Görüntülediğiniz mahkeme kararı henüz kesinleşmemiştir. Yararlı olması amacıyla eklenmiştir.
T.C. ANKARA BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ 23. HUKUK DAİRESİ
T.C.
A N K A R A
B Ö L G E A D L İ Y E M A H K E M E S İ
23. H U K U K D A İ R E S İ (D İ R E N M E –
İ S T İ N A F D İ L E K Ç E S İ N İ N R E D D İ)
….
T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
B Ö L G E A D L İ Y E M A H K E M E S İ K A R A R I
….
İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : Ankara 2. Asliye Ticaret Mahkemesi
TARİHİ : 22.05.2019
ESAS-KARAR NUMARASI :….
Ankara 2. Asliye Ticaret Mahkemesinin 22.05.2019 tarih ve 2018/580 E., 2019/49 K. sayılı kararına yönelik istinaf başvurusuna ilişkin dilekçenin reddine dair Dairemizin 03.10.2019 tarih ve 2019/230 E. 2019/1503 K. sayılı kararının temyizi üzerine, Yargıtay 6. Hukuk Dairesi’nin 11.11.2021 tarih ve 2021/818 Esas 2021/1398 Karar sayılı kararıyla Dairemiz kararının bozulmasına karar verilmiştir.
Dairemizce Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 373’üncü maddesinin 3 numaralı fıkrası uyarınca duruşma açılmakla taraflarca sunulan beyan ve dilekçeler ile tüm dosya kapsamı incelendi;
GEREĞİ GÖRÜŞÜLDÜ :
İDDİA VE SAVUNMALARIN ÖZETİ :
Dava, iflas yolu ile adi takipte itirazın kaldırılması ve iflas istemine ilişkindir.
İİK’nın 164/2. maddesine göre iflas ile ilgili kararlar tebliğden itibaren 10 gün içinde istinaf edilebilir. Kanunda açıkça belinlenmiş süreler hakim tarafından değiştirilemez. Kararda istinaf süresinin 2 hafta olarak gösterilmesi sonuca etkili değildir.
Somut olayda, mahkemenin gerekçeli kararı davacı vekiline 07.07.2019 tarihinde tebliğ edilmiş, istinaf başvuru dilekçesi ise 18.07.2019 tarihinde verilmiştir. Yasal on günlük sürenin son günü 17.07.2019 akşamı dolmuş olup bu gün resmi tatil günü de değildir. Dolayısıyla istinaf başvuru dilekçesi on günlük istinaf süresi geçtikten sonra verilmiştir. Süresinden sonra yapılan istinaf istemleri hakkında, HMK m. 346/1 gereğince mahkemece bir karar verileceği gibi, aynı Kanun’un 352/1,c hükmü uyarınca Bölge Adliye Mahkemesi’nce de karar verilebileceğinden davacı vekilinin süresinden sonra sunduğu istinaf dilekçesinin reddi gerekmiştir.
İLK DERECE MAH. KARARI ÖZETİ :
İlk derece Mahkemesi’nce “…Yapılan yargılama sonucunda, icra takibine konu cezai şart alacağının dayanağı olarak gösterilen gayrimenkul satış vadi ve inşaat sözleşmesindeki kefalet sözleşmesinin geçerli olmadığı, geçerli olmayan sözleşme gereğince alacak talebinde bulunamayacağı, davalının sözleşme gereğince sorumluluğunun bulunmadığı bu nedenle ödeme emrine yaptığı itirazında haklı olduğu kanaatine varılmakla davacının sabit olmayan davasının reddine…” şeklinde karar verilmiştir.
İSTİNAF DENETLEMESİ VE YARGITAY BOZMASI :
Kararın davacı vekilince istinaf edilmesi üzerine Dairemizin 03.10.2019 tarih ve 2019/230 E. 2019/1503 K. sayılı kararı ile:
– İcra ve İflas Kanunu’nun 164’üncü maddesinin ikinci fıkrasına göre iflas davaları sonucunda verilen kararlara karşı tebliğ tarihinden itibaren on gün içinde istinaf yoluna başvurulabileceği,
– Eldeki dosyada kararın davacı vekiline 07.07.2019 günü tebliğ edildiği ve istinaf dilekçesinin adı geçen tarafından yasal on günlük sürenin dolmasından sonra 18.07.2019 günü kayda alındığı,
– Bu nedenle davacı vekilinin istinaf dilekçesinin Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 346 ve 352/1-c düzenlemesi uyarınca reddine karar verilmesi gerektiği gerekçesiyle “istinaf dilekçesinin reddine” karar verilmiştir.
