarafından doğruluğu ayrıca taahhüt edilen iştirak taahhütnamesi olduğunu, anılan veriler dikkatli bir şekilde değerlendirildiğinde, çoğunluk pay sahiplerine rüçhan haklarının önceden kullandırıldığı ve toplam tutarların yönetim kurulu yıllık faaliyet raporunda zikredilen tutarla birebir örtüştüğünün anlaşıldığını, Tüm bu açıklamalar ışığında varılması gereken sonucun, bu süreç dahilinde davalı şirkete ödünç olarak verildiği anlaşılan, kaynağı ve gerçekliği belirsiz 6.080.000 TL şeklindeki tutarın, sermaye artırımı sürecinde amiyane tabirle eritilmesinin amaçlanmış olması, buradaki nihai amacın, arka plânda normal bir sermaye artırımı sürecinin işletilmesi olmadığının çok açık olduğunu, Davalı … A.Ş. yönetim kurulunun yeni bir genel kurul çağrı metni yayımlayarak, 2016 yılı olağan genel kurul toplantısına dair yeni ve ikinci bir genel kurul çağrısında bulunduğunu, bu durumun ikinci sermaye artırımı kararının da tescil edilmediğini göstermekle birlikte, bu kez yönetim kurulu tarafından üçüncü defa sermaye artırımına yönelik çağrıda bulunulduğunu, fakat yapılan bu çağrıda dış kaynaklardan sermaye artırımına dair bir gündem maddesine yer verilmediğini, 24.08.2017 tarihinde gerçekleştirilen toplantıda da ilân edilen esas sözleşme değişikliği ve bu yönüyle mevcut gündeme aykırılık teşkil edecek şekilde müvekkili şirketin ret oyuna karşılık, kanuna aykırı şekilde yalnızca iç kaynaklardan sermaye artırımı kararı alındığını, Mal varlığı haklarının geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde ihlâli tahtında aynı zamanda pay sahipleri arasındaki eşit işlem ilkesine de aykırı davranıldığını ve yine hakların en az zarar verilecek şekilde kullanılması ilkesine de riayet edilmeyerek, tüm bu temel ilkelerin yok sayıldığını,Müvekkili şirket yetkili temsilcilerinin 2015 yılı olağan genel kurul toplantısına usulüne uygun vekâletname ibraz etmiş olmalarına karşılık alınmadığını ve işbu toplantı nezdinde en temel pay sahipliği hakkı olan vazgeçilmez ve müktesep hak görünümündeki genel kurul toplantısına katılma, oy, bilgi alma ve inceleme ile özel denetim talebinde bulunma haklarını kullanamadıklarını, davalı şirketin yetkili temsilcileri tarafından müvekkili şirket yetkili temsilcilerinin toplantıya alınmaması için gösterilen tek gerekçenin, vekâletname üzerinde -sermaye miktarı ve pay adedi yazıyor olmasına rağmen – “pay adedi sayısının” yer almıyor olması ile vekâletnamenin dayanağı olan imza sirkülerinin noter onaylı olmasına rağmen fotokopi suretten oluşuyor olması hususları olduğunu, 2015 yılı olağan genel kurul toplantısında alınan tüm genel kurul kararlarının hükümsüzlüğü talebi ile İstanbul 13. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2016/857 E. sayılı dosyasında görülen davanın “kabulüne” karar verilerek, alınan tüm genel kurul kararlarının butlanının tespiti yönünde hüküm tesis edildiğini, Diğer taraftan, müvekkili şirketin bilgi alma ve inceleme hakkının da sürekli ve sistematik olarak ihlâl edildiğini, genel kurul toplantısı öncesi verilmesi zaruri olan bilgi ve belgelerin müvekkili şirket yetkilisi temsilcilerinin değerlendirmelerine (tam anlamıyla ve eksiksiz şekilde) sunulmadığı gibi, genel kurul toplantısı esnasında talep edilen bilgi ve belgeler de verilmeyerek veya verildiği ifade edilmek suretiyle geçiştirilerek, aktif bilgi alma hakkının da ihlâline sebebiyet