Emsal Mahkeme Kararı İstanbul 2. Asliye Ticaret Mahkemesi 2017/738 E. 2019/587 K. 27.06.2019 T.

Görüntülediğiniz mahkeme kararı henüz kesinleşmemiştir. Yararlı olması amacıyla eklenmiştir.

T.C.
İSTANBUL
2. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ

ESAS NO : 2017/738
KARAR NO : 2019/587

DAVA : Tespit
DAVA TARİHİ: 18/08/2017
KARAR TARİHİ: 27/06/2019

Mahkememizde görülmekte olan tespit davasının yapılan açık yargılaması sonunda,
GEREĞİ GÖRÜŞÜLÜP DÜŞÜNÜLDÜ:
Davacı vekili sunduğu dava dilekçesinde özetle;…’nin sermayesi 2.000,00 TL ve hisse adedi 4.000 iken 23.07.1997 tarihli yönetim kurulu kararıyla şirketin sermayesinin 5.000,00 TL’ye,hisse adedinin 5.000 ‘e çıkarılarak ve sermayenin tamamı ödendiğini,yine şirketin sermayesi 29.03.2006 tarihli yönetim kurulu kararıyla 50.000,00 TL’ye çıkarılmış, hisse adedi ise 50.000 olarak belirlenmiş olup sermayenin tamamının ise ödendiğini,konu 50.000 hissenin 15.000 adedinin …’a ait olup müvekkilinin …’nin %30 oranında hissedarı olduğu,hamiline hisse senetlerinin halen müvekkilinin elinde olup ibraz edileceğini,müvekkili şirketin 01.08.2008 tarihindeki olağanüstü olmak üzere 21.06.2016, 24.07.2015, 02.03.2012 ve 24.06.2008 tarihli genel kurul toplantılarına hiçbir şekilde asaleten ve/veya vekaleten katılmadığını,ancak müvekkilinin, davalı şirkette pay sahibi olmasına rağmen; 21.06.2016, 24.07.2015, 02.03.2012 ve 24.06.2008 tarihinde yapılan olağan genel kurul toplantıları ile 01.08.2008 tarihinde yapılan olağanüstü genel kurul toplantısına davet edilmediğini,bu yolla müvekkilinin genel kurula katılma hakkı ortadan kaldırıldığını,yine yok hükmünde olduğunun tespiti istenen olağan ve olağanüstü genel kurul toplantılarına çağrılmayarak, müvekkilinin oy kullanma, karar alma, bilgi alma, inceleme, denetim yapma, hukuki yollara başvurma ve kanunen vazgeçilmez nitelikte olan diğer hakları da sınırlandırıldığını/kaldırıldığını,ayrıca söz konusu genel kurul kararlarına ilişkin ticaret sicil gazetesi suretleri incelendiğinde; 24.06.2008 tarihinde ve sonrasında yapılan genel kurullarda, müvekkil … pay sahibi değilmiş gibi karar alındığını,işlem yapıldığını,müvekkilinin hiç yokmuşcasına yapılan ve müvekkilinin haklarını açıkça ihlal eden genel kurul kararları yok hükmünde olduğunu,her bir pay sahibinin genel kurul toplantısından haberdar olabilmesinin ve anılan temel pay sahipliği haklarını kullanabilmesinin asgari koşullarını düzenlemekte olup bu niteliği itibariyle mutlak emredici bir hüküm olduğunu,ancak yokluğunun tespiti talep edilen toplantıların tamamı davet usulüne uyulmadan ve gerekli ilanlar yapılmadan yapıldığını,müvekkile toplantı yeri, zamanı ve gündemini içerir bir davet gelmediği gibi müvekkilinin bilgi edinebileceği herhangi bir ilan da yapılmadığını,dolayısıyla pay sahibi olan müvekkilin genel kurula davet edilmemiş olması; Türk Ticaret Kanunu’nun emredici hükümlerine aykırılık teşkil ettiğinden ve pay sahibi olan müvekkilinin kanuni haklarını ortadan kaldırdığından, müvekkilin davet edilmeden yapılan genel kurullarda alınan kararların yok hükmünde olduğunu,24.06.2008 tarihli genel kurula davetin yetkili organ veya kişilerce yapılmadığını,genel kurula davetin yetkili organ veya kişilerce yapılmaması da genel kurulda alınan kararların batıl olması sonucunu doğurmadığını,huzurdaki davada yokluğu istenen 24.06.2008 tarihli olağan genel kurul toplantısına davet yetkili kişi veya organlarca yapılmadığını,genel kurula davet olağan hallerde ancak yönetim kurulu tarafından yapılabileceğini, geçerli bir davet yapılmış olması için yönetim kurulunun davet konusunda aldığı kararın da hukuken geçerli olması gerektiğini,genel kurula davet, ’Yönetim Kurulu’’ adına yetkisiz kişilerce yapılmışsa, yokluğun söz konusu olacağını,davalı şirket ana sözleşmesindeki açık hüküm gereğince, genel kurula davet kararının yönetim kurulu başkanı ve en az bir üyesinin müşterek imzası ile alınması gerekmekte olduğunu,şirket ana sözleşmesinin 27.maddesi gereği,“Şirketin idaresi ve dışarıya karşı temsili İdare Kurulu’na aittir. Şirketi ilzam edecek bilumum muamelat ve akdolunacak mukavelelerin ve mali taahhüdatın muteber olabilmesi için şirketin mührü altında İdare Kurulu Reisi ve İdare Kurulunca intisap olunacak diğer bir azanın müşterek imzalarını taşıması gerekir” hükmünün mevcut olduğunu, yokluğunun tespitini talep ettikleri 24.06.2008 tarihli olağan genel kuruldan önce yapılan 24.01.2006 tarihli olağanüstü genel kurul toplantısında