Emsal Mahkeme Kararı Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 23. Hukuk Dairesi 2022/668 E. 2022/818 K. 17.05.2022 T.

Görüntülediğiniz mahkeme kararı henüz kesinleşmemiştir. Yararlı olması amacıyla eklenmiştir.

T.C. ANKARA BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ 23. HUKUK DAİRESİ Esas-Karar No: 2022/668 – 2022/818
T.C.
A N K A R A
B Ö L G E A D L İ Y E M A H K E M E S İ
23. H U K U K D A İ R E S İ ( D İ R E N M E )
(İ S T İ N A F D İ L E K Ç E S İ N İ N
R E D D İ)
ESAS NO : 2022/668
KARAR NO : 2022/818

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
B Ö L G E A D L İ Y E M A H K E M E S İ K A R A R I

DAVACI :
VEKİLİ :
DAVALI :
VEKİLİ : Av. DUYGU TAŞDEMİR – Gmk Bulvarı No:12/95 Kızılay … Çankaya/ ANKARA

Dairemizin 03.12.2019 gün, 2019/1760E, 2019/1933 K sayılı kararının Yargıtay 6. Hukuk Dairesi’nin 31.01.2022 tarih ve 2021/1738 E. ve 2022/408 K. sayılı kararıyla bozulmasına karar verilmesi üzerine HMK’nın 373/(4). maddesi uyarınca duruşma açılmasına karar verildi.
GEREĞİ GÖRÜŞÜLDÜ :
İstem davalı şirketin iflasının açılması istemine ilişkindir.
Mahkemece Ankara 8. Asliye Ticaret Mahkemesince verilen iflas kararının kesinleştiği gerekçesiyle karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir.
Kararı davalı şirketin iflas idaresi vekili istinaf etmiştir.
Dairemizin “istinaf isteminin süreden reddine” ilişkin 03.04.2019 gün ve 2019/778 E., 2019/575 K sayılı kararının iflas idaresi vekilince temyiz edilmesi üzerine Yargıtay’a gönderildiği ve Yargıtay 23. Hukuk Dairesinin 13.06.2019 gün ve 2019/2032 E., 2019/2659 K. sayılı kararıyla iflas idaresi vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle Dairemizin 03.04.2019 tarihli kararının bozulmasına karar verildiği görülmüştür.
Bu kez Dairemizin 03.12.2019 gün ve 2019/1760-1933 E.K sayılı kararı ile:
Dosyanın yapılan incelemesinde davalı … Enerji San ve Tic. AŞ’nin iflasının istendiği ve eldeki dava devam ederken adı geçenin başka bir mahkemede görülen dava sonunda iflasına karar verildiği ve bu kararın da kesinleştiğinin anlaşıldığı,
İflas davasının inşai bir dava olduğu, borçlunun iflasının açılmasına ve müflis sıfatını kazanmasına yol açtığı;
Bu itibarla iflas davasının masayı ilgilendiren bir dava olmayıp doğrudan müflis şirket yönetim kurulunca ya da müdürlerince takip edilmesi gerektiği; nitekim Türk Ticaret Kanunu’nun 534’üncü maddesinde de iflas halinde şirket organlarının temsil yetkilerini ancak şirketin iflas idaresi tarafından temsil edilmediği hususlar için koruduklarının belirtildiği,
Somut olayda başka bir mahkemeden verilen iflas kararı üzerine iflas idaresinin oluşturulduğu, eldeki dosyaya şirket yönetim organı yerine herhangi bir sıfatı olmadığı halde iflas idaresinin vaziyet ettiği, gerekçeli kararın da yasa yollarına başvurma yetkisi olan şirket yönetimine değil iflas idaresine tebliğ edildiği,
Bu bakımdan iflas idaresinin eldeki davada sıfatı bulunmadığı; önceki istinafı ve kararı temyiz etmesinin mümkün olmadığı, bu hususun öncesinde Dairemizce gözden kaçırıldığı,
Öğretide de iflas kararının ancak şirket yönetimince (veya onun atadığı vekil tarafından) yasa yollarına götürmesi gerektiğinin kabul edildiği (bkz. Atalay, O.: Anonim Şirketlerin İflası, İzmir 1996, s.178 vd.).
Dairemizce istinafın süresinde olmadığından bahisle verilen red kararının Yargıtay’ca bozulması üzerine yargılamaya devam edildiği;
Hatanın fark edilmesi üzerine yasa yoluna başvurabilmesi amacıyla ilk derece kararının şirket yönetimine tekrar tebliğe çıkartıldığı, ancak adı geçen tarafından istinaf yoluna başvurulmadığı;
Yukarıda da belirtildiği gibi iflas idaresinin iflas kararını istinaf etmek bakımından sıfatı bulunmadığından istinaf dilekçesinin reddine karar verilmiştir.
