Emsal Mahkeme Kararı İstanbul 2. Asliye Ticaret Mahkemesi 2020/689 E. 2021/520 K. 08.07.2021 T.

Görüntülediğiniz mahkeme kararı henüz kesinleşmemiştir. Yararlı olması amacıyla eklenmiştir.

T.C.
İSTANBUL
2. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ

ESAS NO : 2020/689
KARAR NO : 2021/520

DAVA : İtirazın İptali (Hizmet Sözleşmesinden Kaynaklanan)
DAVA TARİHİ : 27/11/2020
KARAR TARİHİ : 08/07/2021

Mahkememizde görülmekte olan itirazın iptali (Hizmet Sözleşmesinden Kaynaklanan) davasının yapılan açık yargılaması sonunda,
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:
Davacı vekili dava dilekçesi ile taraflar arasında yapılan 16/01/2019 tarihli protokol ile istasyonun davalı şirkete kiralanması konusunda anlaşma yapıldığını, bu çerçevede ise 6.500.000-TL bayrak parası için mahsup amacı ile müvekkil şirket tarafından KDV dahil 7.670.000-TL fatura düzenlendiğini, davalı şirkete teslim olunduğunu, süreye rağmen faturanın KDV bedeli olan 1.170.000-TL’nin davacı şirkete ödenmediğini, aynı sözleşme gereğince davalı şirket tarafından düzenlenen kira sözleşmesinin ise müvekkil tarafından imzalandığını, imza için davalıya teslim edildiğini, ancak kira sözleşmesinin davalı tarafından imzalanarak müvekkiline teslim olunmadığını, akaryakıt istasyonun teslim alınmadığını, bunun üzerine davalıya kira sözleşmesinin imzalanması müvekkil şirkete gönderilmesi ve istasyonun davalı tarafça teslim alınması noktasında ihbarda bulunulduğunu, ayırca sözleşme gereği aylık kira bedellerinin sözleşmede gösterilen tutardan her ay mahsup edileceğinin dahi beyan ve ihbar olunduğunu, davalının buna rağmen KDV borcunu ödemediğini, kira sözleşmesini teslim ederek akaryakıt istasyonunun teslim alınmadığını, bu durum üzerine de 1.170.000-TL KDV bedelinin ödenmesinin talep olunduğunu, yapılan icra takibine ise davalının itiraz ettiğini, bu nedenle itirazın iptali ile takibin devamını, davacı lehine tazminata hükmolunmasını talep etmiştir.
Davalı vekili ise cevap dilekçesi ile; 2014 tarihi itibari ile taraflar arasında bayilik protokolü aidiyet sözleşmesi ile cari hesap sözleşmesinin yapıldığını, taraflar arasındaki kredi borcu ile ilgili geri ödeme planı düzenlendiğini, bu şekilde kredi borcunun yapılandırıldığını, davacının ödemediğini, sözleşmenin 20/09/2019 tarihinde ise sona erdiğini, bunun üzerine 16/07/2019 tarihinde protokol akdolunduğunu, davalı şirketin bu amaçla borcunu ödeyebilmesi açısından davacıya şans verdiğini, bu borca istinaden davacı şirket yetkilisi …’ e ait istasyonun davalıya altı yıllığına olmak üzere kiraya verildiğini, istasyonun kira bedelinin ise kira borcundan mahsup olunması amacı ile davalı şirket, davacı şirket ve … arasında protokol yapıldığını, bu protokol çerçevesinde ise hangi tarihte, hangi miktar ödemenin ne şekilde yapılacağının belirlenmiş olduğunu, kiralama işlemi için ayrıca bir kira sözleşmesinin düzenleneceğini, istasyonun davalıya hazır ve boş olarak teslim edileceğini, 16/7/2019 tarihli protokolün akdedilmesi sonucu davacı olan şirketin davalı olan şirkete olan borcunu yukarıda belirtilen şekilde mahsuplaşmasının ön şartlara bağlı olduğunu, aksi halde protokolün hükümsüz olacağını, protokolün 4.maddesinde belirtilen şartların gerçekleşmemesi durumunda ise tüm borçların muaccel hale geleceğini, adı geçen kişiler tarafından protokol şartlarının yerine getirilmediğini, kira sözleşmesinin imzalanmadığı, davacı şirketin ve …’ ün protokole aykırı hareket ettiğini, kiralama konusunun boş olarak davalıya teslim edilmesi yükümlülüğüne uyulmadığını, bu nedenle taraflar arasında kira sözleşmesinin akdolunmasının imkansız hale geldiğini, davacının bayrak bedelini hak kazanamadığını, bu nedenle davanın red olunmasını savunmuştur.
Taraflar arasındaki uyuşmazlık taraflar arasında, 16/07/2019 tarihli protokol hükümleri çerçevesinde istasyonun davalıya hazır ve boş halde teslim olunması noktasında yükümlülüğünün yerine getirilip getirilmediği, bu noktada mevcut protokol uyarınca davacının bu yükümlülüklerini tam olarak yerine getirip getirmediği, bu nedenle protokol hükümleri çerçevesinde kiralama ilişkisi nedeni ile davacının davalıdan protokol hükümleri uyarınca bayrak bedeli KDV’sini talep etme şartlarının doğup doğmadığı, davacı lehine karalaştırılan 6.500.000-TL bayrak bedelinin ve yine bu miktar ile ilgili olan 1.170.000-TL KDV miktarının halihazırda taraf şirketlerin ticari defter ve kayıtlarında ne şeklide gözüktüğü, bu miktar ile ilgili tarafların birbirlerine karşı olan borç ve alacak durumlarının ne olduğu, sonuç olarak takip tarihi itibari ile davacının muhasebesel olarak kaç TL asıl alacak ve kaç TL işlemiş faiz talep edebileceği noktalarında toplanmaktadır.
Taraflar arasında 20/07/2014 tarihli ile bayilik sözleşmesi yapıldığı, taraflar arasında 20/07/2019 tarihinde ise bayilik sözleşmesi ve protokolün sona erdiği, davacı ile davalı arasında borç ödenmesine yönelik 16/07/2019 tarihinde ise protokol düzenlendiği, istasyonun altı yıllığına kiraya verilmesi ile ilgili ise istasyonun kira bedelinin kira borcundan mahsup edilmesi amacı ile davacı şirket, davalı şirket ve malik arasında bir protokol düzenlendiği tartışmasızdır.