Dairemiz kararının davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 11.11.2021 tarih ve 2021/818 Esas 2021/1398 Karar sayılı kararında:
– Anayasa Mahkemesi’nin 26.02.2015 tarih ve 2013/3954 Başvuru sayılı kararından alıntılar ve anılan mahkemenin 02.10.2013 günlü (B. No: 2013/1718) kararının 27 numaralı paragrafına atıf yapılmış,
– Anayasa Mahkemesi kararı ile mahkemelerce yasa yolu sürelerinin yanlış yazılması nedeniyle tarafların yanıltılması halinde hak ihlalinin oluştuğuna karar verildiği ancak tazminat istemlerinin “hak ihlalinin bu aşamada Yargıtay’ca giderilmesinin mümkün bulunduğu” gerekçesiyle reddedildiği; bu gerekçenin mahkemeler tarafından yasa yolu bakımından yanıltılan tarafın belirlenen süre içinde yasa yoluna başvurulması halinde yasa yolu denetimi yapan mahkemenin istinaf veya temyiz incelemesi yapması gerektiği sonucunun ortaya konulduğu vurgulanmış,
– Somut olayda Dairemizce istinaf dilekçesi süreden reddedilmiş ise de davacı vekilinin hakim tarafından tefhim edilen iki haftalık süre içinde istinaf yoluna başvurduğu belirtilmiş,
– Bu sürenin genel hükümler çerçevesinde belirlenen ve Kanunda yazılı olan bir süre olduğu ve hakimin tavrının tarafın yanılmasına sebep olabilecek mahiyette bulunduğuna değinilmiş
– Sonuç olarak Dairemizin, 03.10.2019 tarih, 2019/2030 E., 2019/1503 K., sayılı istinaf dilekçesinin süre yönünden reddine ilişkin kararının bozulmasına karar verilmiştir.
DAİREMİZCE BOZMA ÜZERİNE YAPILAN YARGILAMA SONUCUNDA :
Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin yukarıda belirtilen kararına direnilmesine karar verilmiştir. Şöyle ki;
I- Hukuk Yargılamasında Sürelerin Özellikleri ve Etkileri Bakımından
A. Yasal Düzenlemeler
Hukuk uygulamasında “süre” bir yükümün yerine getirilmesi veya bir işlemin yapılması için yasa veya yargıç tarafından belirlenen zaman dilimidir. Hukuk yargılamasında süre kavramı daha teknik bir anlama sahiptir. Buna göre: “Dava ile ilgili bir işlemin yapılması amacıyla mahkeme veya ilgililer için yasayla ya da yasanın verdiği yetkiye dayanarak hakim ya da ilgili kimse tarafından tayin olunan belirli bir zaman dilimine süre denmektedir” (bkz. Tercan, E.: Medeni Usul Hukukunda (Kesin Sürelerin Kaçırılması Halinde) Eski Hale İade – Hali Sabıka İrca-, Ankara 2006, s.38; Taş Korkmaz, H.: “Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’na Göre Hakimin Belirlediği Süreler ve Bu Sürelerin Hukuki Dinlenilme Hakkı ile İlişkisi”, MİHDER 2008/10, s.413; Akil, C./Gül, M. A.: “Medeni Yargıda Hakimin Kanuni Süreyi Kararında Yanlış Göstermesi Problemine İlişkin Düşünceler”, TBBD 2018/136, s.168).
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun çok açık düzenlemesine göre “Kanunda belirtilen istisnai durumlar dışında, hâkim kanundaki süreleri artıramaz veya eksiltemez.” (HMK m.90/1).
Yasa ile belirlenmiş bir süreye uymamanın sonucu o hakkın düşmesi, kendiliğinden son bulmasıdır. Taraflardan birine tanınan hakkın süresinde kullanılmayarak düşmesi halinde karşı taraf lehine de kazanılmış bir usuli hak doğar.
