Emsal Mahkeme Kararı Ankara 2. Fikri ve Sınaî Haklar Hukuk Mahkemesi 2019/57 E. 2021/57 K. 18.02.2021 T.

Görüntülediğiniz mahkeme kararı kesinleşmiş bir karardır.

T.C. ANKARA 2. FİKRİ VE SINAÎ HAKLAR HUKUK MAHKEMESİ

T.C.
ANKARA
2. FİKRİ VE SINAÎ HAKLAR HUKUK MAHKEMESİ
GEREKÇELİ KARAR
TÜRK MİLLETİ ADINA

ESAS NO : 2019/57
KARAR NO : 2021/57

HAKİM : … …
KATİP : …

DAVACI : …

VEKİLİ : Av….

DAVALI : …


ASIL DAVA : Fikir ve Sanat Eseri Sahipliğinden Doğan Haklara Tecavüzün Ref’i, Maddi ve Manevi Tazminat, İlan
DAVA TARİHİ : 08/02/2019
KARŞI DAVA : 02.04.2019
KARŞI DAVA TARİHİ : Kişilik Haklarına Saldırı Nedeniyle Manevi Tazminat
KARAR TARİHİ : 18/02/2021
GEREKÇELİ KARARIN
YAZILDIĞI TARİH : 22/02/2021
Davacı vekili tarafından asıl davada davalı aleyhine açılan Fikir ve Sanat Eseri Sahipliğinden Doğan Haklara Tecavüzün Ref’i, Maddi ve Manevi Tazminat, İlan; karşı davacı vekili tarafından karşı davada davalı aleyhine açılan Kişilik Haklarına Saldırı Nedeniyle Manevi Tazminat istemli davaların mahkememizde yapılan açık yargılaması sonunda;
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:
DAVA :
Davacı (karşı davalı) vekili 08.02.2019 tarihli dava dilekçesiyle özetle; müvekkilinin yaklaşık 30 yılını … üzerine çalışarak geçiren bir tarihçi ve akademisyen olduğunu, davalının … adıyla yazıp …Yayınevi tarafından yayımlanan davaya konu kitabında, müvekkilinin kitaplarında bulunan ve onun araştırmaları sonucu ortaya koyduğu bilgileri kaynak göstermeden ve hatta kaynakça bile oluşturmadan kullandığını, davalının bu eyleminin, “başka bir kimseye ait olan bilgi, fikir ve görüşlerin, gerekli hiç bir atıf yapılmadan sanki kendisi tarafından ortaya çıkarıldığı ve yazıldığı intibaını vermek, fikir ve bilgi aşırılması, başka bir deyişle intihal anlamına geldiğini”, davalının kitabında bazı bilgileri kısmen veya aynen müvekkilinin eserlerini kaynak göstermeden, ismine ve eserlerine atıf yapmadan, kendisi bulmuş gibi yazdığını; dipnot ve kaynakça vermediğini, bu nitelikte çok sayıda bilgi ve belge olduğunu; bununla birlikte tespit edilen çok temel ve bariz intihaller ile müvekkiline ait hangi kaynaktan alındıklarının aşağıda belirtilen şekilde olduğunu,
1. … …’ün doğum tarihi ile ilgili olarak
Müvekkilinin kitap ve çalışmalarında bu tarihi mevcut bilgi ve belgelere göre, “4 Ocak 1881 Salı” olarak belirlediğini; davalının da kitabında, müvekkilinin yorumlarını, değerlendirmelerini ve tespit ettiği kamuoyuyla paylaştığı bu tarihi aynen aldığını ve aktardığını (syf. 9);
Bu konunun müvekkili tarafından ortaya konulduğunu gösteren eserlerin, yayım sırası ve ilgili konunun geçtiği sayfa numaralarının şu şekilde olduğunu:
-“… Soyu Ailesi ve Öğrenim Hayatı”, Ankara 1999, syf. 66-69;
-“Hemşehrimiz … (…’ün Soyu, Ailesi ve Öğrenim Hayatı)”, Karaman 2000, syf. 60-63;
-“Bir Dahinin Hayatı (…’ün Soyu, Ailesi ve Öğrenimi)”, İstanbul 2000, syf. 59-62;
-“Sarı Paşa İnsan …”, Ankara 2007, syf. 33-35;
-“Sarı Mustafam (…’ün Az Bilinen Yönleri), İstanbul 2010, syf. 117-120;
-“Benim Ailem (…’ün Saklanan Ailesi), İstanbul 2015, syf. 169-191;
2. Ali Rıza Efendi’nin mezarı ile ilgili olarak
…’ün babası Ali Rıza Efendi’nin mezarının Selanik’te “Horatacı (Sultan) Süleyman Efendi Camii’nin” haziresinde bulunduğu bilgisinin sadece müvekkilinin eski harflerle yayımlanan “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” isimli eserinde anlatıldığını, ancak ilk defa Genel Kurmay Başkanlığı, ATESE Daire Başkanlığı Arşivinde bulunan orijinalinden kamuoyunun dikkatine müvekkilinin getirdiğini ve mezarın bulunduğu “Horatacı Süleyman Efendi Camii” hakkında diğer kaynaklarda bulunan bilgilerle ve resimlerle desteklediği bilgisinin davalı tarafından davaya konu kitaba aynen aktarıldığını,
Bu konu ile ilgili bilginin müvekkiline ait “Benim Ailem (…’ün Saklanan Ailesi), adlı kitabın 67-75. sayfalarından intihal edilmiş olduğunu;
3. …’ün Sofrası, Beslenme Alışkanlıkları, Giyim Kuşamı, Markaları ile ilgili olarak
Müvekkilinin …’ün özel yaşamını, beş yıl süren bir çalışmayla 10 Kasım, 29 Ekim gibi özel günlerde yayımlanan gazetelerin köşe yazılarında kalan anıları diğer belge ve bilgilerle birlikte “Sarı Paşa İnsan …” ve “Sarı Mustafam” adlı kitaplarında ilk kez kamuoyuyla buluşturduğunu, bu anıları dönemin önemli tanıkları ve özellikle Prof. Dr. Mahmut Tezcan’ın çalışmaları ile desteklediğini;
Davalının kitabında intihal ettiği bu bilgilerin, 329-332, 365-367, 370-372, 375-381. sayfalarda yer aldığını, anılan bilgilerin;
-“Sofra ve beslenme” kısmının, müvekkilinin “Sarı Paşa İnsan …” adlı kitabının 185-204 ve “Sarı Mustafam (…’ün Az Bilinen Yönleri) adlı kitabının 242-264;
-“Giyim kuşam, markalar” kısmının, müvekkilinin “Sarı Mustafam (…’ün Az Bilinen Yönleri) adlı kitabının 242-264. Sayfalarında yazılmış olduğunu;
4. …’ün Cenaze Töreni ve Defin İşlemleri ile ilgili olarak;
Müvekkilinin belgelere dayalı olarak bu konu ile ilgili bilgileri “…’ün Son Sözü: Aleykümesselam” ve “Milletin Sinesinde: … ve Anıtkabir” isimli kitapları ile kamuya sunduğunu;
Müvekkilinin bu kitaplarında, Anıtkabir Bölük Komutanı Yüzbaşı Halit Yener’in anılarının da yer aldığını, bu anılarla ilgili olarak müvekkilinin kitaplarında, defin işlemlerinin ayrıntılı anlatımının, Halit Yener’in anılarına dayanmakta olduğunu belirttiğini, “…’ümüzün Anıtkabir’e Gömülüşüne Ait Müşahadeler” başlığı ile kaleme alınan bu anıların, beyaz kâğıda tek ara daktilo ile yazılmış ve toplam iki sayfadan ibaret bir belge olduğu, tarih olmamasına rağmen anlatımdan Halit Yener’in anıları sıcağı sıcağına kaleme aldığının anlaşıldığını, defin işleminde görevli üç arkadaşının da Yener’e yardım ettiklerini ve belgeyi imzaladıklarını’, aktardığını; bu belgenin, …tarafından muhafaza edilerek bir suretinin 09.11.2003 tarihinde verildiğini, müvekkilinin de Anıtkabir Belgeliği’ne tevdi ettiğini;
Davalının ise davaya konu kitabının 496. sayfasında bu bilgileri, kendisi bulmuş gibi yazdığını; oysa konunun müvekkiline ait;
-“Bir Vedanın Ardından (…’ün Ölümü, Cenaze Töreni ve Defin İşlemi), adlı kitabın 34-41, 121-122. sayfalarında;
-“Sonsuza Yolculuk” adlı kitabının, 138-152 sayfalarında;
-“…’ün Son Sözü: Aleykümesselam” adlı kitabın 134-138 ve 321-322. sayfalarında;
-“Milletin Sinesinde: … ve Anıtkabir” adlı kitabın 102-107 ve 164-165. sayfalarında yer aldığını;
5. …’ün Para İle İlişkisi ve Emeklilik Bilgileri ile ilgili olarak
Davalının, davaya konu kitabının 85 ve devamı sayfalarında Millî Mücadele’nin ve …’ün Anadolu’ya geçişi ve yolculuğun finansmanı konusunu da kısmen ele aldığını, Sivas’ta Hacı Derviş’ten bahsettiğini, ancak bu bilgileri nereden aldığını yazmadığını; …’ün maaşları, harcamaları, rüşvet konusundaki duruşu gibi konular ile “Cebinde para taşımazdı” başlığı ile başlayan (syf. 364) bölümdeki emeklilik bilgilerini müvekkilinin eserinden intihal ettiğini;