Taraflar arasındaki uyuşmazlığın araştırılması için konusunda ehil bilirkişi kurulu tarafından hazırlanan 14/06/2021 tarihli rapor içeriğine göre sektörel açıdan davacı şirketin kira sözleşmesi imzalamak ve istasyonu devretmek noktasında istekli tavır ortaya koyduğu, davalı şirketin ise 5 parseli dahil ederek kira sözleşmesini imzalamak istemesinin sektörel açıdan haklı bir talep olarak gözükse dahi öncesinde varılan mutabakatın 6 parsel üzerinden yapıldığı için davalı şirketin sektörel açıdan sözleşmeyi imzalamama gerekçesi olarak parsel değişikliği talebinin kabul edilmeyişini göstermesinin sektörel olarak yeterli bir gerekçe olarak görülmesini güçleştirdiğini, nitekim davacı şirketin göndermiş olduğu ihtarnamelere karşı davalı şirketin herhangi bir gerekçe sunmayarak sessiz kaldığını, yine sektörde tüm dağıtıcıların tüm sözleşme ve eklerini saha müdürleri aracılığıyla bayi ve maliklere imzalatmakta olduğu, bu açıdan saha müdürünün dayanak belgeleri imzalamasında yetkisizlik gibi bir durumun da söz konusu olmadığı, esasen sözleşmelerin saha müdürü tarafından değil şirket imza sirkülerinde imza yetkisi olan şirket yetkilileri tarafından imzalandığı, davalı şirketin mali idareye beyan ettiği Mart 2020 dönemi Bs formunun 18.satırında bir adet belge ve 6.500.000,00 TL’nin de beyan olunduğu, davalı tarafından bayrak parası haricinde 13/04/2020 tarihli temel fatura ile “kurumsal kimlik ve ekipman söküm bedeli” açıklaması ile KDV dahil 12.801,87 TL ve 15/04/2020 tarihli fatura ile “pompa otomasyon demontaj, tank otomasyon, demontaj” açıklamaları ile toplam 1.170.000,00 TL bedelli faturaları davacı tarafa düzenlediği, davacı tarafın bu iki faturayı 13/04/2020 ve 15.04/2020 tarihleri itibariyle muhasebe sistemine aldığı, davalı tarafın davacıya düzenlediği “bayrak bedeli” açıklamalı faturayı ise 13/09/2019 tarihi itibariyle yevmiye defterine kayda aldığı, davalı tarafın Eylül 2019 tarihi itibariyle mali idareye verdiği Ba formunun 162.satırında üç adet belge ve 6.505.064,00 TL olarak beyanda bulunduğu, davalı şirketin davacı şirkete kredi verdiği ve borçlu olan davacı şirketin borcunu ifa etmemesi nedeniyle taraflar arasında bir protokol yapıldığı, bu protokol uyarınca ana kredi borcunun 4.478.795 USD olup, 24/06/2019 tarihli dolar kuru olan 5,70 TL üzerinden yapılan hesaplamayla birlikte TL cinsinden borç tutarının 27.068.131,50 TL olduğu, taraflar arasında yapılan protokole binaen borç miktarının 10.000.000,00 TL kısmının peşin ödeneceği, geriye kalan 17.068.131,50 TL için ödeme planı çizildiği, bu plana göre 6.500.000,00 TL’nin borç bayrak parası sayılacağı, 10.568.131,50 TL borcun ise peşin kira bedeli sayılarak … tarafından istasyonun altı yıllığına olmak üzere davalı şirkete kiraya verileceği, bu sürede davalı şirketin bu miktarın bir kısmını bayrak parasından diğer kısmını kira bedelinden mahsup etmeyi kabul ettiği, davalı tarafın 10.000.000,00 TL’lik peşin ödemeyi alıp tüm çağrılara rağmen kira sözleşmesini akdetmeyip ardından kira sözleşmesi akdolunmadığı için protokolün bayrak parasına ilişkin kısmının yürürlükte olmadığını ileri sürülmesinin isabetli olmadığı, esasen uygulamada bayrak parası olarak adlandırılan bu ödemenin, istasyon bayilik sözleşmelerinde görülen akaryakıt istasyonu intifa bedeli olduğu, bu bedelin esasen dağıtıcı firmanın bayisi olma karşılığında aldığı intifa bedelinin bir tür hava parası olduğu, uygulamada ise bayrak parası olarak adlandırıldığı, bu çerçevede protokol geçerli ve yürürlükte olmakla davacının bayrak parasına ilişkin fatura keserek KDV ödemesini talep etmesinin mümkün olduğu, buna göre davacının taraflar arasında düzenlenen protokolden kaynaklı olarak düzenlediği fatura nedeniyle 1.170.000,00 TL KDV alacağının var olduğu, bu arada davacının davalıdan cari hesap kaynaklı olmak üzere ve sonuç olarak dava tarihi itibariyle 1.161.854,72 TL alacaklı bulunduğu, KDV ödeme tarihinden ise faiz talep olunabileceğine göre davacının avans faiz oranlarına göre 161.649,01 TL, reeskont faiz oranlarına göre 149.043,68 TL alacaklı olduğu hesaplanmıştır.
Taraflar arasında varlığı tartışmasız olan protokol ile 10.000.000,00 TL ödenmesi ve bayrak parası ile ilgili ifa borcu doğuran nitelikte bir borçlandırıcı işlem yapıldığı, tarafların bu borçlandırıcı işlemin dahi tarafları konumunda olduğu, bu borçlandırıcı nitelikteki sözleşmenin ayrıca bir kira sözleşmesi yapılmasına dönük ön sözleşme niteliğinde bulunduğu, bu ön sözleşmenin ise adı geçen asıl sözleşmenin yapılması amacını gerçekleştirmeye dönük bir borçlandırıcı işlem olduğu halde kira sözleşmesini imzalamak üzere davet olunan davalı şirketin sözleşmeyi imzalamadığı, zaten davalı şirketinden bu şartın yerine gelmemesi nedeniyle borçlu olmadığını savunduğu ve bu nedenle davacının alacaklı bulunmadığını açıkladığı sabittir. Tarafların aralarında yapmış oldukları ön sözleşmede, kira sözleşmesinin akdolunmasının bir şart olarak öngördükleri açıktır.
“Şarta bağlı borçlardaki anlamı ile şart, bir kanun hükmünden değil, işlemi yapanların irade beyanından kaynaklandığı için “kanuni şart” kavramından ayrılır. Gene bu anlamda şart, hukuki işlemin içerdiği herhangi bir kayıt (hüküm) anlamında şarttan farklı olarak, sadece işlemin hüküm ifade etmesinin veya hükümden düşmesinin bağlandığı gelecekteki bir olguyu ifade eder”. (Prof.Dr. M. Kemal OĞUZMAN, Yar. Doç. Dr. M. Turgut ÖZ, Borçlar Hukuku Dersleri, Cilt 2, İstanbul, 1991, Sayfa 364) Bu şekilde taraflar arasında yapılan protokol çerçevesinde davalı üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmemiş, buna göre ön sözleşmede görülen şart yerine gelmemiştir.