YARGITAY 6. HUKUK DAİRESİNİN (İKİNCİ) BOZMA KARARI
Dairemizce davada sıfatı bulunmadığı düşünülen “Müflis … Enerji San ve Tic. AŞ İflas İdare Memurluğu” vekili kararımızı temyiz etmiştir.
Yargıtay 6. Hukuk Dairesi bu kişiyi “davalı” vekili olarak nitelendirerek yaptığı temyiz incelemesinde yargılama sürecini özetledikten sonra:
“… Somut olayda davalı şirketin iflasına dair başka bir dosyadan karar verilmiş olup, iflas idaresi de bu karara istinaden teşekkül ettirilmiştir. Bölge adliye mahkemesi kararında da belirtildiği üzere işbu iflas davasında iflas idare memuru vekilinin iflas kararını temyiz etme yetkisi bulunmamaktadır. Ne var ki, iflas idare memuru vekili istinaf ve temyiz dilekçesinde açıkça anlaşılacağı üzere vekalet ücretine ilişkin kurulan hükmü istinaf etmiş olup, vekalet ücretine ilişkin karar iflas masasının malvarlığını ilgilendireceğinden iflas idaresinin bu kararı istinaf etme hakkı bulunduğunun kabulü gerekir. Bu nedenlerle davalı vekilinin temyiz isteminin kabulüyle Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 23. Hukuk Dairesinin, istinaf dilekçesinin reddine ilişkin kararı yerinde görülmemiş, kararın bozulması gerekmiştir” şeklindeki gerekçe ile istinaf dilekçesinin sıfat yokluğundan reddine ilişkin kararımızı da bozmuştur.
BOZMA SONRASI YARGILAMA
Yargıtay bozma kararı üzerine Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 373’üncü maddesinin 3 numaralı bendi uyarınca duruşma açılmış ve ilgililer duruşmaya davet edilmiştir.
Yargılamaya sadece iflas idaresi memurları vekili katılmış ve bozmaya uyulmasını istemiştir.
DİRENME GEREKÇESİ
I
İflas davası inşai bir davadır.
Bu dava ile iflasa tâbi bir (gerçek ya da tüzel) kişinin iflasının açılması ve İcra ve İflas Kanunu’nun iflas hükümleri çerçevesinde varlıklarının paraya çevrilmesi ve borçlarının ödenmesi suretiyle “külli tasfiyesi” amaçlanır.
İflas eden kimse “müflis” statüsüne girer. İflas borçlu bakımından önemli bir itibar kaybıdır.
Birçok yasada müflislerin haklarını kısıtlayan hükümler bulunmaktadır. Söz gelimi iflas edenler bankalarda (5411 s. Bankalar Kanunu m.8/2), sermaye piyasası aracı kurumlarında (6362 s. Sermaye Piyasası Kanunu m.44/1-a), finansal kiralama, faktoring, finansman ve tasarruf finansman şirketlerinde (6361 sayılı Finansal Kiralama, Faktoring, Finansman ve Tasarruf Finansman Şirketleri Kanunu m.6/1-a), özel istihdam bürolarında (4904 s. Türkiye İş Kurumu İle İlgili Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun m.8/1-a) kurucu ortak olamazlar. Yine konkordato ilan edenler Kamu İhale Kanunu çerçevesinde ihalelere de katılamaz (4734 Kamu İhale Kanunu m.10/III-a).
Hatta İcra ve İflas Kanunu da bunu bir kamusal sonuç olarak kabul etmiş ve özel koşulların sağlanması halinde “itibarın yerine gelmesi”ni ayrıca düzenlemiştir (İİK m.312-316).
Bu haliyle iflas davası masayı ilgilendiren bir dava olmayıp doğrudan borçlu tarafından takip edilmelidir. Borçlu eğer şirketse davayı takip yetkisi, bizzat dava ve taraf ehliyetini haiz olan müflis şirket yönetim kurulunda ya da müdürlerindedir.
Nitekim Türk Ticaret Kanunu’nun 534’üncü maddesinde de iflas halinde şirket organlarının temsil yetkilerini ancak şirketin iflas idaresi tarafından temsil edilmediği hususlar için korudukları belirtilmiştir.
Borçlunun iflas etmesi ya da etmemesi noktasında “iflas idaresi”nin hiçbir işletmesel, ekonomik, itibar kaybı vs endişesi yoktur. Hatta biraz temkinli düşünüldüğünde iflas kararının bozulması iflas idare memurlarının görevine son verilmesini gerektirecek, onları parasal kazançlarından edecektir. Bir şekilde iflas masasına vaziyet eden iflas idaresi memurlarının, borçlunun iflasına ilişkin kararın kaldırılması için -tıpkı borçlu gibi- çaba sarf edeceklerini beklemek rasyonel görünmemektedir.