“Milli Mücadele’nin Finansmanı” bölümünün, müvekkiline ait “… ve Beytülmâl: (…’ün Devlet Hazinesine Bakışı) adlı kitabın 59-80. sayfalarında, “Hacı Derviş (Devirmiş) Anıları” bölümünün 41-43.sayfalarında; “…’ün emeklilik bilgileri” kısmının ise 83-86. sayfalarında yer aldığını;
6. … Orman Çiftliği ile ilgili olarak
Davalının kitabında … Orman Çiftliği’nin oluşumu, kapasitesi ve Hazine’ye devri ile ilgili yer alan bilgilerin (syf. 469-471) müvekkilinin “… ve Beytülmâl: (…’ün Devlet Hazinesine Bakışı) adlı kitabının 121-142. sayfalarından alındığını, ancak kaynak gösterilmediğini;
7. …’ün Vasiyetnamesi ile ilgili olarak
Davalının kitabında …’ün vasiyetinin yazılması, notere teslim edilişi ve içeriğine ilişkin yer alan bilgilerin (syf. 476-479), müvekkilinin “…’ün Son Sözü: “Aleykümesselam” adlı kitabının 167-175 ve 291-293. sayfalarından yine kaynak gösterilmeden alındığını;
8. …’ün Son Hastalığı Sürecine ilişkin olarak
Davalının kitabında …’ün son hastalığına dair yer alan bilgilerin (syf. 479-481), Nöbet Defterleri ve Hükümet Tebliğleri’ne dayanılarak müvekkili tarafından yazıldığını ve “…’ün Son Sözü: Aleykümesselam” adlı kitabının 39-68. sayfalarında yer aldığını;
9. …’ün Vefatından Sonra Yaşananlar ile ilgili olarak
Davaya konu kitapta …’ün el ve yüz maskının alınması, naaşının yıkanması, tahnit edilmesi, cenaze namazı, Dolmabahçe’de halkın ziyareti, Ankara’ya nakil töreni, Geçici kabri, Etnoğrafya Müzesine kaldırıldığı Ankara’daki resmî tören, Etnoğrafya’daki geçici kabrine konulması gibi konularda 483-488), kaynak gösterilmeksizin, müvekkiline ait “…’ün Son Sözü: “Aleykümesselam” adlı kitabının 69-119 sayfaları arası bölüm özetlenmek suretiyle alındığını;
10. Anıtkabir Yer Seçimi ve İnşaatı ile ilgili olarak
Davaya konu kitapta bu konu ile ilgili yer alan bilgilerin, müvekkilinin “…’ün Son Sözü: Aleykümesselam” adlı kitabının 167-175 ve 187-270. sayfalarından ve “Milletin Sinesinde: … ve Anıtkabir” adlı kitabının 1-224. sayfalarından yararlanılarak yazıldığını ancak kaynak gösterilmediğini;
11. …’ün Naşının Define Hazırlanması ve Defin İşlemler ile ilgili olarak
Davalının kitabının 491-497. sayfalarında bu konuyla ilgili yer alan bilgilerin, müvekkilinin “…’ün Son Sözü: Aleykümesselam” adlı eserinin 83-100. ve 121-151. sayfaları ve “Milletin Sinesinde: … ve Anıtkabir” adlı eserin 99-122. Sayfaları özetlenmek suretiyle alındığını;
12. Nutuk’un İçeriği Ve Okunuşu ile ilgili olarak
Davalının kitabında …’ün Büyük Nutku hakkında 282-285. sayfaları arasında yer verdiği bilgilerin, müvekkilinin “Nutuk’tan Dersler Nutuk ve Sırları” adlı eserinin 1-176. sayfalarından kaynak gösterilmeden ve özetlenerek alındığını;
-Müvekkilinin manevi haklarını ihlal eden davalıdan 25.000,00.-TL manevi tazminat ile mali haklarının ihlal edilmesi sebebiyle fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak koşuluyla şimdilik 1.000,00.-TL maddi tazminatın davalıdan tahsiline, tecavüzün ref’i ile hükmün ilanına karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
CEVAP-KARŞI DAVA:
Davalı/karşı davacı vekili cevap dilekçesinde özetle; müvekkili …’in 36 yıllık gazeteci olduğunu, ülkenin önde gelen gazete ve haber ajanslarında yöneticilik ve köşe yazarlığı yaptığını, bu yazıları ve yayımlanan dokuz kitabı nedeniyle bir kez dahi intihal yahut yalan haber iddiaları ile karşı karşıya kalmadığını;
Kaynakça belirtme zorunluluğunun yalnız bilimsel ve akademik eserler için gündeme geleceğini, ancak dava konusu kitapta, davacının çalışmalarından alınmış tek bir bilgi dahi olmadığını, zira davacının çalışmalarının özgün çalışmalar olmadığını, dile getirilen iddiaların hepsinin davacının çalışmalarından önce yayımlanmış olduğunu; müvekkilinin kitabında yer alan her bilginin kamuya açık ve aleni bir alan olan internette dahi bulunduğunu;
Bir ifadenin eser kapsamında korunabilmesi için eserin tümü ya da koruma talep edilen parçasının FSEK m. 1/B-a uyarınca, sahibinin hususiyetini taşıması gerektiğini; ilgili bilgilerin davacının hususiyetini taşımayan, başkaca pek çok kaynaktan ulaşılabilen, alenileşmiş tarihî olgulardan oluştuğunu;
Müvekkilinin “…” isimli davaya konu eserinin on senelik bir çalışmanın ürünü olduğunu, bu çalışmalar kapsamında müvekkilinin kitaplardan akademik çalışmalara, belgesellerden hatıratlara ve hatta gazete kupürlerine kadar çok geniş bir skalada yer alan yaklaşık iki bin eserin irdelendiğini ve yedi bin sayfalık hazırlık notu çıkarttığını; başvurulan kaynaklar arasında davacıya ait tek bir çalışma dahi olmadığını; çünkü bu çalışmaların özgün olmadığını, davacı …’in bizzat bulduğunu iddia ettiği her bilginin kendisinden önce farklı bir kitapta yazılmış bilgilerden ibaret olması sebebiyle intihalde bulunulmasının mümkün olmadığını;
Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyat Bölümü’nün internet sitesinde yer alan “Kaynak Göstermek” başlıklı yazıda da belirtiği üzere, kaynakça gösterme zorunluluğunun yalnızca bilimsel ve akademik çalışmalar için bulunduğunu, davaya konu kitabın ise gazeteci kimliğiyle, öyküleme tekniğinde yazılmış, derleme eser niteliğinde bir monografi olduğunu, monografilerin de akademik yahut bilimsel eserler olmadığını, bir kişinin yaşamının, başkaları tarafından bilinmesinde yahut benimsenmesinde sakınca olmayan, özel hayata dair kısımlarını, yaptığı işler, sanat ve spor merakı, hobileri gibi hususlar ele alınarak yapılan araştırma sonucu hazırlanan eserler olduğunu;
Bu nitelikteki bir eserde okuyucuyu akıştan koparmamak adına dipnot ve kaynakçaya yer verilmediğini; ancak kitapta “Falih Rıfkı Atay’ın kitabına göre”, “Afet İnan’ın anılarına göre”, “İsmet İnönü’nün hatıralarına göre”, “aşçısının, berberinin anlattığına göre” gibi çeşitli atıfların yer aldığını;
Birçok önemli eserin ilk basımlarında kaynakça yokken, sonraki yeni basımında yine hazırlayan tarafından kaynakça eklenebildiğini; … … hakkında yazılmış en itibarlı ve en kapsamlı eserin Şevket Süreyya Aydemir’in bir gazeteci monografisi olan “Tek Adam” kitabı olduğunu ve müvekkilinin, davaya konu … isimli eserinde “Tek Adam”; Nezihe Araz’ın monografileri ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun monografik eserlerinden yararlandığını;
Kabul anlamına gelmemek üzere, bir an için, kitaplardaki kamuya mal olmuş bu bilgilerin bir kısmının benzer nitelikte olduğu varsayılsa dahi, Yargıtay HGK’nun 10.05.2006 tarih ve 2006/4-230 Esas, 2006/288 K. sayılı ilamında da belirtildiği gibi, bilgilerin benzerliğinin intihale vücut vermeyeceği gibi bu iddiaların basın yoluyla paylaşılmasının …’in kişilik haklarına saldırı niteliğinde olduğunu;