Eldeki dava iflas yolu ile adi takipte itirazın kaldırılması ve iflas davasıdır. İflas davalarında istinaf ve temyiz sürelerinin kararın tebliğinden başlamak üzere 10 (on) gün olduğu, anılan Yasa’nın 164’üncü maddesinde çok açık biçimde yazmaktadır.
Burada Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 297’nci maddesinin 1 numaralı fıkrasının ç bendinde gösterilen “…varsa kanun yolları ve süresini” de karara yazmak gerektiği yönündeki ilkenin durumu da değerlendirilmelidir. Bilindiği gibi yasal düzenlemeler farklı nitelikte hükümler içerir. Emredici hükümler hakimi ve tarafları bağlarken, yedek veya tanımlayıcı hükümler sadece yol göstericidir. Bu çerçevede emredici hükümler doğrudan bozma sebebi olurken, yedek hükümlere aykırılık açıkça yasa yoluna getirilmedikçe dikkate alınmaz. Bu bağlamda hükmün kuruluşuna ilişkin 279’uncu madde düzenleyici bir hükümdür. Kararın ne şekilde kaleme alınması gerektiğini ifade eder ve hakimden karara karşı gidilebilecek yasa yolu ve süreyi göstermesini ister. Ancak bunun yapılmamış olması tek başına bozma nedeni değildir. Nitekim bu madde çerçevesinde yazılan kararlardaki basit hataların tashih yolu ile (HMK m.304) düzeltilmesi her zaman mümkündür. Oysa hakim bu süreyi hatalı göstermişse devreye aynı Yasa’nın emredici (âmir) nitelikteki 90’ıncı maddesi girer. Bu maddenin düzenlemesi karşısında hakimin bu süreyi on beş gün ya da iki hafta olarak belirleme yetkisi olmadığı gibi bir an için böyle bir belirleme yaptığının düşülmesi halinde bunun tarafları ve özellikle de istinaf edeni ve pek tabiidir ki Bölge Adliye Mahkemesini bağlamayacağı açıktır.
İstinaf veya temyiz yolu kapalı olan bir kararda hakimin yasa yolunun açık olduğunu göstermesi halinde “…varsa kanun yolları ve süresini” göstermeye ilişkin ilke (HMK m.297/1-ç) çerçevesinde (tarafın yanıltıldığı ve hak kaybına uğratılmaması gerektiği endişesiyle) yasa yolu denetimi yapılmadığına göre benzer hata süre için gündeme geldiğinde yine denetim yapılmamalıdır.
B. Anayasa Kuralı ve Anayasa Mahkemesi’nin Bireysel Başvuru Üzerine Verdiği Kararların Bağlayıcılığı
2907 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı 40’ıncı maddesinde Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkesin yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahip olduğu (f.I) belirtildikten sonra Devletin işlemlerinde ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorunda olduğu ifade edilmiştir (f.II).
Hak arama hürriyetinin (Anayasa m.36 vd.) de temel hak ve hürriyetlerden olduğu tartışmasızdır. Ancak hak arama hürriyetinin tanınması, korunması ve sınırlandırılması için zaten yargılama usulü yasaları başta olmak üzere maddi hukuka ilişkin yasalarda da düzenlemeler yapılmıştır. Anayasanın “devlet işlemleri” olarak nitelediği ve kamu gücünün denetimsiz biçimde temel haklara yönelik saldırıları ile bir dava sonucunda verilen ve (istinaf ya da temyiz) yasa yoluna tâbi tutulmuş bulunan kararlar nedeniyle temel haklara yönelik doğan sonuçlar aynı değildir. Ezcümle bir kolluk görevlisinin bir vatandaşı denetimsiz biçimde ve yasada gösterilen süreden daha fazla biçimde hürriyetinden yoksun kılması ile bir mahkemenin delilleri değerlendirerek; itiraz, istinaf ve temyiz yollarından geçirilmek üzere bir kimseyi hapis cezasına çarptırması aynı değildir. Bu nedenle genel nitelikli Anayasa’nın 40’ıncı maddesinin yargı işlerinde uygulanması, daha özel nitelikteki yargılama usulü yasaları karşısında sınırlıdır.
Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru üzerine verdiği kararlar konusunda da birkaç değerlendirme yapılmalıdır.