Uyuşmazlık tarihinde yürürlükte olan 6098 sayılı TBK m.175 hükmü “Dürüstlük kurallarına aykırı engelleme” başlığını taşımakta olup, adı geçen hükmün 1.fıkrasına göre “Taraflardan biri, koşulun gerçekleşmesine dürüstlük kurallarına aykırı olarak engel olursa, koşul gerçekleşmiş sayılır”. Buna göre somut olay yönünden davalı olan şirketin bu koşulun gerçekleşmesinde dürüstlük kurallarına aykırı olarak engel olup olmadığı, buna göre davacının alacak talep etmesinin mümkün bulunup bulunmadığı irdelenecektir.
“Dürüstlük kuralı, herkesin uyması gerekli olan genel ve objektif bir davranış kuralıdır. Genel olarak dürüstlük kuralı kişilerin tarafı oldukları hukuki ilişkilerde dürüst, namuslu, ahlaklı ve diğer kişilerde yaratılan güvenle tutarlı şekilde davranmalarını ifade eder. Buna göre belirli bir hukuki ilişkide dürüstlük kuralına uygun davranış; toplumdaki dürüst, namuslu ve orta zekalı bir kişinin, genel ahlâk, doğruluk ve karşılıklı güven esaslarına uygun davranış biçimidir. Dürüstlük kuralına uygun bu davranışın belirlenmesinde, toplumda geçerli olan genel ahlâk kuralları, günün adet ve uygulamaları, davranışın söz konusu olduğu hukuki ilişkilerin içerik ve amaçları da dikkate alınacaktır (DURAL, M. / SARI, S.: Türk Özel Hukuku 6. Baskı İstanbul 2011, s.226-227).
Diğer bir anlatımla dürüst davranma “bir hak sahibinin hakkını kullanırken veya bir borçlunun borcunu yerine getirirken iyi ve doğru hareket etmesi yani dürüst, namuslu, makul, fiilinin neticesini bilen, orta zekalı her insanın benzer hadiselerde takip edecek olduğu yolda hareket etmesi” anlamındadır.
Türk Medeni Kanununun 2. maddesinde, hukuk düzeninin kişilere tanıdığı bütün hakların kullanılmasında göz önünde tutulması ve uyulması gereken iki genel ilkeye yer verilmektedir: Dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı. Hukuk düzeni, kişilere tanıdığı her bir hakkın kapsamı ile bunların kullanılmasının şartlarını ve şeklini ilgili hak yönünden özel olarak düzenlemiştir. Ancak, hayatın sonsuz ihtimallerinin önceden öngörülmesinin ve bunların en küçük ayrıntılara kadar düzenlenmesinin imkânsızlığı karşısında, bütün hakların kullanılmasında dikkate alınacak genel bir sınırlama koyma ihtiyacı duyulmuştur. Dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı, bu açıdan uyulması gerekecek genel kurallar olarak karşımıza çıkmaktadır (DURAL / SARI, s. 225).
Türk Medeni Kanununun 2. maddesinde, hakların dürüstlük kuralına uygun kullanılması gerektiği ifade edilmiş, ardından hakların açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeninin korumayacağı belirtilmiştir. Bu ifade şeklinden yola çıkarak; bir hakkın kullanılmasında dürüstlük kuralına uyulmamasının müeyyidesinin, bu hakkın açıkça kötüye kullanılmış sayılması ve hukuken korunmaması olduğu kabul edilebilir (DURAL / SARI, s. 225).
Bir hakkın dürüstlük kuralına aykırı olarak kullanılması suretiyle başkasına bir zarar verilmesi hakkın kötüye kullanımını oluşturur. TMK’nın 2/I hükmü herkesin haklarını, toplumda geçerli doğruluk dürüstlük ve iş ilişkilerinin gerektirdiği karşılıklı güven anlayışına uygun olarak kullanmasını emreder. Hakkın kullanımı ölçütünü Türk Medeni Kanununa göre dürüstlük kuralları verir. Bunun yanında ayrıca hak sahibinin başkasını ızrar kastıyla hareket etmiş olup olmadığını araştırmaya gerek yoktur. Önemli olan başkasına zarar vermek kastı değil; hakkın dürüstlük kurallarına aykırı olarak kullanılması sonucunda başkasının zarar görmüş olmasıdır.
Bunun yanında aynı Kanun’un “İyiniyet” alt başlıklı 3. maddesinde de:“Kanunun iyiniyete hukukî bir sonuç bağladığı durumlarda, asıl olan iyiniyetin varlığıdır.Ancak, durumun gereklerine göre kendisinden beklenen özeni göstermeyen kimse iyiniyet iddiasında bulunamaz.” düzenlemesi yer almaktadır.
İyi niyet kavramına, Medeni Kanunun ve Borçlar Kanununun değişik maddelerinde yer verilmiş olmakla beraber, bu hükümlerin hiçbirinde iyi niyetin tam bir tanımı yapılmış değildir. Ancak TMK’nın 3 ve 1024 başta olmak üzere, yasal hükümlerin içeriğinden hareketle, iyi niyetin genel bir tanımının yapılması mümkündür. Buna göre iyi niyet, bir hakkın kazanılması veya bir hukuki sonucun doğması yönünden mevcut bir engeli, bir eksikliği veya benzeri bir olguyu bilmemek ve halin gerektirdiği özen gösterilse dahi bilecek durumda olmamaktır. İyi niyetin tersi olan kavramı kötüniyet oluşturur. Kötüniyet de; bir hakkın kazanılması veya bir hukuki sonucun doğması yönünden mevcut bir engeli, bir eksikliği veya benzeri bir olguyu bilmek veya halin gerektirdiği özen gösterildiğinde bilebilecek durumda olmak şeklinde tanımlanabilir.