Davaya konu kitapta … … hakkında yer alan ve dava konusu yapılan her bir bilginin, kamuya mal olmuş, pek çok eserde yer alan, anonimleşmiş bilgiler olduğunu, kitabın da bu alenileşmiş bilgilerin derlemesi olduğunu;
Davacının her bir iddiasına ayrı cevap verme zorunluluğu çerçevesinde;
1. Davacı, 1999 ve sonrası çalışmalarında … …’ün doğum tarihini 4 Ocak 1881 Salı günü olarak ilk kez kendisinin belirlediğini iddia etmekteyse de bu iddianın gerçeklikten uzak olduğunu, çünkü …’ün doğum tarihinin 4 Ocak 1881 olduğunun, Şevket Süreyya Aydemir’in 1965 tarihinde yazmış olduğu “Tek Adam” isimli kitapta açıkça belirtildiğini; bu nedenle iddianın kötü niyetli olduğunu; ayrıca müvekkilinin, davacının hiçbir çalışmasından faydalanmadığını;
2. Ali Rıza Efendi’nin mezarının “Horatacı (Sultan) Süleyman Efendi Camii”nin haziresinde (bahçesinde) bulunduğuna yönelik tek bilginin davacının “Zabit ve Kumandanla Hasbihal” isimli eserin orijinalinde yer aldığına, ancak bu eserin piyasaya sunulan hâlinden ilgili bilginin çıkarıldığına; buna karşılık bu bilginin ilk kez davacı tarafından 2015’te gün yüzüne çıkarıldığına dair iddianın da tamamen gerçeklikten uzak ve dayanaksız olduğunu, zira Ali Rıza Efendi’nin mezarının nerede yer aldığının anılan eserin piyasada yayımlanan nüshalarında da yer aldığını;
İş Bankası Kültür Yayınları’nın ilk kitabı olarak 1956’da yayımlanan “Zabit ve Kumandanla Hasbihal” adlı kitabın, …’ün doğumunun 125’inci yıl dönümü şerefine 2006 yılında tekrar basıldığını ve bu kitapta Ali Rıza Efendi’nin mezarının “Horatacı (Sultan) Süleyman Efendi Camii”nin haziresinde yer aldığı bilgisine de açıkça yer verildiğini; dolasıyla bu bilginin 2015’te yayımlanan bir eserde ilk kez yer aldığının iddia edilmesinin kötü niyetli ve dayanaktan yoksun bulunduğunu;
3. Davacının, bu başlık altında yer alan iddialara karşılık olarak ise; gazetede yayımlanmış bir bilginin, zaten kamuya sunulmuş olduğunun açık bulunduğunu; örneğin, …’ün aşçılarından Kemal Usta’nın bir röportajının 1969 yılında “Günaydın” gazetesinde, yine …’ün aşçılığını yapmış Halit Altay’ın bir röportajının 2006 yılında “Hürriyet” gazetesinde yayımlandığını, bu bilgilere müvekkilinin de basın araştırmaları sonucu ulaştığını; dolayısıyla davacının, onlarca yıl önce gazetede yayımlanarak kamuoyuna sunulmuş bilgileri ilk kez kendisinin yayımladığını dair iddianın da haksız, gerçeklikten uzak ve dayanaksız olduğunu;
4. Davacının, …’ün son sözünün “Aleykümselam” olduğunu ilk kez kendisinin kamuoyuna sunduğuna dair iddianın da gerçek olmadığını; zira bu bilginin Kılıç Ali’nin 1955’te yayımlanan hatıralarında açıkça belirtildiğini; ayrıca Hasan Rıza Soyak’ın 1973 yılında yayımlanan “…’ten Hatıralar” adlı kitabında da yer aldığını, bu tarihten sonra kaleme alınan hemen hemen bütün … biyografilerinde de bu bilginin tekrarlandığını;
…’ün cenaze ve defin işlemleriyle ilgili bütün bilgilerin 1938 ve 1953 tarihli Cumhuriyet, Ulus, Akşam, Tan ve Hürriyet gazetelerinde yayımlanmış olduğunu, bu gazetelere halen Gazeteciler Cemiyeti’nin internet sitesi üzerinden ulaşmanın mümkün olduğunu; cenaze töreninin Ankara Radyosu’ndan 28 spikerin anlatımı ile naklen yayımlandığını, mezar odasındaki canlı yayının da spiker Suat Taşer’in anlatımı ile yapıldığını; dolayısıyla bu bilgilerin 2003’e kadar bilinmediği iddiasının gerçek dışı olduğunu;
Tahnit işleminin Prof. L. Aksu tarafından, tahnit çözümünün ise Prof. K.Ş.Mutlu tarafından Ata’nın naaşı Anıtkabir’e taşınmadan evvel gerçekleştirilmiş olunduğunu, bu işlemlere ait anıların ve diğer bilgilerin 1964 yılında “Hatırat” adıyla tıp dergisinde yayımlandığını, dolayısıyla davacı tarafından gün yüzüne çıkarılmadığını;
…’ün cenaze ve defin işlemlerinin Celal Bayar’ın “…’ten Hatıralar”-1955, Ümit Deniz’in “Büyük Ata’nın Tabutu Nasıl Açıldı”, Milliyet gazetesi-1955, Enver Behnan Şapolyo’nun “…’ün Ölümü”-1957, Ruşen Eşref Ünaydın’ın “…’ün Hastalığı”-1959 gibi çok sayıda eserde ayrıntılarıyla yer aldığını;
5. Davacının, müvekkiline yönelik olarak ileri sürdüğü …’ün para ile ilişkisi ve emekliliği hakkındaki bilgileri 2016’da yazmış olduğu üç eserden intihal ettiği iddiasının da asılsız ve kötü niyetli olduğunu;
Zira, Sivaslı Hacı Derviş’in hatıralarının 1988 yılında, … Dil Tarih Yüksek Kurulu tarafından çıkarılan “Erdem” dergisinde, Şükrü Elçin tarafından “Hacı Dervişten Duyduklarım” başlığıyla yayımlandığını, bu hatıralarda …’ün paraya yaklaşımının anlatıldığını ve sonrasında pek çok … biyografisinde yer verildiğini;
…’ün emeklilik bilgilerinin ise ilk kez 2016’da davacı tarafından değil, kitapçık haline getirilerek 2004 yılında, dönemin Çalışma Bakanı Murat Başesgioğlu tarafından, Emekliler Haftası vesilesiyle dönemin Cumhurbaşkanı A. N. Sezer’e törenle takdim edildiğini ve basına da sunulduğunu; bu bilgilerin 1 Temmuz 2004 tarihli Hürriyet gazetesine de manşet olduğunu;
6. … Orman Çiftliği’nin oluşumuyla ilgili onlarca kitap, tez ve gazete haberi olmakla beraber müvekkilin bu konu için esas olarak, Hasan Rıza Soyak’ın 1973’te yayımlanan “…’ten Hatıralar” isimli eseri ve Sinan Meydan’ın 2012 yılında yayımlanan “Akl-ı Kemal, …’ün Akıllı Projeleri” adlı iki eseri kaynak olarak benimsediğini; dolayısıyla, müvekkilin … Orman Çiftliği’ne ait bilgileri davacının 2016 tarihli eserinden almış olduğu iddiasının da gerçek dışı olduğunu;
Bizzat …’ün 11 Haziran 1937’de yazmış olduğu 4/5430 sayılı Cumhurbaşkanlığı tezkeresiyle diğer çiftlikler ile beraber … Orman Çiftliğini ve malvarlığını hazineye devrettiğini; bu devrin, 12 Haziran 1937’de çıkarılan 2307 sayılı Kanun ile gerçekleştiğini; anılan Tezkereye … Orman Çiftliği’nin internet sitesi dâhil olmak üzere pek çok mecra üzerinden ulaşılmasının mümkün olduğunu;
7. Davacı her ne kadar müvekkilin …’ün vasiyetnamesine ilişkin bilgileri kendisinin 2013 yılında yazmış olduğu kitaptan aldığını iddia etmekteyse de bu iddianın da isabetsiz olduğunu, zira …’ün kendi el yazısıyla yazmış olduğu vasiyetnamesinin yıllardır Türk Tarih Kurumu’nun internet sitesinde yayımlandığını; ayrıca bu el yazısı vasiyetin Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nde korunduğunu ve vasiyet yazıldığı tarihten beri sayısız habere konu olduğunu; ayrıca vasiyetin yazılmasına, notere teslim edilişine ve içeriğine dair tüm bilgilerin, o dönemde …’ün özel kalem müdürlüğünü yapmış olan Hasan Rıza Soyak’ın 1973’te yayımlanan “…’ten Hatıralar” isimli eserinde detaylarıyla yer aldığını;