Her şeyden önce bu kararlar (adından da anlaşılacağı üzere) münferit hak ihlalleri karşısında ve ancak bireysel başvuru üzerine verilen kararlardır. Bunlar ancak birebir aynı sonraki olaylarda ilgililer için yol gösterici olabilir ama bunların genelleştirilmesi suretiyle her zaman, her kişi bakımından ve uzaktan yakından benzer her olayda bağlayıcı olduğu kabul edilemez. Nitekim somut norm denetimi suretiyle yasal düzenlemeleri iptal gücüyle donatılmış bir mahkemenin, bireysel başvuru sonucunda hak ihlali yaratttığını saptadığı yasal düzenlemeleri iptal etmeyerek sadece tazminat ya da yeniden yargılama kararı vermesi de bu sonucu göstermektedir.
Öte yandan Yargıtay 6. Hukuk Dairesi’nin bozma kararına esas aldığı bireysel başvuru kararlarına da değinilmelidir. Bunlardan birisi başvurucu …’ın (B. No: 2013/1718, 02.10.2013) idari yaptırım kararına karşı Sulh Ceza Mahkemesi’ne yaptığı itirazın tarihinin hatalı hesaplandığına ilişkindir. Esas alınan ikinci karar başvurucu …’in (B. No: 2013/3954, 26.02.2015) İcra (hukuk) Mahkemesi’ne yaptığı başvuru üzerine tefhim edilen karara yönelik olarak sunduğu “süre tutum” başlıklı dilekçenin aslında “temyiz” dilekçesi olup olmadığının ve bunun süresinde olup olmadığının yorumlanması ile ilgilidir.
Örnek olarak gösterilen kararların dosyamızdaki somut durumla ilgisi bulunmamaktadır. Dosyamızda yanlış hesaplanmış bir süre bulunmadığı gibi ilk derece kararına karşı yasa yolu tefhimle de başlatılmış değildir.
II- Kesin Hükmün Özellikleri ve Etkisi Bakımından
Mahkemelerce verilen ve hakkında yasa yolu bulunan bir karara karşı yasa yoluna gidilmemesi ile o karar (şekli anlamda) kesinleşir. Şekli anlamda kesinleşme maddi anlamda kesinleşmenin de ilk koşuludur (HMK m.303).
Bir davanın sonsuza kadar devam etmeyip bir hükümle son bulması, toplumda hukuksal barışın korunması için mutlak bir ihtiyaçtır; işte bu ihtiyaç nedeniyle kesin hüküm ilkesi getirilmiştir (Arslan, R.: “Kesin Hüküm İhtiyacı ve Yanılma Gerçeği”, ABD 1988/5-6, s.722).
Kesin hüküm bir vakıa hakkında yargısal denetimin yapıldığını ve o konunun adli bir gerçekliği ifade ettiğini anlatır. Hüküm kesinleştikten sonra ilke olarak hiç kimse o kararın ortadan kaldırılmasını, değiştirilmesini isteyemez. Bu karar gerek lehine verilen gerek aleyhinde olan kimseler için artık tartışma konusu edilemez. Kesin hüküm mahkemeleri de bağlar ve kesinleşmiş bir konuda mahkemenin tekrar yargılama yapmasına olanak bulunmamaktadır zira kesin hükmün varlığı bir dava engeli teşkil eder (HMK m.114/1-i).
Adli gerçeklik, kolaylıkla ortadan kaldırılamaz. Nitekim …’nun “cumhuriyetin temelleri kesin hükme dayanır” sözü adaletin merkeze alındığı, keyfi uygulamalara izin verilmeyen bir devlette kesin hükme atfedilen gücü göstermeye yetmektedir.
Hukuk Muhakemeleri Kanunu dahi kesin hükmün ilgisiz bir emsale dayanarak ortadan kaldırılmasını kabul etmemiştir. Kesin hüküm ancak:
a) Yasa’nın 375’inci maddesinin 1 numaralı fıkrasının i bendi uyarınca yalnızca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince verilen ve “kesinleşen” kararın bulunması halinde ve
b) 6126 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Kanunun 50’nci maddesinin ikinci fıkrasında öngörüldüğü şekilde tespit edilen ihlalin bir mahkeme kararından kaynaklanması halinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırması amacıyla
O da derhal ve başkaca araştırma yapılmaksızın değil, mahkemece yargılamanın yenilenmesine ilişkin prosedürün işletilmesi üzerine kaldırılabilir.