müvekkil …’un üç yıllığına yönetim kurulu başkanı seçildiğini,dolayısıyla şirket ana sözleşmesindeki hüküm gereğince; 24.06.2008 tarihli genel kurula davet kararı ancak müvekkilin ve müvekkil ile birlikte bir yönetim kurulu üyesinin müşterek kararı ile alınabileceğini,ancak müvekkili …’un, yönetim kurulu başkanı olduğu dönemde, 24.06.2008 tarihli olağan genel kuruluna ilişkin davet kararı vermediğini,bu nedenle 24.06.2008 tarihli genel kurul toplantısında alınan kararın yok hükmünde olduğunu,ayrıca 24.06.2008 tarihinde yapılan olağan genel kurul toplantısı yok hükmünde olduğundan; bu genel kurulda seçilen yönetim kurulu ve yönetim kurulunun aldığı tüm kararlar ile 24.06.2008 tarihinden sonra yapılan tüm genel kurulların da yok hükmünde olduğunu,davalı …’nin; 21.06.2016, 24.07.2015, 02.03.2012 ve 24.06.2008 tarihli olağan genel kurulları ve genel kurulda alınan kararları ile 01.08.2008 tarihli olağanüstü genel kurulun ve genel kurulda alınan kararın yok hükmünde olduğunun tespitine karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle;davacı …’un, işbu tarih itibariyle davalı şirketin tek hissedarı olan … ile kardeş olduğunu, … ve davacı …’un 01.02.2006 tarihine kadar yıllardır devam eden ortaklıkları süresinde edinilmiş şirketleri, eşleri ve kendileri adına olan menkul ve gayrimenkul mallarının tamamının taksimi için 06.01.2006 tarihinde hakem tayin sözleşmesi yaparak hakem heyetine başvurduğunu, bunun üzerine yapılan yargılama sonucunda 20.10.2007 tarihli hakem heyeti kararı verildiğini,kararın taraf asillerine 24.10.2007 tarihinde tebliğ edildiğini, tarafların itirazı veya mahkemeye iptal başvurusu olmaması üzerine kararın kesinleştiğini,hakem heyetinin 07.04.2006 tarihli ve 2006/13 sayılı toplantısında davalı şirketin ve bu şirketin maliki olduğu “…” semtinde bulunan …’daki 44 adet bağımsız bölümün ve şirket hisselerinin tamamının değerlemesinin yapılması için dosyayı bilirkişiye gönderdiğini, bilirkişi heyeti ve tarafların iradeleri ile davalı şirket ve şirketin maliki olduğu …’daki bağımsız bölümlerin kıymetinin 3.500.000-$ bedel olarak takdir edildiğini,hakem heyeti yargılamasının 25.11.2006 tarihli, 2006/20 sayılı toplantısında tarafların kendi iradeleri ve rızai taksimleriyle taşınmazların tamamının …’a devredildiğini,buna karşılık davacıya …Şirketinin taksim edildiğini,işbu tutanağın davacı tarafından hakem heyeti huzurunda imza altına alındığını,nitekim 20.10.2007 tarihli hakem heyeti kararının 6. Sayfa 13 nolu maddesinde;… İlçesi, 45 Pafta, 3000 ada, 32 parseldeki zemini 3367/10000 hisseli …A.Ş.ne ait 26 adet bağımsız satış mağazalarının tamamı ile şirket hisselerinin tamamı …’a verilmiştir.” ifadeleri ile davalı şirketin tüm hisselerinin tarafların ortak mutabakatları ve rızai taksimleri doğrultusunda …’a verilmesinin kararlaştırıldığını, ayrıca yine hakem heyeti kararının ardından davacı …’dan yedinde bulunan davaya konu hamiline hisse senetlerinin …’a teslim edilmesinin talep edildiğini, buna karşın davacının hisse senetlerini kaybettiğini, bulamadığını inandığı bütün değerlerin üzerine yemin ederek beyan ettiğini,hakem heyeti kararında yer alan davalı şirketin hisselerinin tamamının devri ve davacının hisse senetlerini kaybettiğini,bu nedenle teslim etmediği yönündeki ifadelerinin doğrudan görgüye dayalı şahitleri olan hakem …’ın huzurda dinlenmesini talep ettiklerini, hakem heyeti kararının tarafların itiraz etmemesi üzerine kesinleşmesinin ardından davalı şirketin 24.06.2008 tarihinde yönetim kurulu kararında davacı …’un başkanlığında … ve …’ın katılımıyla;”sayın … 15,000 hisseye isabet eden 15.000,00-YTL tutarındaki hisselerini …’a satmasına ve diğer hissedarların hisselerinin …,…, … ve …’e satılmasına karar verilmiş, işbu karar mevcut başkan davacı … tarafından imza altına alındığını, bu karar doğrultusunda davacı …’un şirkette bir hissesi kalmadığını,taraflar arasında yaşanan tüm bu gelişmelerden sonra davacının huzurdaki davada, davalı şirketin halen hissedarı olduğuna ilişkin bu beyanları karşısında başta davalı şirket yetkilileri olmak üzere tarafların on yıllara dayanan uyuşmazlıklarının çözüme kavuşturulmasında etkin rol oynayan doğrudan görgüye dayalı şahitlikleri olan hakem heyetinin büyük bir şaşkınlık yaşandığını,hakem heyeti kararı ve davalı şirketin 24.06.2008 tarihli yönetim kurulunda alınan kararlar mevcutken davacının huzurdaki beyanlarına başkaca bir itiraz sunulmasına ihtiyaç olmadığını, davanın reddini savunmuştur.