Somut olayda başka bir mahkemeden verilen iflas kararı üzerine iflas idaresi oluşturulmuş, eldeki davada şirket yönetim organı yerine herhangi bir sıfatı olmadığı halde iflas idaresi katılmaya başlamıştır.
Gerekçeli karar da yasa yollarına başvurma yetkisi olan şirket yönetimine değil iflas idaresine tebliğ edilmiştir. Bu bakımdan iflas idaresinin eldeki davada sıfatı bulunmadığından önceki istinafı ve temyizi incelenmemelidir.
Zira yukarıda da vurgulandığı gibi iflas idaresi tasfiyeyi ve dolayısıyla parasal işleri görmekte yetkili iken, şirket yönetiminin tasfiye dışındaki konularda yetkisi devam etmektedir. Söz gelimi iflas etmiş bir şirkette şirket yönetim kurulu genel kurulu toplantıya çağırabilecek; genel kurul (parasal olmayan) kararlar alabilecek, yeni yönetim kurulu seçebilecektir, vs…
Dolayısıyla borçlu şirketin statüsünü değiştirecek iflas davasını da bizzat takip etmesi ve yasa yoluna da bizzat gelmesi gerekecektir.
Öğretide de iflas kararının ancak şirket yönetimince (veya onun atadığı vekil tarafından) yasa yollarına götürmesi gerektiği kabul edilmektedir (bkz. Atalay, O.: Anonim Şirketlerin İflası, İzmir 1996, s.178 vd.).
Nitekim Özel Daire de bozma kararının başında iflas idare memurları vekilinin temyiz yetkisinin bulunmadığı açıkça kabul edilmiştir.
Daha sonra iflas idaresinin istinaf ve temyiz nedeninin vekalet ücretine ilişkin olduğu ve bunun da masayı ilgilendirdiği gerekçe gösterilerek, aslında bulunmayan bu hak adı geçene tanınmıştır.
Bu yaklaşım da yerinde değildir. Bunu açıklamak için kısaca “iflasın tekliği” ilkesinden söz edilmelidir:
Dairemizce verilen bir direnme kararının temyiz incelemesi üzerine Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 01.06.2021 gün ve 2018/(15) 23 – 985 E, 2021/643 K sayılı kararında düzeltme gerekçesi olarak “iflasın tekliği” ilkesinden söz edilmiş ve Dairemizce verilen iflas kararının anılan ilkeye uygun olmadığı vurgulanarak borçlu hakkında verilen üç iflas kararı arasından ikinci iflas kararı tarihi “iflas tarihi” olarak benimsenmiştir.
İflasın tekliği ilkesi aynı borçlu hakkında birden çok derdest iflas dosyası bulunması halinde söz konusu olur. Bu ilke birden çok iflas dosyasından birinde iflas kararı verildiğinde diğer dosyalardan iflas kararı verilemeyeceği ile ilgilidir. Bu durumda diğer mahkemeler ellerindeki dosyalarda iflas kararı vermeyip, iflası açan mahkemenin kararının akıbetini bekler. Eğer o karar kesinleşirse artık ellerindeki dosyayı “konusu kalmayan dava hakkında karar verilmesine yer olmadığı”ndan bahisle karara bağlar. O karar kaldırılır (HMK m.353/1-a) veya bozulursa yargılamaya devam eder ve vardıkları sonuca göre karar verirler (bu konuda ayrıntılı açıklamalar için bkz. Karakaş, C. F.: “İstinaf Yargılamasının İflas ve Konkordatoda Ortaya Çıkarttığı Sorunlar”, İlamat Torbası, C.II, Ed. A. C. Budak, V. Karaaslan, Filiz Kitabevi, İstanbul 2021, s.142 vd.).
Somut olayda da 266 kişi aynı vekil vasıtasıyla iflas isteminde bulunmuştur. Bunlardan birinin iflas istemesi yeterli iken bilinemeyen bir saikle dava bu şekilde açılmıştır. O sırada bir başka mahkeme iflasa karar vermiş ve o karar da kesinleşmiştir. Artık eldeki davanın konusu kalmamıştır, zira iflasın tekliği ilkesi gereği bir kez daha iflas açılamayacaktır. Vekil de tek olduğundan davacılar yararına tek ve maktu bir vekalet ücreti tayin edilecektir. Karar tarihi itibariyle masanın bütünlüğü içinde 1.090,-TL gibi çok cüz’i bir alacağın iflas idaresine yasa yoluna başvuru hakkı verdiğini kabul etmek doğru değildir.
II
Bir an için “hakkı haleldar olan üçüncü kişinin yasa yoluna başvurabileceği” düşünülse bile:
Her şeyden önce böyle bir uygulama açık bir yasal düzenleme olmaksızın Türk hukuku için söz konusu değildir (söz gelimi HMK m.376).