Bu tanımlar ve tanımların dayandığı kanun hükümleri dikkate alındığında, iyi niyet ve kötüniyet; belirli bir olay veya olguya ilişkin olarak, bir kişinin bilgisine ve inancına yönelik yapılan bir değerlendirmeyi ifade etmektedir. Bu değerlendirme sonucuna göre, bir kişinin belirli bir durum karşısında iyiniyetli veya kötüniyetli olduğundan söz edilmektedir. Bu açıdan, iyi niyet kişiye özel olup, subjektif bir nitelik taşır. Bununla beraber, günlük hayatta ve bazı kararlarda iyiniyetli olma, kötüniyetli olma bir davranış şekli olarak ele alınmakta; kişilerin iyi niyetli veya kötüniyetli hareket ettiğinden bahsedilmektedir. Bu şekilde kullanımın, Medeni Kanunda iyiniyet ve kötüniyet kavramlarına verilen anlama uygun olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Bununla beraber bu tarz bir kullanımda, yürürlükten kalkan 743 sayılı Medeni Kanunun “herkes haklarını kullanmakta ve borçlarını ifada hüsniniyet kaidelerine riayetle mükelleftir” şeklindeki 2. maddesinin de etkisi vardır. Halbuki hakların kullanılması ve borçların ifasında geçerli davranış kuralları, herkes yönünden uygulanacağından, objektif bir nitelik taşımaktadır. Bu gerçeği göz önünde bulunduran 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK), 2. maddede herkesin “haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorunda” olduğu belirtilmiş, söz konusu davranış kurallarını, dürüstlük kuralı kavramı ile ifade etmiştir. Her ne kadar farklı kavramlar olsalar da, dürüstlük kuralı ve iyi niyetin temelinde namuslu, doğru ve dürüst davranma kuralı yer alır (DURAL / SARI, s. 218-219).
Ancak TMK’nın 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı, aynı Kanunun 3. maddesinde düzenlenen iyiniyet ile birebir aynı niteliği de taşımamaktadır. Medeni Kanunun 3. maddesinde düzenlenen iyi niyet “hakların kazanılması” ile ilgili olduğu halde, Medeni Kanunun 2. maddesinde yer alan dürüst davranma “hakların kullanılması” ve “borçların yerine getirilmesinde” söz konusu olur.
İyi niyet, MK 3’ün ifade ettiği üzere hakların kazanılmasında kazanmaya engel bir durumu bilmemek ve bilmesi gerekmemektir. İyi niyette objektif olarak haksız bir davranış vardır, fakat haksızlık yaptığı bilinci bulunmadığı için hukuk düzeni, bu iyi niyeti korumaktadır. Bu sebeple kanunda belirtilen hallerde hak kazanan şahsın olumsuz durumu, elverişsiz durumu kaldırılmakta, bertaraf edilmekte, onun hakkı kazanması sağlanmaktadır. Yanlış bir durum doğduğu halde, Medeni Kanunun 2. maddesinde ifadesini bulan güvenin korunması düşüncesi ile iyi niyetin korunması gerekmektedir. Başka bir değişle, iyi niyetin korunması, temelindeki dürüstlük kuralı gereği olan güvenin korunmasına dayalıdır. Mesela emin sıfatı ile zilyetten bir menkulün mülkiyetinin kazanılmasında, devredenin tasarruf yetkisine sahip olmadığını bilmeme (yani iyi niyetli olma) başka değişle tasarruf yetkisinin varlığına güvenme korunmaktadır. İşte bu güveni koruma, dürüstlük kuralı temeline dayanmaktadır. Ancak işaret etmek gerekir ki, bu yakınlık iki kurum arasında dürüstlük kuralı ile iyi niyet arasında mevcut farklılığı ortadan kaldırmaz. Dürüstlük kuralı ahlaki temele dayalı, orta vasıfta, makul ve dürüst bir insanın davranışını göstermektedir. İyi niyet ise sadece bir hakkın veya hukuki durumun kazanılmasına engel olabilecek bir durumu bilmemek ve bilmesi gerekmemektir (AKYOL, Ş.: Dürüstlük Kuralı ve Hakkın Kötüye Kullanılması Yasağı İstanbul 1995, s.10-11).
Objektif iyi niyet olarak da tanımlanan ve dürüstlük kuralını düzenleyen TMK’nın 2. maddesi, bütün hakların kullanılmasında dürüstlük kuralı çerçevesinde hareket edileceğini ve bir kimsenin başkasını zararlandırmak ya da güç duruma sokmak amacıyla haklarını kötüye kullanmasını Kanunun korumayacağını belirtmiştir. Aynı maddenin ikinci fıkrasında düzenlenen, hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının amacı, hâkime özel ve istisnai hallerde (adalete uygun düşecek şekilde) hüküm verme olanağını sağlamaktadır.
25.1.1984 gün ve 3/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararında da ifade edildiği üzere, bir hakkın kullanılmasının açıkça adaletsizlik oluşturduğu, gerçek hakkın tanınması ve bireyin korunması için tüm hukuki yolların kapalı bulunduğu zorunluluk hâllerinde, TMK’nın 2. maddesi uygulama alanı bulur ve olağanüstü bir imkân sağlar; haksızlığı düzeltici, yasadaki kuralları tamamlayıcı fonksiyonunu yerine getirir.
Gerçekten de hukukun her alanında uygulanma niteliğine sahip olan hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının; şekle aykırılığı ileri sürme hakkı için de bir sınır teşkil ettiği, buyurucu niteliği itibariyle hakim tarafından re’sen gözetilmesi gerektiği bugün Türk-İsviçre öğretisi ve uygulamasında tartışmasız olarak kabul edilmektedir (Yargıtay HGK.nun 13.2.1974 gün ve 524/103 sayılı; 2.10.1974 gün ve 2/810-1043 sayılı; 7.12.1983 gün ve 4/224-1276 sayılı…kararları).
Bununla birlikte, 30.09.1988 gün ve 1987/2 E., 1988/2 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da“…Zira hukuk ancak, meşru menfaatlerin tatminine yarar, başka bir şeye yaradığı taktirde ise mevcudiyet sebebini kaybeder. Öte yandan Medeni Kanunun 4. maddesi hükmüyle de hâkim, adalete uygun karar vermeye çağrılmaktadır. O, menfaatlerin doğru ve adil bir muvazenesini yapmak ve gerçekleri gözetmek zorundadır.” şeklinde bir açıklamaya yer verilmiştir.
Dürüstlük kuralı, bir kimseden dürüst bir insan olarak beklenen davranışı ifade eder. Bir davranışın bu nitelikte olup olmadığı, toplumda geçerli ahlak ölçülerine gelenek ve göreneklere, karşılıklı uygulanagelen teamüllere ve hakları sağlayan ilişkilerin amacına göre tayin edilir.
Diğer yandan, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığı belirlenirken; o kişinin hakkın kullanılmasında geçerli ve haklı bir yararının varlığı, hakkın kullanılmasının sağlayacağı yarar ile başkalarına vereceği zarar arasında aşırı oransızlığın olmaması, bir kimsenin kendi ahlâka aykırı davranışına dayanmaması ve uyandırılan güvene aykırı davranışta bulunmaması gibi ölçütler hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığını belirler (OĞUZMAN, M.K.: Medeni Hukuk-Temel Kavramlar 5. B, İstanbul 1985, s. 154 vd).