8. Davacı her ne kadar …’ün son hastalığına ilişkin sürecin 2013 yılında yazmış olduğu eserinden alındığını iddia etmekte ise de bu iddianın bizzat dava dilekçesinde davacı tarafından kabul edildiği üzere gerçek dışı olduğunu; zira kendisinin de bu bilgileri Nöbet Defterlerine ve Hükümet Tebliğlerine dayanarak yazdığını belirttiğini;
Yine Özel Şahingiray tarafından kitaplaştırılan “…’ün Nöbet Defteri” isimli eserin, 1955 yılında Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü tarafından yayımlandığını, müvekkilinin de …’ün son hastalığına ilişkin bilgileri bu eser ve bu eser kaynak alınarak oluşturulan haberlerden aldığını; bu eser kaynak alınarak çok sayıda haber yapıldığını, incelemelere konu olduğunu, bunlara da aleni bir ortam olan internetten erişmenin mümkün olduğunu;
Dolayısıyla, bu bilgilerin davacının 2013 yılında yazmış olduğu bir eserde geçmesinin, bilginin anonim olduğu gerçeğini değiştirmeyeceğini; davacının da bu bilgileri 1955 yılında yazılan bir eserden ve hükümet tebliğlerinden alıntılayarak kullandığını;
9. Davacının …’ün vefatından sonra yaşananlara ilişkin bilgilerin, müvekkili tarafından, kendisinin 2013 yılında yazmış olduğu kitaptan alındığı iddiasının da gerçeklikten uzak bulunduğunu; çünkü bu hususun da alenileşmiş bilgilere ilişkin olduğunu;
…’ün el ve yüz maskının alındığına dair 1970 yılında beri sayısız haber bulunduğunu ve bunların internette yer aldığını,
“…’ün Ölümünden Sonra Mulajı, Tahniti ve Otopsi Tartışması” isimli eserin Toplumsal Tarih isimli dergide 2004 yılında; aynı konuların yer aldığı Yaşar Gürsoy tarafından yazılmış “… ve Berberi” isimli eserin 2013 yılında yayımlandığını; Prof. Kamile Şevki Mutlu’nun konuyla ilgili beyanlarının 1964 yılında “Hatırat” adıyla Tıp Dergisinde yayımlandığını; …’ün naaşının yıkanması ve cenaze namazına ilişkin bilgilerin 1993 yılında …’ün özel hafızı tarafından “Binbaşı Hafız Yaşar Okur’un Anıları” ismiyle yayımlandığını; bunlarla sınırlı olmamak üzere Celal Bayar, “…’ten Hatıralar” (1955); Enver Behnan Şapolyo, “…’ün Ölümü” (1957); Ruşen Eşref Ünaydın, “…’ün Hastalığı” (1959); Cemal Kutay, “…’ün Son Günleri” (1981), adlı eserlerde de …’ün cenaze ve defin töreniyle ilgili bilginin yer aldığını; bu sebeple intihalden söz edilemeyeceğini;
10. Anıtkabir’in yer seçimi ve inşaatı hakkındaki bilgilerin, müvekkili tarafından, davacının 2013’te ve 2017’de yazmış olduğu iki eserden alındığı iddiasının da mesnetsiz ve gerçeklikten uzak olduğunu; zira Anıtkabir’in yer seçimi ve inşaatının Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yürütüldüğünü, gerek Anıtkabir yapılırken ve gerekse yapıldıktan sonra sayısız habere konu olduğunu; bu işlem anbean haberlere konu olmuşken 2013 yılına kadar bilinmediği iddiasının abesle iştigal olduğunu; bu işleme dair bilginin Kültür Bakanlığı’nın internet sitesinde de yer aldığını,
Ayrıca ilgili bilgilerin tamamının yer aldığı “Anıtkabir Tarihçesi” isimli eserin Genelkurmay Basımevi tarafından 1994 yılında yayımlandığını; Vikipedi (Wikipedia) isimli internet kütüphanesinde de Anıtkabir’in yer seçimi ve inşasına dair bütün bilgilerin yer aldığını; dolayısıyla kötü niyetli bu iddianın da diğer bütün iddialar gibi reddi gerektiğini;
11….’ün naaşının define hazırlanması ve defin işlemlerinin Ankara Radyosu’ndan naklen yayımladığını, bu işlemleri bizzat yürüten Prof. Kamile Şevki Mutlu’nun anılarının “Hatırat” başlığı ile 1964 yılında Tıp Dergisinde yayımlandığını, konu hakkında sayısız eser bulunduğunu; tahnit işleminin çözülmesi esnasında ve defin işlemi gerçekleşirken çekilmiş fotoğraflar bulunduğunu;
Bunların yanı sıra …’ün defin ve nakil merasimleri hakkında hemen hemen her üniversitede tez ve araştırma çalışmaları yürütüldüğünü, konuyla ilgili sayısız kaynak üretildiğini, başta Celal Bayar ve İsmet İnönü olmak üzere pek çok devlet adamının yazılı hâle getirilmiş hatıralarında dahi yer aldığını;
Naaşın Etnografya Müzesinden Anıtkabir’e nakledildiği güne tanıklık eden eski Anayasa Mahkemesi Başkanı …’in anılarının 1970’ten beri pek çok gazete ve televizyonda yer aldığını, bunlara internetten ulaşılmasının da mümkün olduğunu;
Dolayısıyla bu bilginin, davacını 2013 yılında yazdığı kitaba kadar saklı kalmasının ve davacı tarafından gün yüzüne çıkarılmış olmasının mümkün olmadığını;
… Davacı Nutuk ile ilgili bilgilerin 2017’de yazmış olduğu kitaptan alındığını iddia etmekteyse de bu iddiaya da itibar edilmesinin mümkün olmadığını, zira Nutuk üzerine davacının eserinden önce yapılmış sayısız çalışma ve eser bulunduğunu, bunlardan birisinin de …’ün Nutuk’u kaleme aldığı esnada yanında yer alan iki kişiden biri olan …’in tanıklığı olduğunu, bunların 2010 yılında, yani davacının eserinden 7 yıl önce Hürriyet gazetesinde haber olarak yayımlandığını;
Bunun yanı sıra, davacının 2017’deki kitabından önce yazılmış sayısız yorum ve açıklamalar da içeren bilgilendirici eserler bulunduğunu; bunlara örnek olarak Afet İnan, “…’ten Yazdıklarım” (1971); …, “Söylev’in Öğretisi” (1977); Emre Kongar, “Söylev Hangi Koşullar Altında Söylendi” (1977); Bilal Şimşir, “…’ün Büyük Söylevi Üzerine Belgeler” (1991); Hakan Uzun, “… ve Nutuk” 2006; Sinan Meydan, “Nutuk’un Deşifresi” (2009) isimli eserlerin verilebileceğini; davacının bu konudaki iddialarının da mesnetsiz ve kötü niyetli olduğunu;
Sonuç olarak, müvekkilinin davacının hiçbir eserinden faydalanmadığını; davacının eserlerinde yer alan hiçbir bilginin özgün olmadığını ve şahsında hususileşmediğini; intihal olabilmesi için, belirtilen görüşlerin o şahsın orijinal görüşleri olması gerektiğini; davaya konu eserin bilimsel bir eser olmadığını, anonim bilgiler içeren bir başucu kitabı olduğunu ve bu tür yayımlarda, Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatlarında da görüleceği üzere, herkese ait fikirler olması nedeni ile atıf zorunluluğu bulunmadığını; derleme eser niteliğindeki davaya konu kitabın gazeteci kimliğiyle yazıldığını ve kaynakça gösterme zorunluluğunun yalnızca bilimsel ve akademik çalışmalar için geçerli olduğunu
Kullanılan çoğu kaynağın eski tarihli, alenileşmiş eserler olduğunu; bütün bilgilerin alenileşmiş bilgiler olduğunu; kitapta yer alan bilgilerin FSEK m.35 kapsamında iktibas serbestisi olarak değerlendirilmesi gerektiğini; kaldı ki davaya konu kitapta davacının hiçbir eserinden yararlanılmadığını,
Öte yandan, kabul anlamına gelmemek üzere, 3000’den fazla bilgi içeren bir kitapta 12 başlıktan oluşan bilginin davacıdan alınmış olduğu varsayımında dahi, bu durum iktibas serbestisi kapsamında değerlendirilmesi gerektiği; zira 1/250 oranına denk gelen bir alıntının intihal olarak kabul edilemeyeceğini; Yargıtay 11. HD’nin, 17.07.2017 tarih ve 2016/9284 Esas, 2017/4126 K. sayılı kararında, iki eser arasındaki 14/100’lük bir benzerliğin dahi, intihal yapıldığına karar verilebilmesi için yeterli görülmediğinin belirtildiğini;