İflas hukukunda bu dahi sınırlıdır, zira davacılar vekili alacağın masaya kaydını istediğinde iflas idaresi bu talebi reddedebilecektir (İİK m.231).
Kaldı ki iflas idaresi istinaf yoluna da yasal on günlük (İİK m.164) süreden sonra başvurmuştur. Nitekim Yargıtay’ın ilk bozma kararı Dairemizin süreden red kararına yöneliktir.
Süre konusunda da şu açıklamalar yapılmalıdır:
A- Hukuk Yargılamasında Sürelerin Özellikleri ve Etkileri Bakımından
1. Yasal Düzenlemeler
Hukuk uygulamasında “süre” bir yükümün yerine getirilmesi veya bir işlemin yapılması için yasa veya hakim tarafından belirlenen zaman dilimidir. Hukuk yargılamasında süre kavramı daha teknik bir anlama sahiptir. Buna göre: “Dava ile ilgili bir işlemin yapılması amacıyla mahkeme veya ilgililer için yasayla ya da yasanın verdiği yetkiye dayanarak hakim ya da ilgili kimse tarafından tayin olunan belirli bir zaman dilimine süre denmektedir” (bkz. Tercan, E.: Medeni Usul Hukukunda (Kesin Sürelerin Kaçırılması Halinde) Eski Hale İade – Hali Sabıka İrca-, Ankara 2006, s.38; Taş Korkmaz, H.: “Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’na Göre Hakimin Belirlediği Süreler ve Bu Sürelerin Hukuki Dinlenilme Hakkı ile İlişkisi”, MİHDER 2008/10, s.413; Akil, C./Gül, M. A.: “Medeni Yargıda Hakimin Kanuni Süreyi Kararında Yanlış Göstermesi Problemine İlişkin Düşünceler”, TBBD 2018/136, s.168).
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun çok açık düzenlemesine göre “Kanunda belirtilen istisnai durumlar dışında, hâkim kanundaki süreleri artıramaz veya eksiltemez.” (HMK m.90/1).
Yasa ile belirlenmiş bir süreye uymamanın sonucu o hakkın düşmesi, kendiliğinden son bulmasıdır. Taraflardan birine tanınan hakkın süresinde kullanılmayarak düşmesi halinde karşı taraf lehine de kazanılmış bir usuli hak doğar.
Eldeki dava iflas yolu ile adi takipte itirazın kaldırılması ve iflas davasıdır. İflas davalarında istinaf ve temyiz sürelerinin kararın tebliğinden başlamak üzere 10 (on) gün olduğu, anılan Yasa’nın 164’üncü maddesinde çok açık biçimde yazmaktadır.
Burada Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 297’nci maddesinin 1 numaralı fıkrasının ç bendinde gösterilen “…varsa kanun yolları ve süresini” de karara yazmak gerektiği yönündeki ilkenin durumu da değerlendirilmelidir. Bilindiği gibi yasal düzenlemeler farklı nitelikte hükümler içerir. Emredici hükümler hakimi ve tarafları bağlarken, yedek veya tanımlayıcı hükümler sadece yol göstericidir. Bu çerçevede emredici hükümler doğrudan bozma sebebi olurken, yedek hükümlere aykırılık açıkça yasa yoluna getirilmedikçe dikkate alınmaz. Bu bağlamda hükmün kuruluşuna ilişkin 279’uncu madde düzenleyici bir hükümdür. Kararın ne şekilde kaleme alınması gerektiğini ifade eder ve hakimden karara karşı gidilebilecek yasa yolu ve süreyi göstermesini ister. Ancak bunun yapılmamış olması tek başına bozma nedeni değildir. Nitekim bu madde çerçevesinde yazılan kararlardaki basit hataların tashih yolu ile (HMK m.304) düzeltilmesi her zaman mümkündür. Oysa hakim bu süreyi hatalı göstermişse devreye aynı Yasa’nın emredici (âmir) nitelikteki 90’ıncı maddesi girer. Bu maddenin düzenlemesi karşısında hakimin bu süreyi on beş gün ya da iki hafta olarak belirleme yetkisi olmadığı gibi bir an için böyle bir belirleme yaptığının düşülmesi halinde bunun tarafları ve özellikle de istinaf edeni ve pek tabiidir ki Bölge Adliye Mahkemesini bağlamayacağı açıktır.
İstinaf veya temyiz yolu kapalı olan bir kararda hakimin yasa yolunun açık olduğunu göstermesi halinde “…varsa kanun yolları ve süresini” göstermeye ilişkin ilke (HMK m.297/1-ç) çerçevesinde (tarafın yanıltıldığı ve hak kaybına uğratılmaması gerektiği endişesiyle) yasa yolu denetimi yapılmadığına göre benzer hata süre için gündeme geldiğinde yine denetim yapılmamalıdır.