Medeni Kanun, kötüye kullanılan hakkın hukuk düzeni tarafından korunmayacağını belirtmiş olmakla beraber, bir hakkın ne zaman kötüye kullanılmış sayılacağı konusunda bir açıklamaya yer vermemiştir. Esasen, önceden hangi durumlarda hakkın kötüye kullanılmış sayılacağını belirlemek ve belirtmek mümkün de değildir. Daha önce de ifade edildiği gibi, dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı, hayatın sonsuz ihtimallerinin önceden öngörülerek, düzenlenmesindeki imkânsızlık sonucu oluşturulmuş kurallardır. Düzenlemenin bu amacı karşısında, önceden hakkın kötüye kullanılmasının varlığını tespitte esas alınacak unsur ve ölçütleri belirlemek isabetli bir tutum da olmayacaktır. Bu nedenle, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığının her somut olayda, olayın özellikleri dikkate alınarak hâkim tarafından belirlenmesi ihtiyacı ve gerekliliği vardır. Bununla beraber, belirli olguların varlığı bir hakkın kötüye kullanılmış olduğunun göstergesi olabilir. Nitekim, hakkın kötüye kullanıldığının kabul edildiği olaylar göz önünde tutularak, hakkın kötüye kullanılmış olduğunu gösteren bazı olgular ortaya konulmaktadır. Ancak, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığının belirlenmesine yardım eden bu olguların, somut olayda bulunması kesin olarak bir hakkın kötüye kullanıldığını göstermeyeceği gibi, bulunmaması da hakkın kötüye kullanılmamış olduğu anlamını taşımaz (DURAL / SARI, s. 239).
Bir başka anlatımla, kullanılan hak soyut değil somut olaylara dayanmalıdır. Eğer bir olayda, objektif iyi niyet kurallarına aykırılık varsa, burada hakkın kötüye kullanımı söz konusudur. Objektif iyi niyet kurallarını, her olayda geçerli kabul edilebilecek bir ölçü bulmak mümkün değildir. Hak sahibinin hakkını kullanmada iyi ya da kötü niyetli olduğunu saptamak kullananın iç dünyası ile ilgili olduğundan bunu belirlemek oldukça güçtür. Dolayısıyla her somut olayda, iyi niyet kurallarına aykırılığın olup olmadığının kendi şartları içerisinde değerlendirilmesi gerekir.
Hakkın kötüye kullanılmış olduğunu kabul etmek için hakkın amacına aykırı olarak kullanılması ve hakkı kullananın bu kullanmada çıkarının olmaması gerekir. “Hak” tanımının “hukukun tanıdığı ve koruduğu menfaat” olduğunu hatırlayarak, bir hakkın kullanılması sırasında kullananın bu “hak”kı, amacına aykırı olarak ve korunacak bir “menfaat” olmaksızın kullanması durumunda biçimsel mantığa göre, bu durumda hukukun himayesini esirgemek gerektiği sonucuna varılır (AKYOL, s. 21).
Şu hâlde bir hak, o hakkın tanınmasındaki amaca aykırı olarak kullanılırsa ve bu kullanmada kullanan bakımından menfaat yoksa veya çok küçük bir menfaat varsa, bu taktirde o hakkın kullanılmasından değil, hakkın kötüye kullanılmasından bahsedilir. Bir malikin mülkiyet hakkından yararlanması öngörülmüştür, malik mülkiyet hakkını kendisine yararı olmadığı halde, mülkiyeti amacına aykırı olarak kullanırsa, mesela gerekmediği halde gerekmediği yükseklikte bir duvar yaptırırsa, hakkın kötüye kullanıldığı sonucuna varırız (AKYOL, s. 21).
Bu durumda bir hak sahibi hakkını kullanırken veya bir borçlu borcunu yerine getirirken belirtilen bu duruma uygun hareket etmek zorundadır; aksi hâlde, hakkını kötüye kullandığı sonucuna varılabilecektir.
Hakkın kötüye kullanılması yasağı görünüşte bir hakkın kullanılmasından rahatsız ve rencide olan kişileri ilgilendirir. Ancak, hakkın kötüye kullanılmasını sağlamak bir genel kural, genel ilke niteliğindedir. Hukukun emirlerinden biri dürüstlük kuralına uymak ise, önemli yasaklarından biri de “hakkını kötüye kullanma”dır. Böylece hakkını kötüye kullanma hukuk tarafından konulmuş yasaklardan biridir. Niteliği itibariyle emredicidir (AKYOL, s. 23).
Hakkın kötüye kullanıldığı savunma olarak ileriye sürülmüş olmasa dahi bu husus def’i değil itiraz olarak kabul edildiğinden hâkim, dava dosyasından anlaşılan böyle bir durumu resen göz önüne almak zorundadır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 04.11.1964 gün 1964/2-953 Esas ve 1964/640 K. sayılı ilamı ile 14.2.1951 tarih ve 1949/17 E, 1951/1 K. sayılı; 8.11.1991 tarih 1990/4 Esas, 1991/13 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları).
Bütün hakların kullanılmasında ve borçların ifasında uyulması gereken dürüstlük kuralı ve hakların genel sınırlarını oluşturan hakkın kötüye kullanılması yasağı, kamu düzeni ihtiyaç ve gerekleri nedeniyle konulmuş kurallardır. Bu nedenle, Medeni Kanunun 2. maddesinin her iki fıkrası da emredici niteliktedir. Tarafların aralarındaki ilişkide dürüstlük kuralının ve hakkın kötüye kullanılması yasağının uygulanmayacağının kararlaştırmaları mümkün değildir. Dürüstlük kuralına veya hakkın kötüye kullanılması yasağına aykırı bir davranış, doğrudan hakkın mevcudiyetini ortadan kaldırdığından bir itiraz teşkil eder. Bu nedenle, dava dosyasındaki bilgi ve belgelerden hâkim, dürüstlük kuralına aykırı, hakkın kötüye kullanılması oluşturan davranışı tespit ediyorsa, ilgili tarafından ileri sürülmemiş olsa bile, kendiliğinden (re’sen) bunu dikkate almalıdır (DURAL / SARI, s. 243-244). (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2017/5-941E. 2017/1715 K.sayılı ilamı)
Özel bir ilişkiye girmiş taraflardan biri, hukuka ve güven ihlali söz konusu olduğunda da hukukun öngördüğü yaptırıma güvenerek karşı tarafa güvenmiştir. Karşı taraf omuzlarına da bu güvenden dolayı, doğru ve dürüst davranmak ve sadakatli olmak yükümlülüğü yüklenmiştir. Kendisine güvenilen taraf da yapmış olduğu kendi davranışları ile bu güven olgusunu meydana getirdiği için, güvenen tarafa kendisine neden güvendiği hususunda bir itiraz hakkı söz konusu olmayacağı öğretide ileri sürülmüştür.Gerçekten de, her iki tarafın menfaatlerini korumak ve dengelemek için ileri sürülen güven ilkesine göre, bir irade beyanını anlamak ve değerlendirmek için, beyan muhatabınca bilinen ve bilinmesi gereken bütün hal ve şartları Medeni Kanun m.2’de düzenlenen dürüstlük ilkesi gereğince değerlendirmek gerekecektir. Böylece, beyana ne anlam verilmesi gerektiği ortaya çıkacaktır. Bu ilkeye göre, korunan karşı tarafın-beyan muhatabının- “haklı güven”idir. Beyan muhatabının gerekli dikkat ve özeni göstermeksizin, beyanı nasıl anladığına bakılmayacaktır. Beyan muhatabı, kendisine ulaşan beyanı, dürüstlük ilkesi gereği, bildiği veya bilmesi gereken tüm unsurları dikkate alarak anlamalıdır. Yani, onun bu beyanı o şekilde anlaması MK. m.2 uyarınca haklı görünmelidir. İşte bu ilke, meydana gelen adaletsizliği ve taraflar arasında gerçekleşen sorunu çözmüş olmaktadır. Zira, güven ilkesi “karşılıklı birbirini gözetme” ve “bağlılık” esaslarına dayanmaktadır. Bu ilkeye göre, hem beyan sahibinin hem de beyan muhatabının menfaatleri dengede tutulmuş olmaktadır. Bir yandan beyan muhatabının, dürüstlük kuralına(objektif iyiniyet) göre, bildiği ve bilebileceği bütün olguları değerlendirerek beyana vermesi gereken anlama olan haklı güveni korunmakta; diğer yandan ise, beyan sahibinin yaptığı beyanının, makul ve dürüst bir sözleşen insan tarafından anlaşılması olağan biçimde anlaşılacağına dair haklı güveni teminat altına alınmaktadır.