Kişilik Haklarına Saldırı Kaynaklı Karşı Davaya ilişkin olarak;
Bir akademisyen olan davacı/karşı davalı …’in, asılsız iddialarla müvekkilinin intihal yaptığını iddia ettiğini, bu iddiaların tümünün gerçeklikten uzak ve karalamaya yönelik olduğunu;
Davacı/karşı davalının işbu haksız iddialarının bir kısmı kendi “Twitter” hesabında, bir kısmını www.karamandan.com URL adresinde bulunan internet sitesinde, dava dilekçesinin büyük bir kısmıyla ayniyete varan ölçüde benzer şekilde yayımladığını, sistematik bir karalama kampanyası başlattığını, “… Efsanesi Çökerken, Emek Sömüren Sözde Devrimci-II” başlığıyla kaleme alınan yazının, sitede hemşerimiz Dr. …, “…’in kitabındaki bilgilerin kopya olduğunu açıkladı” şeklinde sunulduğunu, yazının haber niteliği taşımadığı gibi, basın özgürlüğü kapsamında da değerlendirilemeyeceğini; bu konuda Yargıtay HGK’nun 2004/4-149 E., 2004/146 K. ve 10.03.2004 tarihli kararının basın özgürlüğü ve kişilik haklarının korunması arasındaki denge ve ayrımı açık bir şekilde ortaya koyduğunu;
Somut olayda davacı / karşı davalının yayımlanan bu yazısının haber olmadığını; bu sebeple hem TCK anlamında hakaret suçunun oluştuğunu; yazıda ayrıca “haberde gerçeklik”, “kamu yararı ve toplumsal ilgi”, “güncellik” koşullarının bulunmadığını,
Özellikle “Emek Sömüren Sözde Devrimci” başlığı altındaki yazıda geçen bu söylemin dahi hakaret oluşturduğunu, yine, “…’in bizim kitabı okuduğu ve bizim gibi düşünen insanlar kervanına katıldığı aşırdığı bilgilerden anlaşılıyor. Fakat okuduğunu anlamadığı kesin. Ha beytülmâle tasallut, ha kul hakkına… Yazık…” ifadelerinin müvekkilinin mesleki kariyerine ve kişilik haklarına açık bir saldırı olduğunu;
“Bu konuda yazacak çok şey var. Lakin burada yapılmaya çalışılanı ve yapılanı okurlarımızın gördüğünü, anladığını düşünüyorum. Bu millete ihanet edenler tarih boyunca, bu milletin değerlerinin arkasına sığınarak ve o değerleri acımasızca istismar ederek yapmışlardır. … ve Cumhuriyet değerlerimiz de zaman zaman “yanında veya karşısında” gözüken samimiyetsizler, NATO’cular, Amerikancılar, İngilizciler vs. tarafından daima istismar edilmiş ve edilmektedir. Bu sefer bu istismarın en acımasızı ile karşı karşıya kalınmıştır. Fakat millet artık bu tür siyaset ve tarih mühendisliklerine kanmamaktadır. Yerli ve milli olmayanları çok çabuk teşhis etmekte ve ipliğini pazara çıkarmaktadır.” şeklindeki paragrafta da ipin ucunun kaçırıldığını, bu kez müvekkilinin “millete ihanet ettiği” “… değerlerinin karşısında olduğu”, “ipliğinin pazara çıkarıldığı” ifadeleriyle kişilik haklarına saldırıda bulunulduğunu; asıl davanın reddi ile karşı davalarının kabulü ile 100,00.-TL manevi tazminatın karşı davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davanın açılmasını müteakip davaya katılan tarafların dilekçeleri karşılıklı tebliğ olunmuş, sundukları deliller alınmış, alâkalı kayıtları getirtilmiş, dava şartları incelenmiş, ön inceleme duruşması yapılmış, taraflar sulhe teşvik olunmuş, sonuç alınamaması üzerine uyuşmazlık konuları tespit edilmiş, bilirkişi raporları alınmış, tahkikat icra olunmasını müteakip, Hukuk Muhakemeleri Kanunu Yazı İşleri Yönetmeliği’nin 41/2. maddesi hükmü de gözetilerek taraf vekillerine tahkikat ve yargılamının geneliyle ilgili son sözleri de sorulmuş; sözlü iddia ve savunmada bulunma olanağı tanınmıştır.
GEREKÇE :
Davacı ve davalılar arasındaki uyuşmazlık; asıl dava bakımından; davalı tarafça davacının eserden kaynaklı haklarının ihlal edilip edilmediği, davacı ve davalı kitaplarının eser mahiyetinde olup olmadığı, sahibinin hususiyetini taşıyıp taşımadığı, ihlal var ise davacının alabileceği tazminat miktarının ne olabileceği, karşı dava bakımından karşı davacı tarafça açılan manevi tazminat istemli davanın yerinde olup olmadığı noktalarında toplanmaktadır.
Yasal Çerçeve ;
İktibas, “üçüncü kişilere, eserden herhangi bir ücret ödemeden ve eser sahibinin izin ve icazetine gerek kalmadan, hukuk düzenince öngörülen şartlarla ve objektif iyi niyet kurallarına uygun olarak yararlanma konusunda tanınmış, sınırlı bir yetkidir.”
Bir eser meydana getirilirken, daha önce yayımlanmış eserlerden yararlanılması yaygın bir yöntemdir. Eser üzerinde üçüncü kişiler lehine yararlanma serbestisi tanınmamış olsaydı, bilim, edebiyat, sanat ve teknik alanlarda insanlığın bugünkü seviyesine ulaşması mümkün olamazdı. Bu zorunluluğun sonucudur ki tüm hukuk sistemleri mevzuatında “iktibas serbestisi” kavramına yer vermiştir.
İktibas serbestisi mevzuatımızda Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun 35. Maddesinde düzenlenmiştir. Madde,
“Bir eserden aşağıdaki hallerde iktibas yapılması caizdir:
1.Alenileşmş bir eserin bazı cümle ve fıkralarının müstakil bir ilim ve edebiyat eserlerine alınması, …
İktibasın belli olacak şekilde yapılması lazımdır. İlim eserlerinde, iktibas hususunda kullanılan eserin ve eser sahibinin adından başka bu kısmın alındığı yer belirtilir.”
Hükmünü amirdir.
İktibas serbestisi sayesinde herkes, daha önce alenileşmiş bir eserin bazı cümle ve fıkralarını, eser sahibinin iznine gerek duymadan alıp kendi müstakil eserinde kullanabilir.
İktibasın bir başka koşulu “belli olacak şekilde yapılması” zorunluluğudur. Kanun, ilim eserlerinde, iktibasa konu eserin ve eser sahibinin yanı sıra, alındığı kısmın da belirtilmesi gerektiğini öngörmüştür. Bu noktada, iktibasın “aynen” veya “mealen” yapılmasının mümkün olduğuna işaret etmekte yarar görülmektedir. Aynen iktibasta, eser sahibinin kelime ve cümleleri hiçbir değişiklik yapılmadan, birebir alınır ve bunu belirtmek için de alıntıya konu bölüm örneğin tırnak içinde veya farklı yazı karakteriyle gösterilebilir. Buna karşılık mealen iktibasta, alıntıyı yapan, alıntıya konu ifadeleri, anlamda (mealde) herhangi bir değişikliğe meydan vermeden, bozmadan, kendi kelime ve cümleleriyle ifade eder. Bununla birlikte bu yola başvurulurken, mevzuatta öngörülen kurallara uyulması; eser sahibinin haklarının da korunması; kamu yararı ile arasında bir dengenin kurulması gerekir. Bu noktada, telif korumasının kapsamının da sağlıklı olarak belirlenmesi gerekir: Gerçekten de, telif korumasına konu olan, soyut fikirler değil, bunların ifade ediliş biçimidir. Bunun yanı sıra, herkesin malumu olan anonim nitelikteki bilgiler; mevzuat; hususiyeti olmayan ifadeler; tarihî olaylar; isimler; doğum ve ölüm tarihleri, günleri için kaynak belirtme zorunluluğu söz konusu değildir.