Taraflar arasındaki uyuşmazlık davalı olan şirketin 2016,2015,2012 ve 2018 tarihi itibariyle gerçekleşen olağan genel kurulları ve bu genel kurullarda alınan kararlar ile 01/08/2008 tarihli olağanüstü genel kurulun ve genel kurulda alınan kararların yok hükmünde olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Mevcut olan dosya kapsamına göre … ile … arasında ihtilafların hakem yoluyla halli noktasında 20/10/2007 tarihi itibariyle hakem kararının mevcut olduğu,bu hakem kararı çerçevesinde davalı şirketin hisselerinin tamamının adı geçen protokolde ismi geçen … ve …’un mutabakatları ve rızai taksimleri doğrultusunda …’a devrinin kararlaştırıldığı,hatta daha da önemlisi davalı olan şirketin 24/06/2008 tarihli yönetim kurulu kararı ile davacı …’un dahi bilgisi ve imzası dahilinde olmak üzere davacı …’un hisselerinin …’a satmasına dair karar oluşturulduğu,buna göre ortaklık yapısını oluşturulan gerçek kişinin isimlerinin ve hisse adetlerinin karar altına aldıkları,yeni oluşan ortaklık yapısında …’un isminin ve hissesinin bulunmadığının açıkça kararlaştırıldığı,hatta tutanaktan anlaşılacağı üzere davacı …’un davalı şirkette sahip olduğu hisseleri satmak için dilekçesini şirkete dahi sunduğu,davacının elinde bulundurduğu hamile yazılı pay senetlerini adı geçen tarihlerden dava tarihine kadar dahi satın alan kişiye fiilen teslim etmediği tartışmasızdır.
Pay senedinin devrine dair sözleşmenin yapıldığı tarih itibariyle 6762 sayılı TTK hükümleri yürürlükte olup aleyhine dava açılan tüzel kişilik ise anonim şirket durumundadır.Bu çerçevede dava konusu pay senedinin mevcut olduğu anonim şirketlerde çıkarılan pay senetleri, hamile veya nama yazılı biçimde olur. Hamiline yazılı senetler elden teslim ile devir edilir. Nama yazılı pay senetlerinin devri için bir temlik beyanı veya senedin arkasında tam bir cironun yapılması, ayrıca senet üzerindeki zilyetliğin devir ve teslimi gerekir. Nama yazılı pay senedinin devri şirkete karşı ancak pay defterine kayıtla hüküm ifade eder. Oysaki, hamiline yazılı pay senetleri için böyle bir zorunluluk yoktur. Ortaklık sıfatının kazanılması için usulüne uygun şekilde zilyetliğin devri gerekli ve yeterlidir.(Yargıtay 11.HD 2008/3401 E.2009/7321 K. sayılı ilamından alıntı edilmiştir) bu çerçevede somut olayda tartışılması gereken husus davacı şirketin hamile yazılı olan pay senedinin devri noktasında 2006 tarihli protokolün varlığına,2007 yılındaki kesinleşen hakem kararının varlığına ve dahi davacı …’un davalı şirketteki hisselerini …’a satmasına ilişkin yönetim kurulunun,hukuken geçerli kararının varlığına rağmen aradan yaklaşık 9 yılı aşkın sürenin geçmesi sonrası davacının bu defa davalı şirketin adı geçen yıllara ait genel kurullarının ve bu genel kurulda alınan kararların yok hükmünde olduğunu talep etme hakkının olup olmadığıdır.Bir başka deyişle kanunun aramış olduğu şekilde pay devrinin gerçekleşmemesi durumunda somut olayın özelliği gözetildiğinde davacının,şirketin genel kurul kararlarının yok hükmünde olduğunun tespiti talep edip edemeyeceği tartışma konusudur.
Bu noktada öncelikle temel hukuk ilkeleri çerçevesinde ve usuli açıdan davacının açmış olduğu davanın dürüstlük kuralı çerçevesinde ele alınması gerekir.
“Dürüstlük kuralı, herkesin uyması gerekli olan genel ve objektif bir davranış kuralıdır. Genel olarak dürüstlük kuralı kişilerin tarafı oldukları hukuki ilişkilerde dürüst, namuslu, ahlaklı ve diğer kişilerde yaratılan güvenle tutarlı şekilde davranmalarını ifade eder. Buna göre belirli bir hukuki ilişkide dürüstlük kuralına uygun davranış; toplumdaki dürüst, namuslu ve orta zekalı bir kişinin, genel ahlâk, doğruluk ve karşılıklı güven esaslarına uygun davranış biçimidir. Dürüstlük kuralına uygun bu davranışın belirlenmesinde, toplumda geçerli olan genel ahlâk kuralları, günün adet ve uygulamaları, davranışın söz konusu olduğu hukuki ilişkilerin içerik ve amaçları da dikkate alınacaktır (DURAL, M. / SARI, S.: Türk Özel Hukuku 6. Baskı İstanbul 2011, s.226-227).
Diğer bir anlatımla dürüst davranma “bir hak sahibinin hakkını kullanırken veya bir borçlunun borcunu yerine getirirken iyi ve doğru hareket etmesi yani dürüst, namuslu, makul, fiilinin neticesini bilen, orta zekalı her insanın benzer hadiselerde takip edecek olduğu yolda hareket etmesi” anlamındadır.
Türk Medeni Kanununun 2. maddesinde, hukuk düzeninin kişilere tanıdığı bütün hakların kullanılmasında göz önünde tutulması ve uyulması gereken iki genel ilkeye yer verilmektedir: Dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı. Hukuk düzeni, kişilere tanıdığı her bir hakkın kapsamı ile bunların kullanılmasının şartlarını ve şeklini ilgili hak yönünden özel olarak düzenlemiştir. Ancak, hayatın sonsuz ihtimallerinin önceden öngörülmesinin ve bunların en küçük ayrıntılara kadar düzenlenmesinin imkânsızlığı karşısında, bütün hakların kullanılmasında dikkate alınacak genel bir sınırlama koyma ihtiyacı duyulmuştur. Dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı, bu açıdan uyulması gerekecek genel kurallar olarak karşımıza çıkmaktadır (DURAL / SARI, s. 225).