Güven sorumluluğunun gerçekleşebilmesi için, bir kimsede hukuken korunmaya layık bir güvenin olması, bu güvene dayanılarak bir tasarruf işleminde bulunulması, tüm bunların da bir kişiye isnat edilebilmesi gerekir.
Yukarıda güven sorumluluğuna ilişkin belirtilen genel şartlar, aynı zamanda Alman Hukukunda da aranmaktadır.
Güven sorumluluğunun Türk pozitif hukukunda özel bir kanuni düzenlemesi bulunmamakla birlikte; Türk hukuk öğretisinde dürüstlük kuralından hareketle bir olayda güven sorumluluğunun gerçekleşebilmesi için şu şartlar aranmaktadır: Olayda bir “güven” unsuru bulunmalı, zarar gerçekleşmeli, yaratılan hukuki görünüme güvenin pozitif olarak korunması anlamında geçerlilik sonucu bağlanmamalı, zarar ile yaratılan hukuki görünüş arasında nedensellik bağı söz konusu olmalı, başka hukuki kurumların uygulama alanına giren herhangi bir durum söz konusu olmamalı, hukuki görünüşü yaratan kimse kusurlu olmalı, kişinin haklı güveni, yani olayda iyiniyeti bulunmalıdır.(Yargıtay HGK 2012/19-670E.2013/171K.sayılı ilamı)
Bu çerçevede somut olayda, davalı şirketin davacı şirket tarafından 10.000.000,00 TL bedelli peşin ödemeyi yapmasından sonra kira sözleşmesini imzalamadığı, bu sözleşmeyi imzalamak için hazırlıklarını bitirmiş olan davacı tarafın tüm çağrılarına rağmen üzerine düşen yükümlülüklerini davalı tarafın yerine getirmediği, davalı olan şirketin sektörel açıdan kira sözleşmesinin yapılması için gerekli tüm hazırlıkların davacı tarafından tamamlandığı ve kira sözleşmesinin imza olunması için ihtarname ile davet olunmasına rağmen sözleşmeyi imzalamaktan sözleşmeye aykırı olarak kaçındığı, taraflar arasındaki mutabakatın 6 parsel üzerinden yapıldığı için davalı şirketin kira sözleşmesini imzalamama noktasında gerekçe olarak parsel değişikliği talebinin kabul edilmeyişini ortaya koymasının ise taraflar arasındaki mutabakat karşısında kabul edilemeyeceği, zira davalının bu hareketi ile “çelişkili davranış yasağını” açıkça ihlal ettiği, bu durumda davalının bu gerekçesine itibar edilebilmesinin de mümkün bulunmadığı, kira sözleşmesinin yapılmasına yönelik ön sözleşme gereği davacının üzerine düşen tüm yükümlülüklerini yerine getirmesi sonrası davalının kira sözleşmesini imzalayacağı noktasında davacı tarafta açık bir güven uyandırdığı gerçeğine rağmen kira sözleşmesini imzalamak noktasında üzerine düşen yükümlülüğünü ısrarla yerine getirmediği, tarafların ticari defter ve kayıtları dikkate alındığında davalı tarafın tamamen dürüstlük kuralına aykırı hareket ettiği, dürüstlük kuralına aykırı bu davranışla davalının ön sözleşmede belirtilen koşulun gerçekleşmesine engel olduğu anlaşılmaktadır. Ön sözleşmedeki kira akdinin davalı tarafından imzalanmasına dair şartın TBK m.175/f.1 hükmündeki düzenleme nedeniyle ve davacı lehine gerçekleşmiş sayıldığı mahkememizce kabul edilmiştir.
Alacak hakkının doğumuna esas olan KDV 1985 yılında yürürlüğe girmiş olan 3065 sayılı Kanun çerçevesinde uygulanmakta olan bir tüketim vergisi niteliğindedir. KDV vergisinin içermiş olduğu indirim nedeniyle kural olarak mükellef üzerindeki vergi yükü kalmamakta ve bu suretle vergi son tüketiciye yansıtılmaktadır. Bu çerçevede somut uyuşmazlığa konu olan KDV vergisi gerçekleşen mal ve hizmet teslimleri nedeniyle satıcının hesaplayıp alıcıdan tahsil etmek suretiyle vergi dairesine ödediği vergi niteliğinde olup davacı tahsil yani mahsup amaçlı olarak ödemiş olduğu bu miktar çerçevesinde düzenlediği fatura nedeniyle bu fatura bedeline isabet eden 1.170.000,00 TL bedelli KDV alacağını talep edebilecektir.