verildiğini, bunun ise müvekkili şirketin oy hakkını kullanırken sağlıklı şekilde bilgi sahibi olmaksızın oy kullanılmasına yol açtığını, mevcut ihlâl yapılanmasının 2015 yılı olağan genel kurul toplantısı sonrasında gerçekleştirilen toplantılarda da devam etiğini, bundan önceki dönemde ise, müvekkili şirketin, davalı şirket yönetimine işbu davanın ikame edildiği güne kadar dahil olamadığını, şirketi fiilen yöneten akrabalarına güvendiğini, genel kurul tutanakları da dahil olmak üzere kendisine gönderilen tüm belgeleri sorgulama imkanı bulamadan imzaladığını, yani genel kurul toplantılarının kağıt üzerinde yapıldığını, bu yönüyle katılma haklarının bütüncül bir bakış açısıyla ihlâl edildiğini, tüm bu açıklamalar ışığında mal varlığı ve katılma haklarının telafisi mümkün olmayacak şekilde ihlâli tahtında müvekkili şirket azınlık pay sahibinin, çoğunluk tarafından (açıkça) dışlanma amacıyla çok sayıda süreklilik arz eden ve sistematik görünümlü eyleme muhatap olduğunu ve bu durumun haklı sebep kavramı bünyesi dâhilinde değerlendirilebileceğini gösterdiğini, Davalı … A.Ş.’nin bir aile ortaklığı görünümünde olup, davalı şirket bünyesindeki çoğunluk pay sahipleri ile müvekkili şirket pay sahipleri arasında ” … ” ailesi üzerinden yakın bir akrabalık ilişkisi bulunduğunu, ne var ki müvekkili şirket pay sahipleri ile davalı şirket çoğunluk pay sahipleri arasındaki kişisel husumetin, fikir uyuşmazlıkları dolayısıyla had safhaya ulaştığını, taraflar arasındaki ilişkinin kopma noktasında geldiğini ve ortaklık bağlarının zemininde bulunan güven ilişkisinin yok olma noktasına geldiğini, somut uyuşmazlıkta olduğu üzere, pay sahiplerinden birinin ortaklık dışındaki faaliyetlerinden dolayı diğer pay sahibi veya pay sahiplerinin güveni önemli ölçüde sarsılmışsa, haklı sebepten bahsedilebileceğini, Müvekkili şirketin pay sahipleri ile davalı … A.Ş. yöneticileri ve çoğunluk pay sahiplerinin, yakın akraba olmalarına rağmen görüşemediklerini, müvekkili şirketin kişisel ilişkiler bağlamında da her türlü ortaklık ilişkisinden ve ortaklıktan elde edilebilecek kazançlardan uzak tutulduğunu, davalı şirketin, ailenin sadece bir bölümü tarafından, sanki %100’ü bu gruba aitmiş gibi idare ve kontrol edildiğini, güven ilişkisinin de önemli ölçüde ve derinden sarsıldığını, müvekkili şirketin hakkaniyete uygun (ve objektif olarak) ortaklığın devam etmesinden umduğu faydaları ortadan kaldıran ve ortaklığın devamını çekilmez hâle getiren olgulann mevcut olduğunu ve pay sahipleri arasındaki kişisel husumete dayalı hâllerin varlığı ve böylelikle TK 531 hükmü bağlamında haklı sebebin mevcudiyetinin her türlü tereddütten uzak olduğunu, bu safhaya kadar açılan davaların ve müvekkili şirketin uğradığı haksızlığın davalı şirket tarafından kişisel husumet ile pekiştiriliyor oluşunun haklı sebep nitelendirmesini güçlendirdiğini, bu durumun müvekkili şirket açısından davalı şirket nezdindeki pay sahipliği sıfatını katlanılmaz ve çekilmez hale getirdiğini, bu hususların ilk derece mahkemesi kararlarında değerlendirilmediğini, Davalı şirket bünyesinde kanunun emredici hükümlerine aykırı genel kurul ve yönetim kurulu kararı alınması, yönetim kurulunun genel kurul toplantıları öncesinde ve esnasında yaptığı açıklamaların önemli çelişkiler içermesi, yönetim kurulunun sakat olduğu tereddütsüz bulunan kararları hiçbir duraksamaya yer