Türk Medeni Kanununun 2. maddesinde, hakların dürüstlük kuralına uygun kullanılması gerektiği ifade edilmiş, ardından hakların açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeninin korumayacağı belirtilmiştir. Bu ifade şeklinden yola çıkarak; bir hakkın kullanılmasında dürüstlük kuralına uyulmamasının müeyyidesinin, bu hakkın açıkça kötüye kullanılmış sayılması ve hukuken korunmaması olduğu kabul edilebilir (DURAL / SARI, s. 225).
Bir hakkın dürüstlük kuralına aykırı olarak kullanılması suretiyle başkasına bir zarar verilmesi hakkın kötüye kullanımını oluşturur. TMK’nın 2/I hükmü herkesin haklarını, toplumda geçerli doğruluk dürüstlük ve iş ilişkilerinin gerektirdiği karşılıklı güven anlayışına uygun olarak kullanmasını emreder. Hakkın kullanımı ölçütünü Türk Medeni Kanununa göre dürüstlük kuralları verir. Bunun yanında ayrıca hak sahibinin başkasını ızrar kastıyla hareket etmiş olup olmadığını araştırmaya gerek yoktur. Önemli olan başkasına zarar vermek kastı değil; hakkın dürüstlük kurallarına aykırı olarak kullanılması sonucunda başkasının zarar görmüş olmasıdır.
Bunun yanında aynı Kanun’un “İyiniyet” alt başlıklı 3. maddesinde de:“Kanunun iyiniyete hukukî bir sonuç bağladığı durumlarda, asıl olan iyiniyetin varlığıdır.Ancak, durumun gereklerine göre kendisinden beklenen özeni göstermeyen kimse iyiniyet iddiasında bulunamaz.” düzenlemesi yer almaktadır.
İyi niyet kavramına, Medeni Kanunun ve Borçlar Kanununun değişik maddelerinde yer verilmiş olmakla beraber, bu hükümlerin hiçbirinde iyi niyetin tam bir tanımı yapılmış değildir. Ancak TMK’nın 3 ve 1024 başta olmak üzere, yasal hükümlerin içeriğinden hareketle, iyi niyetin genel bir tanımının yapılması mümkündür. Buna göre iyi niyet, bir hakkın kazanılması veya bir hukuki sonucun doğması yönünden mevcut bir engeli, bir eksikliği veya benzeri bir olguyu bilmemek ve halin gerektirdiği özen gösterilse dahi bilecek durumda olmamaktır. İyi niyetin tersi olan kavramı kötüniyet oluşturur. Kötüniyet de; bir hakkın kazanılması veya bir hukuki sonucun doğması yönünden mevcut bir engeli, bir eksikliği veya benzeri bir olguyu bilmek veya halin gerektirdiği özen gösterildiğinde bilebilecek durumda olmak şeklinde tanımlanabilir.
Bu tanımlar ve tanımların dayandığı kanun hükümleri dikkate alındığında, iyi niyet ve kötüniyet; belirli bir olay veya olguya ilişkin olarak, bir kişinin bilgisine ve inancına yönelik yapılan bir değerlendirmeyi ifade etmektedir. Bu değerlendirme sonucuna göre, bir kişinin belirli bir durum karşısında iyiniyetli veya kötüniyetli olduğundan söz edilmektedir. Bu açıdan, iyi niyet kişiye özel olup, subjektif bir nitelik taşır. Bununla beraber, günlük hayatta ve bazı kararlarda iyiniyetli olma, kötüniyetli olma bir davranış şekli olarak ele alınmakta; kişilerin iyi niyetli veya kötüniyetli hareket ettiğinden bahsedilmektedir. Bu şekilde kullanımın, Medeni Kanunda iyiniyet ve kötüniyet kavramlarına verilen anlama uygun olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Bununla beraber bu tarz bir kullanımda, yürürlükten kalkan 743 sayılı Medeni Kanunun “herkes haklarını kullanmakta ve borçlarını ifada hüsniniyet kaidelerine riayetle mükelleftir” şeklindeki 2. maddesinin de etkisi vardır. Halbuki hakların kullanılması ve borçların ifasında geçerli davranış kuralları, herkes yönünden uygulanacağından, objektif bir nitelik taşımaktadır. Bu gerçeği göz önünde bulunduran 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK), 2. maddede herkesin “haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorunda” olduğu belirtilmiş, söz konusu davranış kurallarını, dürüstlük kuralı kavramı ile ifade etmiştir. Her ne kadar farklı kavramlar olsalar da, dürüstlük kuralı ve iyi niyetin temelinde namuslu, doğru ve dürüst davranma kuralı yer alır (DURAL / SARI, s. 218-219).
Ancak TMK’nın 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı, aynı Kanunun 3. maddesinde düzenlenen iyiniyet ile birebir aynı niteliği de taşımamaktadır. Medeni Kanunun 3. maddesinde düzenlenen iyi niyet “hakların kazanılması” ile ilgili olduğu halde, Medeni Kanunun 2. maddesinde yer alan dürüst davranma “hakların kullanılması” ve “borçların yerine getirilmesinde” söz konusu olur.