“Aynı şekilde, fikirler gibi, telif koruması dışında bırakılan usuller, iş yöntemleri veya salt matematiksel kavramların kullanılmasında, iktibas serbestisinin varlığına ihtiyaç olmadığı gibi, atıf yapılması vb. şekli koşulların yerine getirilmesi de zorunlu değildir. Bu kapsamda örnek olarak, topluma mal olmuş fikirler, bir eserin oluşturulmasında kullanılan üslup, tarz, teknik, metot gibi herkesin kullanımına açık unsurlar sayılabilir.”
FSEK m.35/son, yeni yaratılan eserin ilmi eserler niteliğinde olması hâlinde, “iktibas hususunda kullanılan eserin ve eser sahibinin adından başka bu kısmın alındığı yer belirtilir.” hükmüne yer vermiştir. Ancak Kanun’da ilmi eserin tanımı yapılmış değildir. Doktrin ilmi (bilimsel eser), bir konuda belirli bir yönteme uygun olarak sistematik araştırma ve elde edilen bilgiyi inceleyen eser türü olarak tanımlanmaktadır.
Davaya konu somut olaya emsal teşkil edebilecek nitelikteki Yargıtay 11. HD’nin 2011/1584E., 2013/1558K. sayılı kararı ile onanan yerel mahkeme kararında;
“Bilimsel eserler, bilimsel muhtevayı ağırlıklı olarak içeren eser türlerindendir. Bilimsel eserlerde malzemenin toplanması, işlenmesi, iç yapı yani sistematik yorum ve ifade ediş, yani stil, dilin kullanılışı ve düşüncelerin açıklanış biçimi korunmaktadır. Fakat bu tür eserlerde bilimsel eserin özü olan bilimsel muhtevanın fikri hukuk tarafından korunacağını iddia etmek mümkün değildir. Tabi bu konuda her mesleğin etik kuralları farklı bir kabulü benimsemiş olabilirler. Fakat anılan kurallar fikri hukukun ilkeleri ile örtüşmek zorunda değildir. Bu sebeple bu tür eserler arasında bir karşılaştırma yaparken yaratıcılık ve bağımsızlık unsurlarından çok, bilimsel tasnif ve ifade şeklinin orijinalliği üzerinde durma gereği bulunmaktadır. Bu gün itibariyle bilimsel eserlerde korumanın konusunun, üslûp, dilin kullanılışı, yorumu ve düşüncenin açıklanış biçimi teşkil etmektedir.
…her iki tarafın eserlerinde ifade edildiği üzere, davalının…isimli eserinin ikinci ve üçüncü basılarında, ilk basıdan farklı olarak isimler, doğum ve ölüm tarihleri ve yerleri gibi sadece bilgiler düzeltilmiştir. Bunlar davacının eserinde kendisine özgü bir üslûp ve dil ile ifade olunmuştur. Oysa davalının eserinde, davacının kendisine özgü üslûbu ve ifade tarzı alınmamıştır. O da bu bilgileri kendisine özgü bir üslûpla ifade etmiştir. Davacı bu bilgilere ilişkin olarak kendi eserinde atıflar vermiştir. Bunlar ilk defa kendisinin günışığına çıkardığı kaynaklar değildir. Genel olarak gazeteler, başka bazı yazarlar tarafından vücuda getirilmiş makale ve bilimsel yayımlardır. Davalının da davacı ile aynı kaynaklara ulaşması mümkündür. Onun için bu düzeltmelerin mutlaka davacı eserine bakılarak yapıldığı gibi bir sonuca ulaşılması olanaksızdır. Diğer yandan tarihsel içerikteki bilimsel eserlerde yukarıda da belirtildiği üzere bilimsel muhtevanın korunması mümkün değildir…Çünkü FSEK tarihsel verileri korumaz. Davalının eserindeki bilimsel tasnif ve ifade şekli, kullanılan dil, davacı eserinden tamamen farklıdır. Her iki taraf aynı tarihsel verileri kullanmış ve farklı bir üslûpla eserinde ifade etmiştir. … bilimsel eserlerde korumanın konusunu tarihsel vakıalar değil, onların aktarılmasına ilişkin üslûp, dilin kullanılışı, yorumu ve düşüncenin açıklanış biçimi teşkil etmektedir.
Tarihsel veriler ve vakıalar FSEK korumasının konusunu oluşturmazlar. Zira veriler hiç kimseye bağlanamazlar, mücerret vakıa olarak ifade edilmeleri bir kişiye bağlanmalarını gerektirmez. Mücerret bu yöndeki ifadeler sahibinin özelliğini yansıtmazlar ve fikrî hukuk bu verileri değil, onların işlenmiş şeklini korur. İlgililerin dahil bulunduğu meslek ve bilim alanında, bununla ilgili bazı kurallar öngörülmüş olması, FSEK’in ortaya koyduğu ve sınırlarını çizdiği korumanın konusu ile çakışabilir, ama FSEK’in koruma konusu onlarla değişmez.
Dolayısıyla davacı ve davalı eserleri FSEK koruması dışında kalan yalnızca veriler ve tarihsel vakıalar itibariyle örtüştüklerinden, FSEK hükümlerine göre bir iktibas yapılması zorunluluğundan da bahsedilemez. Bunun doğal sonucu olarak usulüne uygun kaynak gösterilmemiş olması da eylemi intihale dönüştürmez.”
Yukarıda belirtilen yasal çerçeve ve yargı kararları ışığında, öncelikle davaya konu eserin niteliği üzerinde durulacak; daha sonra davacı/karşı davalının eserlerinde yer alıp telif koruması kapsamında değerlendirilecek hususlardan bu esere iktibas söz konusu olup olmadığı ve son olarak da iktibas var ise bunun usulüne uygun yapılıp yapılmadığı hususları incelenecek, değerlendirilecektir. Yapılacak değerlendirmede kolaylık sağlaması açısından, dosyaya sunulan belgelerden hareketle davacının/karşı davalının her bir iddiası, dayanakları; davalının/karşı davacının karşı iddiası, dayanakları ve bunlara ilişkin değerlendirmelerimiz ayrı tablolar hâlinde aşağıda belirtilmiştir.
Davaya konu “M. Kemal” isimli eserin niteliği; kaynakça gösterme zorunluluğunun bulunup bulunmadığı:
Davaya konu kitap, yazarın bütünüyle yaratıcı imgelemine dayanan “kurmaca” bir anlatı ürünü değildir; çünkü kişi, zaman, mekân ve olay ögeleri bakımından tarihsel gerçekliğe bağlı kalmak ya da onunla bağdaşmak zorunda olduğu bir konu ve içeriğe sahiptir. Ancak bu bağlayıcı etkenlerin izin verdiği ölçüde kurgu, düzen ve anlatım bakımından kurmaca edebiyat türlerinin olanaklarından yararlanılarak kaleme alındığı anlaşılmaktadır. Bu bağlamda okuma/ araştırmalardan edinilen malzeme/derleme bilgiler, yazar tarafından; -anı, sohbet, deneme gibi öznellik yanı önde olan türlerle beraber- kurmaca edebiyat türlerine özgü bir düzen ve teknik içinde değerlendirilmeye çalışılarak organik bir bütünlüğe, anlatısal bir akıcılığa kavuşturulmak istenmiştir. Yazar, söz konusu malzemeyi bu yönde kullanırken tarihsel gerçekliği değiştirmeyecek/ dönüştürmeyecek şekilde kendi imgelemini de yer yer metne yansıtmıştır. “Kapıyı açan kız kardeşi Makbule’ye sıkıntılı bir yüz ifadesiyle baktı, şefkatle yanağını okşadı. ‘Annemin odasında karyolasının önüne yer sofrası yapıver, bu gece sizinle biraz dertleşmek istiyorum’ dedi.” (s. 19), “Annesinin kabri başında bu duygusal ve tarihi konuşmayı yaparken, kendi çocukluğu film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu.” (s. 28), “Sedef kabzalı Smith Wesson’un namlusundan çıkan mermi, adeta çığlık gibi koridorları dolaştı.” (s. 482) gibi pek çok örnekte, yazarın tarihsel malzemeyi nasıl anlatısallaştırmaya çalıştığı, bunu yaparken de gerçekliği değiştirmeyecek şekilde hayal gücünü yer yer devreye soktuğu görülmektedir. Ayrıca ağırlıklı olarak öyküleyici (tahkiyeli) anlatım tekniğini kullanması; anlatımına canlılık ve akıcılık kazandırmak için sık sık diyaloglara yer vermesi; kısa cümle ve paragraflarla, okurun imgelemini de harekete geçirme arzusunu sezdiren eksiltilerle ve duygu tonu öne çıkan sözcük seçimleriyle kendine özgü bir üslup yaratmaya çalışması da bununla ilişkili olarak değerlendirilebilir.