vermeksizin uygulaması, idari otoriteler tarafından idari para cezası uygulanmasına muhatap olunması, şirkette çalışan işçi sayısındaki ciddi azalma, şirketin sürekli şekilde nakit ve kaynak sıkıntısı içerisinde bulunması, ödemelerini yapamayacak hâle gelmesi, mütemerrit olma durumunun uzun bir zaman dilimine sirayet edecek şekilde istikrar kazanmış olması, edinilen kâr oranlarının ciddi ölçekte düşmesi, kredi kuruluşları nezdindeki güvenilirliğini kaybetmiş olması ve buna bağlı sebepler etrafında mali açıdan sürekli darboğaz içerisinde olduğunu, bu durumun davalı şirketin iyi yönetilmediğinin ve yakın vadede borca batıklık tehlikesi ile karşı karşıya olunduğunun açık bir göstergesi olduğunu, çoğunluk pay sahiplerinin davalı şirket malvarlığını kişisel mal varlıkları gibi kullandıklarını, 2015 yılı olağan genel kurul toplantısında alınan tüm genel kurul kararlarının butlanının tespitine karar verilmiş olmasına rağmen genel kurul toplantısı yapma gereği dahi duyulmadığını, müvekkili şirketin haklı beklentisi ve/ veya güveni kalmadığını, bu durumun ise güven ortamının sarsılmasına kuvvetli bir zemin hazırladığını ve TK m.531 hükmü kapsamında hukuken himaye edilmesi gerektiğini, Somut uyuşmazlıkta uzun yıllar kâr payı dağıtılmamasının dahi tek başına aksi inkar edilemez açık bir haklı sebep görümününde olduğunu, bütüncül bir yaklaşımla ileri sürülen diğer sebeplerle birbirini tamamlayıcı olarak haklı sebeplerin mevcut olduğunu, bilirkişi incelemesi dahi yapılmaksızın davanın reddine karar verilmesinin hatalı olduğunu, işbu davada haklı sebep olarak ileri sürülen nedenlerin hemen hemen tamamının mali ve işletmesel bir değerlendirme sonucunda haklılığı ortaya çıkabilecek hususlar olduğunu, bu bağlamda ilk derece mahkemesinin uzman mali bilirkişiler ve üniversitelerin işletme bölümlerinde görev yapan öğretim üyeleri ile hukukçu bilirkişilerden bilirkişi raporu almak yerine, yalnızca davalının sunduğu hukuki mütalaayı esas alarak karara vardığını, dahası ilk derece mahkemesi kararında davalı şirket tarafından sunulan mütalâanın özeti dışında hiçbir değerlendirme ve gerekçe olmadığını, bu sebeple ilk derece mahkemesi tarafından verilen kararın kaldırılmasını talep ettiklerini, haklı sebebin mevcut olduğu kabul edildikten sonra, fesih yerine çıkarma ihtimali de değerlendirilmeksizin sonuca ulaşılmasının, verilen kararın yeterli inceleme ve değerlendirme yapılmaksızın tesis edildiğini gösterdiğini belirterek, İncelemenin duruşmalı olarak yapılmasına ve dosyanın HMK m. 360 uyarınca uzman mali müşavir ve devlet üniversitelerinin işletme bölümleri ile ticaret hukuku alanlarında uzman öğretim üyelerinden oluşturulacak bir bilirkişi heyetine tevdi edilerek bilirkişi raporu alınmasına, İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılmasına ve davanın kabulüne, bu talepleri kabul edilmediği takdirde ilk derece mahkemesi kararının kaldırılarak, dosyanın esasa ilişkin olarak yeniden incelenmesini sağlamak üzere ilk derece mahkemesine gönderilmesine karar verilmesini talep etmiştir.
DELİLLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ: HMK’nın 355. maddesine göre istinaf incelemesi; istinaf dilekçesinde belirtilen sebeplerle sınırlı olarak ve kamu düzenine aykırılık görüldüğü takdirde ise resen gözetilmek suretiyle yapılmıştır. Dava, TTK’nın 531 (1) maddesi uyarınca azınlık pay sahibi tarafından açılan, davalı şirketin haklı sebeple feshi, bunun mümkün olmaması halinde davacının şirketten ayrılma bedeli ödenerek çıkarılması ya da mahkemece uygun bir çözüme hükmedilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece davanın reddine karar verilmiş, karara karşı davacı tarafça istinaf başvurusunda bulunulmuştur. TTK’nın 531. maddesinde, haklı sebeplerin varlığı halinde şirket sermayesinin en az onda birini ve halka açık şirketlerde yirmide birini temsil eden pay sahiplerinin, haklı sebeplerin varlığı halinde şirketin feshine karar verilmesini isteyebileceği, mahkemece fesih yerine davacı pay sahiplerine, pay bedellerinin karar tarihine en yakın tarihteki gerçek değerlerinin ödenmesi suretiyle davacı pay sahiplerinin şirketten çıkarılmalarına veya duruma uygun düşen ve kabul edilebilir diğer bir çözüme de karar verilebileceği öngörülmüştür. Buna göre, söz konusu maddede düzenlenen hususlarda karar verilebilmesinin ön şartı haklı nedenlerin varlığının ispatıdır. Haklı nedenler kanunla tanımlanmadığı için her somut olayın özelliğine göre, mahkemelerce takdir edilecektir. Şirketler hukuku bakımından şirketin devamlılığının sağlanması esas olup, düzenleme uyarınca ekonomik değer taşıyan şirketin feshi yerine şirketi ayakta tutacak diğer çözüm yollarının hakimce değerlendirilmesi zorunlu kılınmıştır. Her davada, haklı sebeplerin varolup olmadığı, tarafların kusur durumu, şirketin mali yapısı itibarıyla kuruluş amacını gerçekleştirebilecek durumda olup olmadığı hususlarının deliller toplandıktan sonra mahkemece değerlendirilerek, şirketin ekonomik değer taşıdığı ve amacını gerçekleştirebilecek durumda olduğunun belirlenmesi halinde feshi yerine TTK’nun 531. maddesinde yer alan diğer çözüm yollarının uygulanma olanağı bulunup bulunmadığı hususlarının tespiti ile sonucuna göre bir karar verilmesi gerekmektedir. Davacı şirketin, davalı şirkette % 16 oranında pay sahibi olduğu, dava dilekçesinde haklı sebep teşkil ettiği belirtilen sebeplere binaen talepte bulunduğu, yargılama sırasında taraflarca dosyaya HMK’nın 293. maddesi uyarınca uzman görüşü ibraz edildiği, mahkemece davalı tarafça sunulan uzman görüşü esas alınmak suretiyle istinafa konu kararın verildiği görülmektedir. Davacı tarafça dava dilekçesinde, çoğunluk pay sahiplerinin kötü yönetim anlayışına ilişkin olarak, davalı şirket bünyesinde çalışan işçi sayısındaki ciddi azalma, şirketin sürekli şekilde nakit ve kaynak sıkıntısı içerisinde bulunması, ödemelerini yapamayacak hâle gelmesi, mütemerrit olma durumunun uzun bir zaman dilimine sirayet edecek şekilde istikrar kazanmış olması, edinilen kâr oranlarının ciddi ölçekte düşmesi, kredi kuruluşları nezdindeki güvenilirliğini kaybetmiş olması ve buna bağlı sebepler etrafında mali açıdan sürekli darboğaz içerisinde olduğunu, bu durumun davalı şirketin iyi yönetilmediğinin ve yakın vadede borca batıklık tehlikesi ile karşı karşıya olduğunun açık bir göstergesi görünümünde olduğu, davalı şirketin, yüksek tutarda fonu bulunmasına karşılık bunun mevcut olmadığının belirtilmesi, akabinde 10.000.000 TL tutarında bir fonun bulunduğunun ortaya çıktığı, ayrıca davalı şirketin 2016 yılı faaliyet raporu incelendiğinde, davalı şirketin Gümrük Kanunu md. 238 hükmü uyarınca yüksek bir para cezası aldığı, çoğunluk pay sahiplerinin davalı şirket malvarlığını kişisel malvarlıkları gibi