İyi niyet, MK 3’ün ifade ettiği üzere hakların kazanılmasında kazanmaya engel bir durumu bilmemek ve bilmesi gerekmemektir. İyi niyette objektif olarak haksız bir davranış vardır, fakat haksızlık yaptığı bilinci bulunmadığı için hukuk düzeni, bu iyi niyeti korumaktadır. Bu sebeple kanunda belirtilen hallerde hak kazanan şahsın olumsuz durumu, elverişsiz durumu kaldırılmakta, bertaraf edilmekte, onun hakkı kazanması sağlanmaktadır. Yanlış bir durum doğduğu halde, Medeni Kanunun 2. maddesinde ifadesini bulan güvenin korunması düşüncesi ile iyi niyetin korunması gerekmektedir. Başka bir değişle, iyi niyetin korunması, temelindeki dürüstlük kuralı gereği olan güvenin korunmasına dayalıdır. Mesela emin sıfatı ile zilyetten bir menkulün mülkiyetinin kazanılmasında, devredenin tasarruf yetkisine sahip olmadığını bilmeme (yani iyi niyetli olma) başka değişle tasarruf yetkisinin varlığına güvenme korunmaktadır. İşte bu güveni koruma, dürüstlük kuralı temeline dayanmaktadır. Ancak işaret etmek gerekir ki, bu yakınlık iki kurum arasında dürüstlük kuralı ile iyi niyet arasında mevcut farklılığı ortadan kaldırmaz. Dürüstlük kuralı ahlaki temele dayalı, orta vasıfta, makul ve dürüst bir insanın davranışını göstermektedir. İyi niyet ise sadece bir hakkın veya hukuki durumun kazanılmasına engel olabilecek bir durumu bilmemek ve bilmesi gerekmemektir (AKYOL, Ş.: Dürüstlük Kuralı ve Hakkın Kötüye Kullanılması Yasağı İstanbul 1995, s.10-11).
Objektif iyi niyet olarak da tanımlanan ve dürüstlük kuralını düzenleyen TMK’nın 2. maddesi, bütün hakların kullanılmasında dürüstlük kuralı çerçevesinde hareket edileceğini ve bir kimsenin başkasını zararlandırmak ya da güç duruma sokmak amacıyla haklarını kötüye kullanmasını Kanunun korumayacağını belirtmiştir. Aynı maddenin ikinci fıkrasında düzenlenen, hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının amacı, hâkime özel ve istisnai hallerde (adalete uygun düşecek şekilde) hüküm verme olanağını sağlamaktadır.
25.1.1984 gün ve 3/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararında da ifade edildiği üzere, bir hakkın kullanılmasının açıkça adaletsizlik oluşturduğu, gerçek hakkın tanınması ve bireyin korunması için tüm hukuki yolların kapalı bulunduğu zorunluluk hâllerinde, TMK’nın 2. maddesi uygulama alanı bulur ve olağanüstü bir imkân sağlar; haksızlığı düzeltici, yasadaki kuralları tamamlayıcı fonksiyonunu yerine getirir.
Gerçekten de hukukun her alanında uygulanma niteliğine sahip olan hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının; şekle aykırılığı ileri sürme hakkı için de bir sınır teşkil ettiği, buyurucu niteiği itibariyle hakim tarafından re’sen gözetilmesi gerektiği bugün Türk-İsviçre öğretisi ve uygulamasında tartışmasız olarak kabul edilmektedir (Yargıtay HGK.nun 13.2.1974 gün ve 524/103 sayılı; 2.10.1974 gün ve 2/810-1043 sayılı; 7.12.1983 gün ve 4/224-1276 sayılı…kararları).
Bununla birlikte, 30.09.1988 gün ve 1987/2 E., 1988/2 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da“…Zira hukuk ancak, meşru menfaatlerin tatminine yarar, başka bir şeye yaradığı taktirde ise mevcudiyet sebebini kaybeder. Öte yandan Medeni Kanunun 4. maddesi hükmüyle de hâkim, adalete uygun karar vermeye çağrılmaktadır. O, menfaatlerin doğru ve adil bir muvazenesini yapmak ve gerçekleri gözetmek zorundadır.” şeklinde bir açıklamaya yer verilmiştir.
Dürüstlük kuralı, bir kimseden dürüst bir insan olarak beklenen davranışı ifade eder. Bir davranışın bu nitelikte olup olmadığı, toplumda geçerli ahlak ölçülerine gelenek ve göreneklere, karşılıklı uygulanagelen teamüllere ve hakları sağlayan ilişkilerin amacına göre tayin edilir.
Diğer yandan, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığı belirlenirken; o kişinin hakkın kullanılmasında geçerli ve haklı bir yararının varlığı, hakkın kullanılmasının sağlayacağı yarar ile başkalarına vereceği zarar arasında aşırı oransızlığın olmaması, bir kimsenin kendi ahlâka aykırı davranışına dayanmaması ve uyandırılan güvene aykırı davranışta bulunmaması gibi ölçütler hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığını belirler (OĞUZMAN, M.K.: Medeni Hukuk-Temel Kavramlar 5. B, İstanbul 1985, s. 154 vd).
Medeni Kanun, kötüye kullanılan hakkın hukuk düzeni tarafından korunmayacağını belirtmiş olmakla beraber, bir hakkın ne zaman kötüye kullanılmış sayılacağı konusunda bir açıklamaya yer vermemiştir. Esasen, önceden hangi durumlarda hakkın kötüye kullanılmış sayılacağını belirlemek ve belirtmek mümkün de değildir. Daha önce de ifade edildiği gibi, dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı, hayatın sonsuz ihtimallerinin önceden öngörülerek, düzenlenmesindeki imkânsızlık sonucu oluşturulmuş kurallardır. Düzenlemenin bu amacı karşısında, önceden hakkın kötüye kullanılmasının varlığını tespitte esas alınacak unsur ve ölçütleri belirlemek isabetli bir tutum da olmayacaktır. Bu nedenle, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığının her somut olayda, olayın özellikleri dikkate alınarak hâkim tarafından belirlenmesi ihtiyacı ve gerekliliği vardır. Bununla beraber, belirli olguların varlığı bir hakkın kötüye kullanılmış olduğunun göstergesi olabilir. Nitekim, hakkın kötüye kullanıldığının kabul edildiği olaylar göz önünde tutularak, hakkın kötüye kullanılmış olduğunu gösteren bazı olgular ortaya konulmaktadır. Ancak, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığının belirlenmesine yardım eden bu olguların, somut olayda bulunması kesin olarak bir hakkın kötüye kullanıldığını göstermeyeceği gibi, bulunmaması da hakkın kötüye kullanılmamış olduğu anlamını taşımaz (DURAL / SARI, s. 239).