Kitap, tarihsel gerçekliğe dayalı bir içeriği olmakla birlikte biçim ve içeriğin düzenlenişi ile dil ve anlatım tekniği bakımından “akademik/ bilimsel” nitelikli olmaktan uzaktır; o nedenle de akademik/ bilimsel çalışmalar için başvurulabilecek, esas alınabilecek, kanıt ve örneklemeler için referans gösterilebilecek bir kaynak olarak değerlendirilemez. Yazarın da niyetinin zaten bu olmadığı açıktır. Bilimsel/ akademik yazılarda uyulması gereken kurallar bağlamında belirli formatlara (APA, MLA vb.) göre alıntı ve atıf yapma, dipnot gösterme, kaynakça/ seçilmiş kaynakça düzenleme gibi koşullar; …’in kitabı gibi, edebî bakımdan yukarıda işaret edilen öznel nitelikli yazı türlerinin anlatım yollarıyla kaleme alınmış metinler için bir zorunluluk olarak görülemez. Üstelik, böyle bir kitap için akademik biçim kurallarına göre izlenecek bir yol, yazarın niyetinden uzak kalabileceği gibi metnin bu niyete göre biçimlenmesi gereken yapısını da –özellikle akış ve sürükleyicilik açısından- sorunlu hâle getirebilir. Bununla birlikte, başka bir yazarın ya da yazarların kendilerine özgü buluş, terim, yöntem, teknik, kurgu, çıkarım, yorum, eleştiri, analiz, sentez, dil ve üslup özellikleri ya da estetik değer içeren imge, simge, alegori gibi anlatım ögeleri ile, “üretilmiş bilgi” mahiyetindeki ögeler açısından doğrudan bir örtüşme/ eşleşme söz konusu olduğunda; intihal kavramanın işlerlik kazanması için, metinlerin akademik/ bilimsel nitelikli olup olmamasına bakılmayabilir. Ancak, dava konusu kitapta ; yalnızca …’in daha önceki çalışmalarındaki özgün bilgi, belge ve yorumlardan ya da salt bu çalışmalardaki ifadelerden/ anlatım teknik ve özelliklerinden kaynaklandığı düşünülebilecek ögelere de rastlanmamaktadır.
İNTİHAL İDDİASINA İLİŞKİN KIYASLAMALI DEĞERLENDİRME;
1…. …’ün doğum tarihi ile ilgili olarak:
Davacının iddiası:
Davacının kitap ve çalışmalarında (1999 ve sonrası) bu tarihi, mevcut bilgi ve belgelere göre, “4 Ocak 1881 Salı” olarak belirlediği; davalının da kitabında, müvekkilinin yorumlarını, değerlendirmelerini ve tespit ettiği kamuoyuyla paylaştığı bu tarihi aynen aldığı ve aktardığı (s. 9).
Bu konunun, müvekkili tarafından ortaya konulduğunu gösteren eserlerin, yayım sırası ve ilgili konunun geçtiği sayfa numaralarına göre;
a) “… Soyu Ailesi ve Öğrenim Hayatı”, Ankara 1999, s. 66-69;
b)“Hemşehrimiz … (…’ün Soyu, Ailesi ve Öğrenim Hayatı)”, Karaman 2000, s. 60-63;
c) “Bir Dahinin Hayatı (…’ün Soyu, Ailesi ve Öğrenimi)”, İstanbul 2000, s. 59-62;
d) “Sarı Paşa İnsan …”, Ankara 2007, s. 33-35;
e) “Sarı Mustafam (…’ün Az Bilinen Yönleri), İstanbul 2010, s. 117-120;
f) “Benim Ailem (…’ün Saklanan Ailesi), İstanbul 2015, s. 169-191,
şeklinde olduğu.
Not: Her ne kadar dava dilekçesinde …’ün doğum tarihine ilişkin iddialara dayanak olarak yukarıda a-f bentlerinde sözü geçen toplam altı kitaba atıf yapılmış ise de, davacı vekilince sunulan 08.07.2019 tarihli dilekçe ve tabloda, bu iddiaya dayanak olarak …’e ait “Benim Ailem (…’ün Saklanan Ailesi), İstanbul-2015 tarihli (f) bendinde yer alan kitap esas alınmıştır. Bu son kitapta, önceki (d) ve (e) bentlerinde yer alan kitaplara göre yeni ilaveler bulunmakla birlikte, önceki iki kitapta …’ün doğum tarihine ilişkin bilgilerin de aynı ifadelerle yer aldığı gözlenmiştir. Bu nedenle inceleme kolaylığı sağlamak amacıyla kıyaslamada, davacıya ait bu son üç kitapta yer alan ortak metin dikkate alınmıştır.
Davacının iddiasına dayanak metin:
“Peki …’ün gerçek doğum tarihi gün ay ve yıl olarak ne olabilir? Bize göre yıl olarak Rumi: 1296 tarihi kesindir. …’ün sağlığında soyadının kabulünden (24 Kasım 1934) sonra düzenlenen nüfus cüzdanında doğum yılı olarak Miladi 1881 tarihi tespit edilmiş bulunmaktadır. Rumi 1296 yılının sadece 20 Kanunuevvel ile 28 Şubat tarihleri arasındaki günleri, Miladi 1881 yılının 1 Ocak ile 12 Mart tarihleri arasına tekabül ettiğine göre; … bu tarihler arasında herhangi bir günde doğmuş olmalıdır. Bugün hangisi olabilir? Şüphesiz bu tarihin tespitinde en sağlam anlatımları ve resmi belgelere göre tespit edilebilen yukarıdaki tarihler arasındaki günleri işaret edenleri ele almak gerekir. …’ün annesi Zübeyde hanım 1922 yılında Enver Behnan Şapolyo’ya bu konuda şunları anlatmıştır: ‘O zamanki Hamidiye kağıtlarına gün ve ay yazılmaz, yalnız yıl yazılırdı. Ben oğlum Mustafa’yı ‘Erbain Soğukları’ devam ederken doğurdum. Bu, doğum benim aklımda kaldığına göre 23 Kanunevvel 1296 tarihine düşmektedir’ (Şapolyo, age. s. 16-17.) ‘Erbain Soğukları’ 22 Aralık’tan 31 Ocak’a kadar süren 40 günlük kışın en soğuk günlerinde esen şiddetli rüzgârlar için kullanılan addır. Bu durumda Zübeyde Hanımın verdiği tarihi olan Rumi 23 Kanunuevvel 1296 tarihi, hem anlatımındaki esaslara, hem de resmi kayıtlarda ki tarihlere uymaktadır. Bu tarihi Miladi 4 Ocak 1881 Salı günüdür.
Şu halde … …’ün doğum tarihini 4 Ocak 1881 Salı günü olarak kabul etmek mümkündür. Onun, İngiliz Büyükelçiliği’nin sorması üzerine “ bu bir 19 Mayıs günü niçin olmasın? demesi ve bu tarihin bildirilmesi tamamen “mecazi” bir anlam ifade eder. Eğer bu tarih gün ve ay olarak kabul edilirse, …’ün doğum yılının değişmesi gerekir. Çünkü, Miladi 19 Mayıs 1881 tarihi, Rumi 07 Mayıs 1297 tarihine tekabül etmektedir. Bu da …’le ilgili elimizde en eski resmi belgelerden biri olan Harp Okulu Künye kaydındaki 96 (Rumi: 1296 )şeklinde yer alan doğum yılını değiştirmektedir. (…, “Benim Ailem, …’ün Saklanan Ailesi – İstanbul 2015- syf. 190-191)
“…’ün bize kadar ulaşan ilk ‘nüfus tezkeresi’ ise 18 Ekim 1922 (18 Teşrinievvel 338) tarihlidir. Henüz saltanat kaldırılmamıştır. ‘Devlet-i Aliyye-i Osmaniye Tezkeresi’ başlıklıdır. Bu kayıtta … Ankara nüfusuna kayıtlıdır ve Hacıbayramveli Mahallesi 161/1 numarada oturur gözükmektedir. … Paşa bu kayıt tarihinde ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi ve Başkumandan’dır. Devlet-i Aliyye’nin (Osmanlı Devleti ) tabiiyetini haizdir. Belgede doğum tarihi yıl olarak Rumi ‘1296’dır… Tam çevirim yazısı aşağıda olan bu belge ilk defa tarafımızdan burada yayımlanmaktadır.” (…,A. age. syf. 172.)