2. Anayasa Kuralı ve Anayasa Mahkemesi’nin Bireysel Başvuru Üzerine Verdiği Kararların Bağlayıcılığı
2907 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı 40’ıncı maddesinde Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkesin yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahip olduğu (f.I) belirtildikten sonra Devletin işlemlerinde ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorunda olduğu ifade edilmiştir (f.II).
Hak arama hürriyetinin (Anayasa m.36 vd.) de temel hak ve hürriyetlerden olduğu tartışmasızdır. Ancak hak arama hürriyetinin tanınması, korunması ve sınırlandırılması için zaten yargılama usulü yasaları başta olmak üzere maddi hukuka ilişkin yasalarda da düzenlemeler yapılmıştır. Anayasanın “devlet işlemleri” olarak nitelediği ve kamu gücünün denetimsiz biçimde temel haklara yönelik saldırıları ile bir dava sonucunda verilen ve (istinaf ya da temyiz) yasa yoluna tâbi tutulmuş bulunan kararlar nedeniyle temel haklara yönelik doğan sonuçlar aynı değildir. Ezcümle bir kolluk görevlisinin bir vatandaşı denetimsiz biçimde ve yasada gösterilen süreden daha fazla biçimde hürriyetinden yoksun kılması ile bir mahkemenin delilleri değerlendirerek; itiraz, istinaf ve temyiz yollarından geçirilmek üzere bir kimseyi hapis cezasına çarptırması aynı değildir. Bu nedenle genel nitelikli Anayasa’nın 40’ıncı maddesinin yargı işlerinde uygulanması, daha özel nitelikteki yargılama usulü yasaları karşısında sınırlıdır.
Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru üzerine verdiği kararlar konusunda da birkaç değerlendirme yapılmalıdır.
Her şeyden önce bu kararlar (adından da anlaşılacağı üzere) münferit hak ihlalleri karşısında ve ancak bireysel başvuru üzerine verilen kararlardır. Bunlar ancak birebir aynı sonraki olaylarda ilgililer için yol gösterici olabilir ama bunların genelleştirilmesi suretiyle her zaman, her kişi bakımından ve uzaktan yakından benzer her olayda bağlayıcı olduğu kabul edilemez. Nitekim somut norm denetimi suretiyle yasal düzenlemeleri iptal gücüyle donatılmış bir mahkemenin, bireysel başvuru sonucunda hak ihlali yaratttığını saptadığı yasal düzenlemeleri iptal etmeyerek sadece tazminat ya da yeniden yargılama kararı vermesi de bu sonucu göstermektedir. Aksinin kabulü halinde Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvuru sonucunda verdiği her ihlal kararı, ona ilişkin yasal düzenlemenin de fiilen iptal edildiği gibi bir sonuca yol açacaktır. Ne temsili sistem ne Anayasa ve ne de Meclis’te tecessüm eden toplum iradesi böyle bir hukuk uygulamasını kabul eder.
Öte yandan Yargıtay 6. Hukuk Dairesi’nin bozma kararına esas aldığı bireysel başvuru kararına da değinilmelidir. Bu karar başvurucu …’ın (B. No: 2013/1718, 02.10.2013) idari yaptırım kararına karşı Sulh Ceza Mahkemesi’ne yaptığı itirazın tarihinin hatalı hesaplandığına ilişkindir. Bunun dosyamızdaki somut durumla ilgisi bulunmamaktadır. Dosyamızda yanlış hesaplanmış bir süre bulunmamaktadır.
B- Kesin Hükmün Özellikleri ve Etkisi Bakımından
Mahkemelerce verilen ve hakkında yasa yolu bulunan bir karara karşı yasa yoluna gidilmemesi ile o karar (şekli anlamda) kesinleşir. Şekli anlamda kesinleşme maddi anlamda kesinleşmenin de ilk koşuludur (HMK m.303).
Bir davanın sonsuza kadar devam etmeyip bir hükümle son bulması, toplumdaki hukuksal barışın korunması için mutlak bir ihtiyaçtır; işte bu ihtiyaç nedeniyle kesin hüküm ilkesi getirilmiştir (Arslan, R.: “Kesin Hüküm İhtiyacı ve Yanılma Gerçeği”, ABD 1988/5-6, s.722).
Kesin hüküm bir vakıa hakkında yargısal denetimin yapıldığını ve o konunun adli bir gerçekliği ifade ettiğini anlatır. Hüküm kesinleştikten sonra ilke olarak hiç kimse o kararın ortadan kaldırılmasını, değiştirilmesini isteyemez. Bu karar gerek lehine verilen gerek aleyhinde olan kimseler için artık tartışma konusu edilemez. Kesin hüküm mahkemeleri de bağlar ve kesinleşmiş bir konuda mahkemenin tekrar yargılama yapmasına olanak bulunmamaktadır zira kesin hükmün varlığı bir dava engeli teşkil eder (HMK m.114/1-i).