Bir başka anlatımla, kullanılan hak soyut değil somut olaylara dayanmalıdır. Eğer bir olayda, objektif iyi niyet kurallarına aykırılık varsa, burada hakkın kötüye kullanımı söz konusudur. Objektif iyi niyet kurallarını, her olayda geçerli kabul edilebilecek bir ölçü bulmak mümkün değildir. Hak sahibinin hakkını kullanmada iyi ya da kötü niyetli olduğunu saptamak kullananın iç dünyası ile ilgili olduğundan bunu belirlemek oldukça güçtür. Dolayısıyla her somut olayda, iyi niyet kurallarına aykırılığın olup olmadığının kendi şartları içerisinde değerlendirilmesi gerekir.
Hakkın kötüye kullanılmış olduğunu kabul etmek için hakkın amacına aykırı olarak kullanılması ve hakkı kullananın bu kullanmada çıkarının olmaması gerekir. “Hak” tanımının “hukukun tanıdığı ve koruduğu menfaat” olduğunu hatırlayarak, bir hakkın kullanılması sırasında kullananın bu “hak”kı, amacına aykırı olarak ve korunacak bir “menfaat” olmaksızın kullanması durumunda biçimsel mantığa göre, bu durumda hukukun himayesini esirgemek gerektiği sonucuna varılır (AKYOL, s. 21).
Şu hâlde bir hak, o hakkın tanınmasındaki amaca aykırı olarak kullanılırsa ve bu kullanmada kullanan bakımından menfaat yoksa veya çok küçük bir menfaat varsa, bu taktirde o hakkın kullanılmasından değil, hakkın kötüye kullanılmasından bahsedilir. Bir malikin mülkiyet hakkından yararlanması öngörülmüştür, malik mülkiyet hakkını kendisine yararı olmadığı halde, mülkiyeti amacına aykırı olarak kullanırsa, mesela gerekmediği halde gerekmediği yükseklikte bir duvar yaptırırsa, hakkın kötüye kullanıldığı sonucuna varırız (AKYOL, s. 21).
Bu durumda bir hak sahibi hakkını kullanırken veya bir borçlu borcunu yerine getirirken belirtilen bu duruma uygun hareket etmek zorundadır; aksi hâlde, hakkını kötüye kullandığı sonucuna varılabilecektir.
Hakkın kötüye kullanılması yasağı görünüşte bir hakkın kullanılmasından rahatsız ve rencide olan kişileri ilgilendirir. Ancak, hakkın kötüye kullanılmasını sağlamak bir genel kural, genel ilke niteliğindedir. Hukukun emirlerinden biri dürüstlük kuralına uymak ise, önemli yasaklarından biri de “hakkını kötüye kullanma”dır. Böylece hakkını kötüye kullanma hukuk tarafından konulmuş yasaklardan biridir. Niteliği itibariyle emredicidir (AKYOL, s. 23).
Hakkın kötüye kullanıldığı savunma olarak ileriye sürülmüş olmasa dahi bu husus def’i değil itiraz olarak kabul edildiğinden hâkim, dava dosyasından anlaşılan böyle bir durumu resen göz önüne almak zorundadır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 04.11.1964 gün 1964/2-953 Esas ve 1964/640 K. sayılı ilamı ile 14.2.1951 tarih ve 1949/17 E, 1951/1 K. sayılı; 8.11.1991 tarih 1990/4 Esas, 1991/13 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları).
Bütün hakların kullanılmasında ve borçların ifasında uyulması gereken dürüstlük kuralı ve hakların genel sınırlarını oluşturan hakkın kötüye kullanılması yasağı, kamu düzeni ihtiyaç ve gerekleri nedeniyle konulmuş kurallardır. Bu nedenle, Medeni Kanunun 2. maddesinin her iki fıkrası da emredici niteliktedir. Tarafların aralarındaki ilişkide dürüstlük kuralının ve hakkın kötüye kullanılması yasağının uygulanmayacağının kararlaştırmaları mümkün değildir. Dürüstlük kuralına veya hakkın kötüye kullanılması yasağına aykırı bir davranış, doğrudan hakkın mevcudiyetini ortadan kaldırdığından bir itiraz teşkil eder. Bu nedenle, dava dosyasındaki bilgi ve belgelerden hâkim, dürüstlük kuralına aykırı, hakkın kötüye kullanılması oluşturan davranışı tespit ediyorsa, ilgili tarafından ileri sürülmemiş olsa bile, kendiliğinden (re’sen) bunu dikkate almalıdır (DURAL / SARI, s. 243-244). (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2017/5-941E. 2017/1715 K.sayılı ilamı)
Bu çerçevede somut olayda,davacının hisse devrine dair protokol,yönetim kurulu kararı çerçevesinde ve dava tarihi itibariyle yaklaşık dokuz (9) yıl geçtikten sonra dahi hamile yazılı pay senetlerini elden teslim ile devretmemesi öncelikle taraflar arasında oluşan güven ilişkisine aykırıdır.Esasen kanun koyucunun bu kadar uzun devam eden süre zarfında payın elden teslim yoluyla devir edilmemesi haline bağlanan hukuki müeyyideyi kazuistik yöntemle düzenlememesi kabul edilebilir.Zira hayatta gerçekleşebilecek her türlü hukuki uyuşmazlığın kanunda düzenlenmesi soyut norm sistemi ile hazırlanan kanunlarda mümkün değildir.Payını devreden ve şirket ile bağını devam ettirdiği de ispatlanamayan davacının, dokuz yıl sonra bu paya bağlı dava haklarını kullanmasına mahkemece izin verilmesi hakkın kötüye kullanılmasına da izin vermek sonucunu doğurur.