Somut dosyamızda davacı tarafından davalı aleyhine itirazın kaldırılması ve iflas davası açılmış, ilk derece mahkemesince dava reddedilmiş ve davacı tarafça yasal süre olan on gün içinde istinaf yoluna başvurulmayarak karar kesinleşmiştir. Bu durum bazı sonuçlar doğurmuştur:
– Artık kesinleşmiş bu hüküm hukuken tartışılamayacak durumdadır.
– Davalı “kesin hüküm güvencesi” altındadır.
– Kararın çeşitli nedenlerle ortadan kaldırılması ve davalının içinde bulunduğu ve hukukun “sarsılmaz” kabul ettiği kesin hüküm güvencesinin ortadan kaldırılması, davalıyı davacıya oranla daha ağır bir hak ihlaline uğratacaktır.
– Gelinen noktada her iki taraf için hak kayıplarının olduğu kabul edilse bile kimin hak kaybının ortadan kaldırılacağı, kimin hak kaybıyla baş başa bırakılacağı konusundaki seçimin hangi kritere göre yapıldığına ya da yapılacağına dair bir yasal düzenleme de bulunmamaktadır.
III- Davacı Yanın Kendisini Avukatla Temsil Ettirmesi Bakımından
A. Avukatın Hukuki Durumu Bakımından
Davacı kendisini bir avukatla temsil ettirmektedir.
1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun “Avukatlığın amacı” başlıklı 2’nci maddesinin birinci fıkrası şu şekildedir:
“Avukatlığın amacı; hukuki münasabetlerin düzenlenmesini, her türlü hukuki mesele ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını her derecede yargı organları, hakemler, resmi ve özel kişi, kurul ve kurumlar nezdinde sağlamaktır.”
Maddenin ikinci fıkrasında avukatın bu amaçla hukuki bilgi ve tecrübelerini adalet hizmetine ve kişilerin yararlanmasına tahsis edeceği hususu ifade edilmiştir.
Bir kimsenin Türkiye’de avukatlık yapabilmesi için Türk hukuk fakültelerinden birinden mezun olması veya yabancı memleket hukuk fakültesinden mezun olup da Türkiye hukuk fakülteleri programlarına göre noksan kalan derslerden başarılı sınav vermiş bulunması, avukatlık stajını tamamlayarak staj bitim belgesi almış bulunması ve baroya kayıtlı olması gerekir (AvK m.3, 4, 6). Baroya kayıt üzerine avukata bir ruhsat verilir (AvK m.9).
Avukatın müvekkili ile arasındaki hukuki ilişkinin vekalet sözleşmesi olduğunda tereddüt bulunmamaktadır. Bu çerçevede vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekâlet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür (TBK m.506/II). Diğer yandan vekilin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde sıradan bir kimsenin değil, benzer alanda iş ve hizmetleri üstlenen “basiretli” bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınır (TBK m.506/III).
Türk Borçlar Kanunu’nun “sorumsuzluk anlaşması” başlıklı 115’inci maddesinin birinci fıkrasında ağır kusurdan sorumluluğun sözleşmeyle kaldırılamayacağı belirtildikten sonra üçüncü fıkrasında uzmanlığı gerektiren bir hizmet, meslek veya sanatın sadece yasa ile ya da yetkili makamlar tarafından verilen izinle yürütülebildiği hallerde borçlunun hafif kusurundan dahi sorumlu olacağı hususu vurgulanmıştır.
Bu bağlamda avukatın mesleki sorumluluğu ve buna ilişkin tutum ve davranış gereklerine de değinilmelidir.