kullandıkları, davalı şirketin Niğde’de bulunan fabrikasını Rusya’ya taşıdığı, İzmit’te bulunan fabrikasının bir kısım hatlarını da yurt dışında taşıdığı yönünde ciddi emareler bulunduğu ve yurtdışında bulunan iştiraklerindeki paylarını tamamen sattığı/elden çıkardığı ya da önemli ölçüde azalttığının anlaşıldığı, davalı şirketin 2006 yılından işbu davanın açıldığı güne dek olağan ve olağanüstü genel kurul toplantı tutanaklarında; yönetim kurulu üyelerine ücret verilmemesine oybirliği ile karar verildiği, geçmiş yıllar yıllık faaliyet raporlarına bakıldığında ise, genel kurulun ücret ödenmemesi yönündeki sarih iradesine rağmen, yönetim kurulu üyelerine ücret ödendiğinin görüleceği iddia edilmiştir. Mahkemece bu iddialar yönünden herhangi bir araştırma yapılmadığı gibi bu iddiaların değerlendirilmesi ancak davalı taraf ticari defter ve belgeleri üzerinde bilirkişi incelemesi yaptırılarak rapor alınması suretiyle değerlendirilebilecek olmasına rağmen yargılama sırasında davacı tarafın bilirkişi incelemesi yapılması talebinin herhangi bir gerekçe de açıklanmaksızın red edilmesi usul ve yasaya uygun değildir. Bu durumda, mahkemece 6100 sayılı HMK’nın 31. maddesinde düzenlenen hakimin davayı aydınlatma ödevi kapsamında, HMK’nın 266. maddesi uyarınca davacı vekilinin dava dilekçesinde ileri sürülen ve yukarıda belirtilen iddiaları ile ilgili olarak ayrıca davalı şirketin mali yapısı itibarıyla kuruluş amacını gerçekleştirebilecek durumda olup olmadığı hususlarının konusunda uzman bilirkişilerden oluşacak heyetten denetime elverişli rapor alınarak, sonucuna göre karar verilmesi gerekmektedir.28/07/2020 tarih 31199 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 7251 Kanun No’lu 22/07/2020 kabul tarihli Hukuk Muhakemeleri Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 35. mad. uyarınca; “6) Mahkemece, uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek ölçüde önemli delillerin toplanmamış veya değerlendirilmemiş olması ya da talebin önemli bir kısmı hakkında karar verilmemiş olması.” hali, kararın kaldırılarak, dosyanın mahkemesine iadesi sebepleri arasında gösterilmiştir. Açıklanan nedenlerle, davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile, HMK’nın 353/1-a.6 maddesi uyarınca ilk derece mahkemesi kararının kaldırılarak, davanın yeniden görülmesi için dosyanın mahkemesine iadesine karar verilmiş, aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur.
HÜKÜM: Yukarıda açıklanan nedenlerle; 1-Davacının istinaf başvurusunun KABULÜ ile; İstanbul 13. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 20/12/2018 tarih ve 2017/760 Esas 2018/1202 Karar sayılı kararının HMK’nın 353/1-a6 maddesi uyarınca KALDIRILMASINA, dosyanın mahkemesine İADESİNE, 2-Harçlar Kanunu gereğince istinaf eden tarafından yatırılan 121,30 TL istinaf kanun yoluna başvurma harcının hazineye gelir kaydına, 44,40 TL istinaf karar harcının talep halinde davacıya iadesine, 3-İstinaf başvurusu için yapılan yargılama giderlerinin esas hükümle birlikte ilk derece mahkemesince yargılama giderleri içinde değerlendirilmesine, 4-Artan gider avansı olması halinde yatıran tarafa iadesine, 5-Kararın ilk derece mahkemesince taraflara tebliğe gönderilmesine, Dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda 01/04/2021 tarihinde HMK’nın 353/1-a maddesi gereğince kesin olarak oy birliği ile karar verildi.