Adli gerçeklik, kolaylıkla ortadan kaldırılamaz. Nitekim …’nun “cumhuriyetin temelleri kesin hükme dayanır” sözü adaletin merkeze alındığı, keyfi uygulamalara izin verilmeyen bir devlette kesin hükme atfedilen gücü göstermeye yetmektedir.
Hukuk Muhakemeleri Kanunu dahi kesin hükmün ilgisiz bir emsale dayanarak ortadan kaldırılmasını kabul etmemiştir. Kesin hüküm ancak:
a) Yasa’nın 375’inci maddesinin 1 numaralı fıkrasının i bendi uyarınca yalnızca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince verilen ve “kesinleşen” kararın bulunması halinde ve
b) 6126 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Kanunun 50’nci maddesinin ikinci fıkrasında öngörüldüğü şekilde tespit edilen ihlalin bir mahkeme kararından kaynaklanması halinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırması amacıyla
O da derhal ve başkaca araştırma yapılmaksızın değil, mahkemece yargılamanın yenilenmesine ilişkin prosedürün işletilmesi üzerine kaldırılabilir.
Somut dosyamızda davacılar tarafından davalı aleyhine iflas davası açılmış, ilk derece mahkemesince konusuz kalan dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiş ve davalı ve asıl önemlisi taraf sıfatı bulunmayan iflas idaresi yasal süre olan on gün içinde istinaf yoluna başvurulmayarak karar kesinleşmiştir. Bu durum bazı sonuçlar doğurmuştur:
– Artık kesinleşmiş bu hüküm hukuken tartışılamayacak durumdadır.
– Davacılar “kesin hüküm güvencesi” altındadır.
– Kararın çeşitli nedenlerle ortadan kaldırılması ve davacıların içinde bulunduğu ve hukukun “sarsılmaz” kabul ettiği kesin hüküm güvencesinin ortadan kaldırılması, davacıyı davalıya ve taraf sıfatı bulunmayan iflas idaresine oranla daha ağır bir hak ihlaline uğratacaktır.
– Gelinen noktada her iki taraf için hak kayıplarının olduğu kabul edilse bile kimin hak kaybının ortadan kaldırılacağı, kimin hak kaybıyla baş başa bırakılacağı konusundaki seçimin hangi kritere göre yapıldığına ya da yapılacağına dair bir yasal düzenleme de bulunmamaktadır.
C- Taraf Sıfatı Bulunmayan İflas İdaresinin Kendisini Avukatla Temsil Ettirmesi Bakımından
1. Avukatın Hukuki Durumu Bakımından
Davada sıfatı bulunmayan iflas idaresi kendisini bir avukatla temsil ettirmektedir.
1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun “Avukatlığın amacı” başlıklı 2’nci maddesinin birinci fıkrası şu şekildedir:
“Avukatlığın amacı; hukuki münasabetlerin düzenlenmesini, her türlü hukuki mesele ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını her derecede yargı organları, hakemler, resmi ve özel kişi, kurul ve kurumlar nezdinde sağlamaktır.”
Maddenin ikinci fıkrasında avukatın bu amaçla hukuki bilgi ve tecrübelerini adalet hizmetine ve kişilerin yararlanmasına tahsis edeceği hususu ifade edilmiştir.
Bir kimsenin Türkiye’de avukatlık yapabilmesi için Türk hukuk fakültelerinden birinden mezun olması veya yabancı memleket hukuk fakültesinden mezun olup da Türkiye hukuk fakülteleri programlarına göre noksan kalan derslerden başarılı sınav vermiş bulunması, avukatlık stajını tamamlayarak staj bitim belgesi almış bulunması ve baroya kayıtlı olması gerekir (AvK m.3, 4, 6). Baroya kayıt üzerine avukata bir ruhsat verilir (AvK m.9).
Avukatın müvekkili ile arasındaki hukuki ilişkinin vekalet sözleşmesi olduğunda tereddüt bulunmamaktadır. Bu çerçevede vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekâlet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür (TBK m.506/II). Diğer yandan vekilin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde sıradan bir kimsenin değil, benzer alanda iş ve hizmetleri üstlenen “basiretli” bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınır (TBK m.506/III).
Türk Borçlar Kanunu’nun “sorumsuzluk anlaşması” başlıklı 115’inci maddesinin birinci fıkrasında ağır kusurdan sorumluluğun sözleşmeyle kaldırılamayacağı belirtildikten sonra üçüncü fıkrasında uzmanlığı gerektiren bir hizmet, meslek veya sanatın sadece yasa ile ya da yetkili makamlar tarafından verilen izinle yürütülebildiği hallerde borçlunun hafif kusurundan dahi sorumlu olacağı hususu vurgulanmıştır.