“Oysaki TMK.m.2 hükmüne göre bir hakkın kötüye kullanılmasını “hukuk düzeni” himaye etmemelidir.Nitekim açıklanan Yargıtay HGK’nun emsal ilamında da belirtildiği üzere, hakkın kötüye kullanılması yasağı,somut olayda olduğu üzere hamile yazılı senedini elden teslim suretiyle devrini gerçekleştirmeyen davacının bu duruma dayanarak davalı şirket aleyhine açmış olduğu genel kurul kararının yokluğuna dair talebin kabulü açısından bir sınır teşkil etmeli,bu nedenle bu yöne ilişkin davacının davasının ise ret olunması gerektiği kabul edilmelidir.
“Öte yandan, taraflar arasındaki somut uyuşmazlığın çözümünde etkili olduğu düşünülen “güven ilkesi”, “güven kavramı” ve “güven sorumluluğu” hakkında açıklamalarda bulunulması yararlı görülmüştür.
Hukukun evrensel ve genel ilkelerinden olan “dürüstlük ilkesi” (Türk Medeni Kanunu m.2), bazı alt ilkelerin doğmasına sebep olmuştur. Bu ilkelerden birisi “ahde vefa ilkesi”, bir diğeri de “güven ilkesi”dir.
Yine dürüstlük ilkesini temel alan bir akım da, irade beyanlarının yorumunda ve dolayısıyla sözleşmelerin kurulup kurulmadığını tespitte “korunmaya layık haklı güveni” esas alan “güven ilkesi” dir. Bu güven ilkesi de, “hukuki görünüşe güvenin korunması” alt ilkesini doğurmuştur.
Güven kavramı, anlam itibariyle sadece, etik ve moral beklentilerin mevcut olduğu bir kavram değildir. O, aynı zamanda, toplum içerisindeki bireylerin iletişiminde çok ciddi rol oynayan ve bazı durumlarda eksik kalmış, tamamlanamamış ya da üstü kapalı olarak geçirilmiş, bazı irade beyanlarının yorumlanması ve tamamlanmasında önemli derecede etkisi olan psikolojik-sosyolojik bir kavramdır. Bilgilendirme gereksinimi içinde, güven kavramının, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamları da mevcuttur. Bir görüşe göre güven kavramı, toplum içerisinde, bir bireyin diğer bireylerle olan ilişkilerini tamamlayan; bu ilişkilerin yorumlanmasında kullanılan; ya da o bireyin geleceği ile ilgili olan olaylarda yol gösterici bir rol oynayan, tamamen insanın kendi iç dünyasıyla ilgili bir davranış, bir ruh hali, bir zihniyet, bir anlayıştır.
Güven kavramının temelinde; doğruluk, dürüstlük, açık sözlülük, içtenlik, gerçeklik, haklılık gibi anlamlar yatmakta; güven kavramının anlamı da sayılan bu ilkelere dayanmaktadır. Bu anlamda güven, iki taraflıdır. Bir birey, ya karşısındakine güvenir, ya da karşısındaki, o bireye güven verir. Bir kimsenin, çevresine verdiği güven, aynı derecede bir karşılık ve hukuki olarak korunma gerektirmektedir.
Özel bir ilişkiye girmiş taraflardan biri, hukuka ve güven ihlali söz konusu olduğunda da hukukun öngördüğü yaptırıma güvenerek karşı tarafa güvenmiştir. Karşı taraf omuzlarına da bu güvenden dolayı, doğru ve dürüst davranmak ve sadakatli olmak yükümlülüğü yüklenmiştir. Kendisine güvenilen taraf da yapmış olduğu kendi davranışları ile bu güven olgusunu meydana getirdiği için, güvenen tarafa kendisine neden güvendiği hususunda bir itiraz hakkı söz konusu olmayacağı öğretide ileri sürülmüştür.Gerçekten de, her iki tarafın menfaatlerini korumak ve dengelemek için ileri sürülen güven ilkesine göre, bir irade beyanını anlamak ve değerlendirmek için, beyan muhatabınca bilinen ve bilinmesi gereken bütün hal ve şartları Medeni Kanun m.2’de düzenlenen dürüstlük ilkesi gereğince değerlendirmek gerekecektir. Böylece, beyana ne anlam verilmesi gerektiği ortaya çıkacaktır. Bu ilkeye göre, korunan karşı tarafın-beyan muhatabının- “haklı güven”idir. Beyan muhatabının gerekli dikkat ve özeni göstermeksizin, beyanı nasıl anladığına bakılmayacaktır. Beyan muhatabı, kendisine ulaşan beyanı, dürüstlük ilkesi gereği, bildiği veya bilmesi gereken tüm unsurları dikkate alarak anlamalıdır. Yani, onun bu beyanı o şekilde anlaması MK. m.2 uyarınca haklı görünmelidir. İşte bu ilke, meydana gelen adaletsizliği ve taraflar arasında gerçekleşen sorunu çözmüş olmaktadır. Zira, güven ilkesi “karşılıklı birbirini gözetme” ve “bağlılık” esaslarına dayanmaktadır. Bu ilkeye göre, hem beyan sahibinin hem de beyan muhatabının menfaatleri dengede tutulmuş olmaktadır. Bir yandan beyan muhatabının, dürüstlük kuralına(objektif iyiniyet) göre, bildiği ve bilebileceği bütün olguları değerlendirerek beyana vermesi gereken anlama olan haklı güveni korunmakta; diğer yandan ise, beyan sahibinin yaptığı beyanının, makul ve dürüst bir sözleşen insan tarafından anlaşılması olağan biçimde anlaşılacağına dair haklı güveni teminat altına alınmaktadır.