Hukukun temel ilkelerinden biri “kanunu bilmemek mazeret sayılmaz” ilkesidir. Bu hukukçu olanları değil eğitimine; sosyal, kültürel ve ekonomik durumuna bakılmaksızın herkesi kapsayan bir ilkedir. Oysa mesleki gereklilikler ve yukarıda vurgulanan borçlar hukuku kuralları avukatların yasaları bilmek zorunluluğu dışında özellikle açtığı ve takip ettiği bir davada dava ile ilgili yargılama usullerini, süreci, süreleri ve buna ilişkin infaz iş ve işlemlerini bilmesi, bu konuda bilimsel ve yargısal kaynakları incelemesini de zorunlu tutmaktadır (Almanya uygulaması için bkz. Şenocak, Z.: “Avukatın Akdi Sorumluluğunun Şartları”, ABD 1998/2, s.12).
Hatta Türk, İsviçre ve Alman öğretisinde avukatların gerek meslekleri ile ilgili genel bilimsel eserleri ve gerek deruhte ettikleri vekaletler gereği baktıkları davalara ilişkin kaynakları edinmeleri gerektiği; bunlara ilişkin yargı kararlarını takip etmek zorunda bulundukları, bütün bunların “işi özenle ifa” zorunluluğunun bir gereği olduğu da ifade edilmektedir (Şenocak, s.12). Arık İsviçre hukukunda avukatların bölgelerinde yayımlanan mesleki dergilerde paylaşılmış mahkeme içtihatlarını hemen yayımı izleyen günlerde olmasa da birkaç hafta içinde bilmeleri gerektiğini, Federal Mahkemenin bu kararları takip etmeyen ve bilmeyen avukatların sorumluluğuna karar verdiğini nakletmektedir (bkz. Arık, K. F.: “Avukatın müvekkiline karşı mesuliyeti – Avukat yeni içtihatları takip etmemekten mesul müdür?”, Adliye Ceridesi 1944/7 , s.572 vd.).
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de İsviçre’deki bu tutumu kararlarına yansıtmış ve benimsemiştir (Y. 4. HD., 22.02.1974/3098-865 E.K.; bkz. Müderrisoğlu, F.: Avukatlıkta Vekalet ve Ücret Sözleşmesi, Ankara 1974, s.303 vd.).
Avukat sık karşılaşılmayan bir dava türünde vekalet deruhte ediyorsa o konuya özgü yasal düzenlemeleri, yargısal kararları ve bilimsel kaynakları derinlemesine incelemelidir. Nitekim Almanya’da Hamm Eyalet Yüksek Mahkemesi konu ile ilgili bir şerhi incelemeyen avukatı sorumlu tutmuştur (Bkz. Şenocak, s.14). Hatta Tandoğan özel uzmanlığı gerektiren konularda avukatın uzmana danışması veya işi ona bırakması gerektiğini ifade etmektedir (bkz. Tandoğan, H.: Borçlar Hukuku, Özel Borç İlişkileri, C.II, 3.b., Ankara 1987, s.413Bkz. Tandoğan, H.: Borçlar Hukuku, Özel Borç İlişkileri, C.II, 3.b., Ankara 1987, s.413).
Gelinen noktada:
– İflas davalarında istinaf ve temyiz süresinin tebliğden itibaren on gün olduğu İcra ve İflas Kanunu’nun 164’üncü maddesinde tereddüte yer bırakmayacak şekilde gösterilmiştir.
– İflas davalarında yasa yoluna başvuru süresinin tebliğden itibaren on gün olduğuna ilişkin yüzlerce Yargıtay kararı bulunmaktadır. Örneğin: HGK, 08.02.2017 gün ve 2016/19-1612 E, 2017/237 K; 24.05.2017 gün ve 2017/23-857 E, 2017/1010 K.
– İcra ve iflas hukukunun temel eserleri sayılan ve gerek öğretinin gerek Türk, İsviçre ve Alman yüksek yargı mercilerinin benimsemesine göre avukatların edinmek ve incelemek zorunda olduğu kabul edilen eserlerde iflas davalarında yasa yoluna başvuru süresinin tebliğden itibaren on gün olduğu belirtilmektedir. Ezcümle Kuru, B.: İcra ve İflas Hukuku El Kitabı, 2.b., Ankara 2013, s.1128; Üstündağ, S.: İflas Hukuku (İflas, Konkordato, İptal Davaları), 8.b., İstanbul 2009, s.44; Altay, S.: Türk İflas Hukuku, C.I, İstanbul 2004, s.194, n.214; Kırtıloğlu, S.S.: İflas Davası, Ankara 2009, s.241.