Bu bağlamda avukatın mesleki sorumluluğu ve buna ilişkin tutum ve davranış gereklerine de değinilmelidir.
Hukukun temel ilkelerinden biri “kanunu bilmemek mazeret sayılmaz” ilkesidir. Bu hukukçu olanları değil eğitimine; sosyal, kültürel ve ekonomik durumuna bakılmaksızın herkesi kapsayan bir ilkedir. Oysa mesleki gereklilikler ve yukarıda vurgulanan borçlar hukuku kuralları avukatların yasaları bilmek zorunluluğu dışında özellikle açtığı ve takip ettiği bir davada dava ile ilgili yargılama usullerini, süreci, süreleri ve buna ilişkin infaz iş ve işlemlerini bilmesi, bu konuda bilimsel ve yargısal kaynakları incelemesini de zorunlu tutmaktadır (Almanya uygulaması için bkz. Şenocak, Z.: “Avukatın Akdi Sorumluluğunun Şartları”, ABD 1998/2, s.12).
Hatta Türk, İsviçre ve Alman öğretisinde avukatların gerek meslekleri ile ilgili genel bilimsel eserleri ve gerek deruhte ettikleri vekaletler gereği baktıkları davalara ilişkin kaynakları edinmeleri gerektiği; bunlara ilişkin yargı kararlarını takip etmek zorunda bulundukları, bütün bunların “işi özenle ifa” zorunluluğunun bir gereği olduğu da ifade edilmektedir (Şenocak, s.12). Arık İsviçre hukukunda avukatların bölgelerinde yayımlanan mesleki dergilerde paylaşılmış mahkeme içtihatlarını hemen yayımı izleyen günlerde olmasa da birkaç hafta içinde bilmeleri gerektiğini, Federal Mahkemenin bu kararları takip etmeyen ve bilmeyen avukatların sorumluluğuna karar verdiğini nakletmektedir (bkz. Arık, K. F.: “Avukatın müvekkiline karşı mesuliyeti – Avukat yeni içtihatları takip etmemekten mesul müdür?”, Adliye Ceridesi 1944/7 , s.572 vd.).
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de İsviçre’deki bu tutumu benimsemiş ve kararlarına yansıtmıştır (Y. 4. HD., 22.02.1974/3098-865 E.K.; bkz. Müderrisoğlu, F.: Avukatlıkta Vekalet ve Ücret Sözleşmesi, Ankara 1974, s.303 vd.).
Avukat sık karşılaşılmayan bir dava türünde vekalet deruhte ediyorsa o konuya özgü yasal düzenlemeleri, yargısal kararları ve bilimsel kaynakları derinlemesine incelemelidir. Nitekim Almanya’da Hamm Eyalet Yüksek Mahkemesi konu ile ilgili bir şerhi incelemeyen avukatı sorumlu tutmuştur (Bkz. Şenocak, s.14). Hatta Tandoğan özel uzmanlığı gerektiren konularda avukatın uzmana danışması veya işi ona bırakması gerektiğini ifade etmektedir (bkz. Tandoğan, H.: Borçlar Hukuku, Özel Borç İlişkileri, C.II, 3.b., Ankara 1987, s.413Bkz. Tandoğan, H.: Borçlar Hukuku, Özel Borç İlişkileri, C.II, 3.b., Ankara 1987, s.413).
Gelinen noktada:
– İflas davalarında istinaf ve temyiz süresinin tebliğden itibaren on gün olduğu İcra ve İflas Kanunu’nun 164’üncü maddesinde tereddüte yer bırakmayacak şekilde gösterilmiştir.
– İflas davalarında yasa yoluna başvuru süresinin tebliğden itibaren on gün olduğuna ilişkin yüzlerce Yargıtay kararı bulunmaktadır. Örneğin: HGK, 08.02.2017 gün ve 2016/19-1612 E, 2017/237 K; 24.05.2017 gün ve 2017/23-857 E, 2017/1010 K.
– İcra ve iflas hukukunun temel eserleri sayılan ve gerek öğretinin gerek Türk, İsviçre ve Alman yüksek yargı mercilerinin benimsemesine göre avukatların edinmek ve incelemek zorunda olduğu kabul edilen eserlerde iflas davalarında yasa yoluna başvuru süresinin tebliğden itibaren on gün olduğu belirtilmektedir. Ezcümle Kuru, B.: İcra ve İflas Hukuku El Kitabı, 2.b., Ankara 2013, s.1128; Üstündağ, S.: İflas Hukuku (İflas, Konkordato, İptal Davaları), 8.b., İstanbul 2009, s.44; Altay, S.: Türk İflas Hukuku, C.I, İstanbul 2004, s.194, n.214; Kırtıloğlu, S.S.: İflas Davası, Ankara 2009, s.241.