Hal böyle olunca davacı tarafından söz konusu istasyona ait kira sözleşmesinin imzalanması ve istasyonun davalı tarafa teslim olunması amacıyla üzerine düşeni yaptığı, davalı tarafın kira sözleşmesinin imzalanması noktasında üzerine düşen yükümlülüğü dürüstlük kuralına aykırı olarak yerine getirmediği, buna göre kanun gereği ön sözleşmede belirtilen kira sözleşmesinin imzalanmasına dair şartın yerine geldiğinin kabulü durumunda davacı şirketin davalı şirkete bayrak parası için mahsup amaçlı olarak düzenlemiş olduğu 6.500.000,00 TL için KDV dahil 7.670.000,00 TL bedelli faturayı tanzim etmekte haklı olduğu, bu faturada belirtilen KDV bedeli olan 1.170.000,00 TL KVD bedelinin muhasebesel ve sektörel açıdan davalıdan talep edebilmesinin sözleşmesel ve yasal koşullarının oluştuğu anlaşılmaktadır.
Taraflar arasındaki uyuşmazlıkla ilgili sektörel, sözleşmesel ve muhasebesel verileri içeren bilirkişi kurulu raporu sonuç itibariyle, kısmen farklı gerekçeye dayansa da mahkememizce varılan sonuç ile uyumludur. Buna göre davacının KDV alacağını kural olarak talep edebileceğine dair varılan sonucu ortadan kaldıracak ve itibar edilebilecek bir itiraz ise yoktur.
Bilirkişi kurulu raporunda sonuç olarak davacının cari hesap ilişkisi nedeniyle 1.161.854,72TL tutarında alacağının dava tarihi itibariyle bulunduğu bildirilmiş ise de bu rakama değil takip talebinde belirtilen 1.170.000,00 TL bedelli miktara itibar edilmiştir. Zira “takip alacaklısı tarafından ödeme emrine süresi içinde itiraz etmiş olan takip borçlusuna karşı açılan itirazın iptali davasının konusu, icra takibi konusu edilen alacaklar olup, davanın amacı itirazla duran takibin devamını sağlamaktır. İtirazın iptali davası, yargılama usulü bakımından genel hükümlere tabidir. Davalı borçlunun icra dosyasında ileri sürdüğü itirazlar dışındaki itirazlarını da bu dava içinde ancak cevap süresi içinde ileri sürmesi olanaklıdır. Eğer cevap süresi içinde davalı/borçlu diğer itirazlarını ileri sürmezse mahkeme bunları kendiliğinden göz önüne alamaz, takibe itiraz edilirken bildirilen sebeplerle sınırlı araştırma yapmak durumunda kalır. Dava yargılama usulü bakımından genel hükümlere tabi olduğundan; ispat külfeti normal bir alacak davasındaki ile aynıdır. Ancak her iki dava ispat yöntemleri ve hukuki sonuçları bakımından farklılıklar göstermektedir. Bu bağlamda belirtmek gerekirse; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 190. maddesi gereğince ispat yükü kanunda özel düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir. Bu genel kuralın dışında bazı hâllerde kanıt yükü yer değiştirerek davalı tarafa geçer. Davacı ya da davalı iddiasını ya da savunmasını HMK’da belirtilen hükümlere göre ispat etmelidir. Buna göre yapılacak yargılama sonucunda mahkemece verilecek karar ya davanın kabulü ya da reddine yönelik olacak; ancak takibin iptali ya da devamı hükmünü de içerecektir. Bu açıklamalar da göstermektedir ki, itirazın iptali davası, icra takibine sıkı sıkıya bağlı; itiraz üzerine duran icra takibinin devam edebilmesini sağlayan ve takip hukuku içinde olmakla birlikte, maddi hukuk ilişkisinin incelenerek uyuşmazlığı kesin hükümle sonuçlandıran bir davadır. Davanın takibe bağlılığı, alacağın miktarı bakımından söz konusu olduğu gibi alacağın kaynağı bakımından da geçerlidir”. (Yargıtay HGK 2017/19-919E. 2019/886K.sayılı ilamı) Bu bakımından davalı tarafın cevap dilekçesinde açık hesap ilişkisi çerçevesinde davacıdan alacaklı olması nedeniyle takas veya mahsuba yönelik herhangi bir talebinin bulunmadığı, itirazın iptali talebi ve dayandığı belge ile bağlılık kuralı dikkate alındığında, bilirkişi kurulu raporunda belirtilen ve cari hesap ilişkisi çerçevesinde “davacının davalıdan 1.161.854,72 TL alacaklı olduğu yönündeki” görüşe itibar edilebilmesi mümkün değildir. Sonuç olarak davacının takip tarihi itibariyle davalıdan 1.170.000,00 TL KDV alacağı olduğunu kabul etmek gerekmiştir.
Öte yandan davacı takip talebi ile işlemiş faiz talep etmiş, dava dilekçesi ile ise işlemiş faize yönelik itirazın dahi iptali yönünde talepte bulunmuş, bu kısma ilişkin harç eksikliği ise yargılama sırasında Harçlar Kanunu m.27, m.30 gereği tamamlanmıştır. Bu itibarla dava konusu olan işlemiş faiz yönünden dahi mahkememizce değerlendirme yapılacaktır. Buna göre davacı vekilinin takip talebi ile işlemiş talep edebilmesi kural olarak, BK m.117/f.1 hükmü uyarınca alacaklının ihtarda bulunmasına veya açık bir sözleşme hükmü olmasına bağlıdır. Öncelikle davalının temerrüdüne yol açacak açık, kesin bir sözleşme hükmü yoktur. Somut olayda alacaklı tarafından düzenlenmiş bir ihtar yazısının davalı borçluya tebliğ olunduğuna dair bir belge sunulmadığı açık olduğu gibi tebliğe dair bir evraka da dayanılmamıştır. 6100 sayılı HMK m.121 ve devamı hükümleri uyarınca dava dilekçesinde gösterilmeyen, bu suretle dosyaya sunulmayan ve ayrıca davalıya dahi tebliğ olunmayan bir belgeye mahkememizce itibar edilebilmesi bu noktada usulden mümkün değildir. Kaldı ki HMK m.145 hükmü çerçevesinde bu noktada sonrada gösterilmiş bir delile dahi dayanılmamıştır. HMK m.25/f.2 hükmü uyarınca kanunda belirtilen durumlar dışında hakim, kendiliğinden delil toplayamaz. O halde temerrüdün oluştuğuna dair tebliğ belgesinin araştırılması veya dosyaya delil olarak getirilmesi noktasında kanunda belirtilen özel bir durum bulunmadığından mevcut dosya kapsamındaki delillere göre değerlendirme yapılması zorunludur.