Güven sorumluluğunun gerçekleşebilmesi için, bir kimsede hukuken korunmaya layık bir güvenin olması, bu güvene dayanılarak bir tasarruf işleminde bulunulması, tüm bunların da bir kişiye isnat edilebilmesi gerekir.
Yukarıda güven sorumluluğuna ilişkin belirtilen genel şartlar, aynı zamanda Alman Hukukunda da aranmaktadır.
Güven sorumluluğunun Türk pozitif hukukunda özel bir kanuni düzenlemesi bulunmamakla birlikte; Türk hukuk öğretisinde dürüstlük kuralından hareketle bir olayda güven sorumluluğunun gerçekleşebilmesi için şu şartlar aranmaktadır: Olayda bir “güven” unsuru bulunmalı, zarar gerçekleşmeli, yaratılan hukuki görünüme güvenin pozitif olarak korunması anlamında geçerlilik sonucu bağlanmamalı, zarar ile yaratılan hukuki görünüş arasında nedensellik bağı söz konusu olmalı, başka hukuki kurumların uygulama alanına giren herhangi bir durum söz konusu olmamalı, hukuki görünüşü yaratan kimse kusurlu olmalı, kişinin haklı güveni, yani olayda iyiniyeti bulunmalıdır.(Yargıtay HGK 2012/19-670E.2013/171K.sayılı ilamı)
Hal böyle olunca davalı şirketteki payını devreden davacının,davalı şirketin yönetim kurulunca dahi bu yönde karar alındıktan yaklaşık dokuz (9) yıl geçmesi sonrası,davalı şirket ile olan ortaklık ilişkisinin son bulduğu noktasında davalıda güven uyandırdığı,oluşan bu güven çerçevesinde davacının,azınlığa kanunun tanıdığı hakları da kullanmayacağını bir anlamda izhar ettiği, bu güvene dayalı olarak tarafların hukuki konumlarını belirledikleri,taraflar arasında karşılıklı olarak bir güven ilişkisinin dokuz yıllık sürede oluştuğu,bu sürenin oluşumuna bizzat davacının düzenlediği protokol ile bizzat davacının imzaladığı yönetim kurulunun kararının da referans niteliği taşıdığı açıktır.Bu nedenle davacı kendi kusuru ile davalı şirkette, dokuz (9) yılı aşan süre ile oluşan güvene aykırı hak talep etmesi hukuken korunamaz.Bir başka deyişle davacı,çelişkili davranış yasağını ( venire contra factum propium) açıkca ihlal etmiştir ki günümüz hukukunun en önemli kaynaklarından olan ve Roma hukukunda dahi benimsenen bu ilkeyi ihlal eden davacı hukuken korunamaz.
Kuşkusuz ki 6102 sayılı TTK m.1 hükmü gereği TTK,4721 sayılı TMK’nun ayrılmaz bir parçasıdır.Bu noktada mahkememizce yapılan değerlendirmede 4721 sayılı TMK ile hakkın kötüye kullanılmasının,648 sayılı TMK’dan farklı olarak “kanun” değil “hukuk düzeni” tarafından korunamayacağı düzenlemesi özellikle dikkate alınmıştır.Zira kanun koyucu,bu suretle hakkın kötüye kullanılmasının,temel hukuk kurulları açısından dahi ve mutlaka ele almasını özellikle amaçlamıştır.Esasen, kanun koyucu 2001 tarihinde yürürlüğe giren TMK m.2 hükmü ile getirdiği bu değişikliği,2011 tarihinde yürürlüğe giren ve HMK m.29 hükmünde düzenlenen “Dürüst davranma ve doğruyu söyleme yükümlülüğü” başlıklı hüküm ile bir anlamda perçinlemiş,usul hukukunda da kötü niyetli hareket edilmemesi gerektiğini özellikle ve öncelikle ortaya koymuştur.Kanun koyucunun açıklanan iradesinin, somut olayda görmezden gelinmesine yol açacak şekilde davanın kabulü bu açıdan mümkün görülmemelidir.Bir başka deyişle “kanun koyucunun,çarpışan menfaatlar için biçtiği ifade” (E.Hirş) görmezden gelinemez.
Yapılan açıklamalar karşısında dava açıldığı tarih itibariyle hukuken kötü niyetli olarak kabul edilmesi gereken davacının açmış olduğu davasının reddine karar vermek gerekimiştir.

HÜKÜM:Yukarıda yazılı nedenlerle;
Davacının davasının reddine,
Hüküm tarihinde yürürlükte bulunan harçlar tarifesine göre tahsil edilmesi gereken 44,40 TL maktu harçtan 31,40 TL harcın mahsubu ile bakiye 13,00 TL harcın davacı taraftan tahsil edilerek hazineye irat kaydına,
Yargılama giderlerinin davacı üzerinde bırakılmasına,
Davalı kendisini vekil ile temsil ettirdiğinden hüküm tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’ne göre hesap ve takdir edilen 2.725,00 TL vekalet ücretinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine,
Gider avansının kalan kısımlarının karar kesinleştiğinde ve talep halinde yatıran taraflara iadesine,
Dair, taraf vekillerinin yüzüne karşı, tarafların gerekçeli kararı tebliğ tarihinden itibaren iki hafta içerisinde mahkememize verecekleri bir dilekçe ile veya bulundukları yerdeki başka bir mahkeme aracılığıyla mahkememize gönderecekleri dilekçe ile HMK.341.maddesi uyarınca İstanbul BAM nezdinde istinaf yoluna başvurma hakları bulunduğu hatırlatılmak suretiyle verilen karar açıkça okunup anlatıldı.

Başkan …
¸e-imzalıdır
Üye …
¸e-imzalıdır
Üye …
¸e-imzalıdır
Katip …
¸e-imzalıdır