Artık davacı vekilinin Yasanın açık hükmü, yerleşik Yargıtay kararları ve kolaylıkla edilinilebilecek temel bilimsel hukuk kaynaklarını inceleme ve bilme zorunluluğu karşısında süresinde olmayan istinaf istemini kabul etmek mümkün görülmemelidir.
Nitekim …… de yasada açıkça gösterilen süre karşısında hakimin hatalı belirtmesinin tarafa hak kazandırmayacağı görüşündedir (bkz. Atalı, M.: Pekcanıtez Medeni Usul Hukuku, C.III, 15.b., İstanbul 2017, s.1983-1984; Akil/Gül, s.182 vd.).
B. Avukatın Kişisel Durumu Bakımından
Türk hukukunda, ilke olarak, kişilerin mahkemeler huzurunda avukatla temsili zorunlu değildir. Ancak herkes profesyonel hukuki yardımdan yararlanmak suretiyle davasını sağlam bir hukuki temele dayandırmak; iddia ve savunmalarını günlük sıradan dil, kavram ve anlayışlardan kurtararak hukuka uygun biçimde ifade ve dermeyan etmek ve nihayet kendisini mahkemede en iyi biçimde temsil ettirmek isteyebilir. İşte avukatların görevi bu ihtiyaca cevap vermektir.
Avukatlık Kanunu’nun 34’üncü maddesine göre “Avukatlar, yüklendikleri görevleri bu görevin kutsallığına yakışır bir şekilde özen, doğruluk ve onur içinde yerine getirmek ve avukatlık unvanının gerektirdiği saygı ve güvene uygun biçimde davranmak ve Türkiye Barolar Birliğince belirlenen meslek kurallarına uymakla yükümlüdürler.”
Avukatlık Kanunu’nun 3’üncü maddesinde de ifade edildiği biçimde avukat hukuk fakültesi mezunu olup, meslek stajını tamamlamıştır. Bu ilkeler ve birikim karşısında hakim tarafından yanıltıldığı yönündeki savunmasına itibar edilemez.
Öte yandan yasa yoluna başvuru tarafın (ve dolayısıyla avukatın) aslında mahkemenin somut olayı yanlış yorumlayıp uyguladığı ve böylece hatalı karar verdiği iddiasını da içermektedir.
Tarafın mahkemede bizzat hakkını savunduğu hallerde dahi tolerans gösterilemeyecek ilkeler, avukatla temsil halinde evleviyetle bağlayıcı olacaktır.
IV- Sonuç Olarak
Yukarıdan beri gösterilen yasal düzenlemeler, aktarılan bilimsel görüşler ve yapılan açıklamalar çerçevesinde Dairemizin önceki kararında direnilmesi gerekmiştir.
HÜKÜM :
Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere:
1-Dairemizin 03.10.2019 gün 2019/2030 E., 2019/1503 K. sayılı kararında DİRENİLMESİNE,
2-HMK m. 346 ve 352/1.b.c gereğince, davacı vekilinin İSTİNAF DİLEKÇESİNİN REDDİNE,
3-Peşin alınan istinaf karar harcının iadesine,
4-Davacı tarafından istinaf aşamasında yapılan yargılama giderlerinin üzerinde bırakılmasına, avansın kullanılmayan kısmının karar kesinleştiğinde gideri içerisinden karşılanarak iadesine,
5-HMK m. 359/3 gereğince karar tebliği, harç tahsil müzekkeresi yazılması ve gider avansı iadesi işlemlerinin Dairemiz tarafından yapılmasına,
18.01.2022 tarihinde duruşmalı yapılan inceleme sonucunda, taraf vekillerinin yüzüne karşı, İİK’nin 164 ncü maddesinin ikinci fıkrası gereğince kararın tebliğ tarihinden itibaren 10 gün içinde, kararı veren bölge adliye mahkemesi hukuk dairesine yahut temyiz edenin bulunduğu yer bölge adliye mahkemesi hukuk dairesine veya ilk derece mahkemesine verilebilecek bir dilekçe ile Yargıtay nezdinde TEMYİZ YOLU AÇIK olmak üzere oybirliğiyle karar verildi.
GEREKÇELİ KARAR YAZIM TARİHİ : 19/01/2022
….