Kaldı ki yukarıda açıklandığı üzere itirazın iptali davalarında takibe sıkı sıkıya bağlılık esastır. Davalı takip talebi içeriğine göre itiraz eder. Takip talebinde davacının takip tarihi itibariyle işlemiş faiz talep ettiği açık olmakla birlikte bu talebin bir ihtarnameye dayalı olduğu da açıkça yazılmamış olduğundan davalının işlemiş faize yönelik itirazı bu yönden de haklı bulunmaktadır. Her ne kadar davacı vekili takip talebinde işlemiş temerrüt faizi açısından TTK m.1530/f.7 hükmüne dayalı olarak işlemiş faiz talep ettiğini açıklamış ise de bu yöne ilişkin davalının itirazının dahi haklı bulunduğu anlaşılmaktadır. Zira itirazın iptali davalarında açıklandığı üzere takibe bağlılık esastır. Takip talebinde davacının işlemiş faiz açısından kanun hükmüne ve faturaya dayanmış olduğu, sadece davacı defterinde yer alan ve davalı tarafından kabul olunmayan fatura nedeniyle dahi davacının işlemiş faiz talebinin mümkün bulunmadığı, bu çerçevede davacının sadece dayanak faturaya dayalı olarak işlemiş ticari temerrüt faizi talep olunmasına yönelik takip talebindeki miktara yönelik davalı itirazının bu yönden de haklı olduğu, zaten TTK m.1530 hükmünün 2.fıkrasının uygulanmasını sağlayacak şekilde ve temerrüde esas bir sözleşme hükmü ve sözleşmede belirtilen bir ödeme durumunun mümkün olmadığı, adı geçen hükmün 4.fıkrasında geçen davacı borçlunun ihtara gerek kalmaksızın temerrüt durumuna düşmesini sağlayabilecek somut vakıaların dahi somut olayda gerçekleşmediği veya gerçekleştiğine yönelik vakıa veya delilin dosyada mevcut olmadığı, bu şartlarda takip talebinde belirtilen TTK m.1530/f.7 hükmü gereği işlemiş faiz talebinin yasal dayanaktan yoksun olmakla davalının bu yöne ilişkin icra dosyasındaki itirazının mevcut takip talebine göre haklı bulunduğu, TTK m.1530/f.7 hükmünün davacı lehine sonuç doğurmasının mümkün bu şartlarda mümkün bulunmadığı kabul olunmuştur. O halde davacının takip konusu yapmış olduğu işlemiş faize yönelik itirazın iptali talebinin bu yönlerden dahi kabulü mümkün bulunmamaktadır.
Bilindiği üzere İİK.m.67/f.2 hükmüne göre itirazın iptali davalarında davalı borçlunun itirazının haksızlığına karar verilmesi karşısında borçlu; takibinde haksız ve kötü niyetli olması halinde ise alacaklı tazminata mahkum edilir. Nitekim somut olayda davalı borçlunun 1.170.000,00 TL alacak miktarına yönelik olarak haksız itiraz ettiği açıklığa kavuşmakla bu miktarın %20’sine isabet eden tazminatın davalıdan alınarak davacıya verilmesi gerekir.
Yapılan açıklamalar karşısında davacının davasının KISMEN KABULÜ ile … 35. İcra Müdürlüğünün … E.sayılı icra dosyasına konu 1.170.000,00-TL asıl alacağa yönelik itirazın iptali ile bu kısım yönünden takibin devamına, hükmedilen 1.170.000,00-TL asıl alacağa takip tarihinden itibaren yıllık ticari temerrüt faizi olarak avans faizinin değişen oranlarda uygulanmasına, hükmedilen 1.170.000,00-TL asıl alacağın %20’sine isabet eden icra inkar tazminatının davalıdan tahsili ile davacıya verilmesine, davacının fazlaya ilişkin itirazın iptali ve takibin devamına yönelik talebinin sübut bulmadığından red olunmasına dair karar verilmiştir.
HÜKÜM:Yukarıda açıklanan nedenlerle;
1-Davacının davasının KISMEN KABULÜ ile … 35. İcra Müdürlüğünün …E.sayılı icra dosyasına konu 1.170.000,00-TL asıl alacağa yönelik itirazın iptali ile bu kısım yönünden takibin devamına,
2-Hükmedilen 1.170.000,00-TL asıl alacağa takip tarihinden itibaren yıllık ticari temerrüt faizi olarak avans faizinin değişen oranlarda uygulanmasına,
3-Hükmedilen 1.170.000,00-TL asıl alacağın %20’sine isabet eden icra inkar tazminatının davalıdan tahsili ile davacıya verilmesine,
4-Davacının fazlaya ilişkin itirazın iptali ve takibin devamına yönelik talebinin sübut bulmadığından red olunmasına,
5-492 sayılı Harçlar Kanunu hükümlerine göre alınması gereken ‭79.922,7‬0 TL harçtan, peşin alınan 13.295,02 TL harcın, 2.854,20 TL tamamlama harcı ile ayrıca 6.685,66 TL icra harcı toplamı ‭22.834,86‬ TL harcın mahsup edilerek bakiye ‭57.087,82‬ TL harcın davalıdan alınarak hazineye gelir kaydına,
6-Davacı tarafından yatırılan 13.295,02 TL peşin harç, 2.854,2 TL tamamlama harcı, 54,40TL başvuru harcı toplamı olan ‭16.203,62‬ TL harcın davalıdan alınarak davacıya verilmesine,
7-Davacı tarafından yapılan 55,00 TL tebligat posta gideri ile 4.500,00 TL bilirkişi ücreti ile toplam 4.555,00 TL yargılama giderinden davanın kabul nispetine göre (%87,5) ‭3.985,625‬ TL’nin davalıdan alınarak davacıya verilmesine, kalan miktarın davacı üzerinde bırakılmasına,
8-Dava kısmen kabul edildiğinden ve davacı vekil ile temsil edildiğinden yürürlükte olan AAÜT gereğince 73.750,00 TL nispi vekalet ücretinin davalıdan alınarak davacıya verilmesine,
9-Dava kısmen red edildiğinden ve davalı vekil ile temsil edildiğinden yürürlükte olan AAÜT gereğince 19.827,47TL nispi vekalet ücretinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine,
10-Artan avansın karar kesinleştiğinde ve talep halinde taraflara iadesine,
11-1.320,00-TL arabuluculuk ücretinin ileride Bakanlıkça ödenmesi durumunda 6183 sayılı AATUHK hükümleri gereği davanın kabul nispetine göre (%87,5) 1.155,00 TL’nin davalıdan, kalan 165,00 TL’nin ise davacı olan taraftan tahsili ile hazineye irat kaydına,
Kararın tebliğinden itibaren iki haftalık süre içinde mahkememize veya bulunulan yer asliye ticaret mahkemesine dilekçe ile başvurmak koşuluyla İstanbul BAM nezdinde İstinaf yasa yolu açık olmak üzere vekillerin huzurunda ve oy birliği ile karar verildi. 08/07/2021

Başkan …

Üye …

Üye …

Katip …