Artık dava dışı iflas idaresi vekilinin Yasanın açık hükmü, yerleşik Yargıtay kararları ve kolaylıkla edilinilebilecek temel bilimsel hukuk kaynaklarını inceleme ve bilme zorunluluğu karşısında süresinde olmayan istinaf istemini kabul etmek mümkün görülmemelidir.
Nitekim … ile … ve … de yasada açıkça gösterilen süre karşısında hakimin hatalı belirtmesinin tarafa hak kazandırmayacağı görüşündedir (bkz. Atalı, M.: Pekcanıtez Medeni Usul Hukuku, C.III, 15.b., İstanbul 2017, s.1983-1984; Akil/Gül, s.182 vd.).
2. Avukatın Kişisel Durumu Bakımından
Türk hukukunda, ilke olarak, kişilerin mahkemeler huzurunda avukatla temsili zorunlu değildir. Ancak herkes profesyonel hukuki yardımdan yararlanmak suretiyle davasını sağlam bir hukuki temele dayandırmak; iddia ve savunmalarını günlük sıradan dil, kavram ve anlayışlardan kurtararak hukuka uygun biçimde ifade ve dermeyan etmek ve nihayet kendisini mahkemede en iyi biçimde temsil ettirmek isteyebilir. İşte avukatların görevi bu ihtiyaca cevap vermektir.
Avukatlık Kanunu’nun 34’üncü maddesine göre “Avukatlar, yüklendikleri görevleri bu görevin kutsallığına yakışır bir şekilde özen, doğruluk ve onur içinde yerine getirmek ve avukatlık unvanının gerektirdiği saygı ve güvene uygun biçimde davranmak ve Türkiye Barolar Birliğince belirlenen meslek kurallarına uymakla yükümlüdürler.”
Avukatlık Kanunu’nun 3’üncü maddesinde de ifade edildiği biçimde avukat hukuk fakültesi mezunu olup, meslek stajını tamamlamıştır. Bu ilkeler ve birikim karşısında hakim tarafından yanıltıldığı yönündeki savunmasına itibar edilemez.
Öte yandan yasa yoluna başvuru tarafın (ve dolayısıyla avukatın) aslında mahkemenin somut olayı yanlış yorumlayıp uyguladığı ve böylece hatalı karar verdiği iddiasını da içermektedir.
Tarafın mahkemede bizzat hakkını savunduğu hallerde dahi tolerans gösterilemeyecek ilkeler, avukatla temsil halinde evleviyetle bağlayıcı olacaktır.
III
Sonuç Olarak
Yukarıdan beri gösterilen yasal düzenlemeler, aktarılan bilimsel görüşler ve yapılan açıklamalar çerçevesinde Dairemizin önceki kararında direnilmesi gerekmiştir.
HÜKÜM :
Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere:
1- Dairemizin 03.12.2019 gün, 2019/1760E, 2019/1933 K sayılı kararında DİRENİLMESİNE,
2-İcra ve İflas Kanunu’nun 164 ve Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 346’ncı maddeleri gereğince dava dışı iflas idaresi vekilinin İSTİNAF DİLEKÇESİNİN REDDİNE.
3-492 sayılı Harçlar Kanunu’na ekli (1) sayılı tarife gereğince, peşin alınan istinaf harcının dava dışı iflas idaresine iadesine.
4-Dava dışı iflas idaresi tarafından yapılan istinaf posta giderlerinin üzerinde bırakılmasına, avansın kullanılmayan kısmının karar kesinleştiğinde gideri içerisinden karşılanarak iadesine.
5-Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 302. maddesinin (5) numaralı fıkrası gereğince kesinleşme kaydı ve kesinleşme kaydı yapılan kararların yerine getirilmesi için gerekli bildirimlerin; 359. maddesinin (3) numaralı fıkrası gereğince de karar tebliği, harç tahsil müzekkeresi yazılması ve gider avansı iadesi işlemlerinin Dairemiz tarafından yapılmasına.
17/05/2022 tarihinde, duruşmalı yapılan inceleme sonucunda İflas İdaresi vekili Av. …’ın yüzüne karşı, diğer tarafların vekilinin yokluğunda,
İcra ve İflas Kanunu’nun 164’üncü maddesi uyarınca kararın tebliği tarihinden itibaren on gün içinde kararı veren bölge adliye mahkemesi hukuk dairesine yahut temyiz edenin bulunduğu yer bölge adliye mahkemesi hukuk dairesine veya ilk derece mahkemesine verilebilecek bir dilekçe ile Yargıtay nezdinde TEMYİZ YOLU AÇIK olmak üzere, OYBİRLİĞİYLE karar verildi.
GEREKÇELİ KARAR YAZIM TARİHİ : 17/05/2022

Başkan Üye Üye Katip