Davalının savunması:
…’ün doğum tarihinin 4 Ocak 1881 olduğu, Şevket Süreyya Aydemir’in 1965 tarihinde yazmış olduğu “Tek Adam” isimli kitapta açıkça belirtilmektedir ve davalı bu konuyla ilgili olarak anılan kaynaktan yararlanmıştır.
Davalının kitabındaki ilgili metin:
“Selanik’te dünyaya geldi.
Pembe boyalı ev…
İkinci kattaki ocaklı odada doğdu.
Zübeyde sadece mevsimi hatırlıyordu. ‘Erbain soğukları devam ederken doğurdum’ diyordu.
Aklında Kaldığına göre 23 Kanunuevveldi.
Erbain kelimesi Arapça ‘kırk’ anlamına geliyordu. 21 Aralık’la 31 Ocak arasını kapsıyor.
Kırk günlük kara kışı tarif etmek için kullanılırdı. 23 Kanunuevvel bugünkü takvimle 4 Ocak’tı.
4 Ocak 1881 Salı’ydı.
İlk nüfus cüzdanında doğum yılı 1296 yazıyordu.
Rumi takvimdi.
13 Mart 1880’le 12 Mart 1881 arasını kapsıyordu.
Soyadı kanununa kadar 1880 deniyordu. Soyadı kanunuyla yeni nüfus cüzdanı çıkarıldı.
1881 diye düzeltildi” (…, Y.“M. Kemal” – İstanbul Ekim 2018- s. 9.)
Savunmada yararlanıldığı belirtilen metin:
“Selanik o zamanki Osmanlı Avrupası’nın en büyük vilayet merkezi ve liman şehriydi… Zübeydelerin evi bu mahallelerin birindeydi: Ahmet Subaşı mahallesinde… İşte Zübeydelerin üç katlı iki daireli, pembe boyalı evi bu mahallede, Ziyneti Bostan denilen arsa üzerindedir. Bu evin ikinci katında, sol tarafta ocaklı bir oda vardır. Zübeyde yeni doğacak çocuğunu bu odada bekliyordu… Fakat bu doğumun günü, ayı hatta yılı dahi belli değildir…
Zübeyde’nin çocuğuna ait doğum tarihi bu gün de aydınlanmış değildir. Hayatının son yıllarında Zübeyde ile konuşan bir yazarın naklettiğine göre (dpt. 1: Kemal …, yazan Enver Behnan Şapolyo, 1959, s. 17), Zübeyde Mustafa’yı erbain soğukları sırasında dünyaya getirmiştir. Mustafa’nın nüfus kağıdındaki doğum yılı da 1298 (1880)’dir. Yazar kitabında bu bilgileri işleyerek ve tam dayanaklarını da açıklamayarak, Mustafa’nın doğumunu 23 Aralık 1296 (yeni tarihe göre 4 Ocak 1881) olarak verir. (dpt. 2: Aynı eserde bu tarih Miladi yıl olarak 1880 şeklinde gösterilir. Gerçi Rumî 1296 yılının karşılığı 1881’dir. Fakat Rumî yıl 1 Mart’ta ve Miladî yıl 1 Ocak’ta başladığına göre ve Türkiye’de 21 Şubat 1917’de çıkarılan bir kanunla yapılan tarih değişikliği olarak 13 gün ilave edilince 23 Aralık 1296 tarihi 4 Ocak 1881 olur.)… Fakat Mustafa’nın doğum günü, ayı ve yılı hakkındaki bu belirsizlikler, çelişmeler ne ifade ederler? Hiç!…” (Şevket Süreyya Aydemir, “Tek Adam, … 1881-1919”, cilt I” syf. 25, 26, 31-32)
Değerlendirme:
… …’ün doğum tarihi ile ilgili iddia çerçevesinde taraflara ait yukarıda belirtilen metinler karşılaştırmalı olarak değerlendirildiğinde:
a) Her iki metinde “4 Ocak 1881 Salı”, “23 Kanunuevvel”, “Erbain Soğukları”, “ilk nüfus cüzdanında doğum yılının 1296 yazması” gibi tarihlere ilişkin ifadeler dışında, konunun anlatımına ilişkin kullanılan cümleler, üslup, anlatım tekniği, tartışma ve fikir yürütmede benimsenen yöntem ve anlatım sırası itibariyle, davalının davacı kitaplarından “aynen intihal” olarak tanımlanabilecek bir alıntı yapıldığı sonucuna varılacak bulguya ulaşılamadığı,
b) Davalının savunmasında belirttiği Şevket Süreyya Aydemir’e ait “Tek Adam” adlı eserde yer verilen bilgiler, 32. Sayfada, 2 no.lu dipnot’ta yer alan açıklamalarla birlikte değerlendirildiğinde, bunların, …’ün doğum tarihinin “4 Ocak 1881” olarak belirlenmesine yeterli olduğu,
c) Bu tarihin “Salı” gününe denk gelmesine dair bilgiye ise davalı savunmasında da belirtildiği ve tarafımızca da tespit edildiği üzere, internet üzerinden, bu konuya ilişkin hazırlanmış web siteleri üzerinden yapılan araştırmadan ulaşılabileceği,
d) Dolayısıyla davacı kitaplarından daha eski tarihlerde yayımlanan kaynakların davalı metnindeki içeriğin oluşturulması için yeterli olduğu, bu bilgi üzerinde davacının hususiyetinden söz edilemeyeceği, bu bilginin FSEK kapsamında korunamayacağı, sonuç olarak taraf metinleri arasında illiyet bağının bulunmadığı,
2.Ali Rıza Efendi’nin Mezarı ile ilgili olarak:
Davacı iddiası:
…’ün babası Ali Rıza Efendi’nin mezarının Selanik’te Horatacı (Sultan) Süleyman Efendi Camii’nin haziresinde (bahçesinde) bulunduğu bilgisinin, sadece eski harfli olarak yayımlanan “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” isimli eserinde anlatıldığı, ancak ilk defa Genel Kurmay Başkanlığı, ATESE Daire Başkanlığı Arşivinde bulunan orijinalinden (piyasada yayımlananlardan o bölüm çıkarılmış olduğundan) kamuoyunun dikkatine davacı tarafından getirildiği ve bu bilginin (davalı kitabına) aynen aktarıldığı; bu konu ile ilgili bilginin müvekkiline ait “Benim Ailem (…’ün Saklanan Ailesi), (İstanbul 2015) adlı kitabın, 67-75. sayfalarından intihal edilmiş olduğu.
Davacı iddiasına dayanak metin:
“…’in ‘Zabit ve Kumandanla Hasb-i Hal’ eserinde bir vesile ile yazdığı notlardan (32 sıra numaralı bölüm) anlaşıldığına göre, Ali Rıza Efendi, Selanikte’teki Horatacı Sultan (Süleyman) Camisi (bugün Rotonda) haziresine gömülmüştür. Bu konuda … şöyle diyor: “ …bir gün işittim ki, Horatacı Sultan Cami-i şerifinin minaresine çan taktırılmış ve orada yatan babamın kemikleri Yunan palikaryalarının kirli ayakları altında çiğnetilmiştir (dpn.88 Sofya Ateşemiliteri Kurmay Yarbay …, Kurmay Binbaşı Mehmet Nuri Bey’e Zabit ve Kumandan ile Hasb-i Hal, Genelkurmay ATESE Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1 Haziran 1981, s. 8)…” …,A. “Benim Ailem (…’ün Saklanan Ailesi) (İstanbul 2015), syf. 67-68.
Davalı savunması:
1956’da İş Bankası Kültür Yayınları’nın ilk kitabı olarak yayımlanan “Zabit ve Kumandanla Hasbihal” adlı kitabın, …’ün doğumunun 125’inci yıl dönümü şerefine 2006 yılında tekrar basıldığı ve bu kitapta Ali Rıza Efendi’nin mezarının “Horatacı (Sultan) Süleyman Efendi Camii”nin haziresinde yer aldığı bilgisine de açıkça yer verildiği.
Davalı kitabındaki ilgili metin:
“Gümrük memuriyetinden ayrıldıktan sonra ailesinin geçimini sağlamak için kereste ve tuz ticareti yapan Ali Rıza, bağırsak tüberkülozuna yakalanmıştı.
Selanik Hortacı Camisi’nin haziresinde toprağa verildi” (syf. 12)
“Doğup büyüdüğü baba ocağı Selanik, tek kurşun bile atılmadan Yunanlılara teslim edildiğinde Trablusgarp’tan dönüyordu, Mısır’daydı.
O an neler hissettiğini şöyle ifade edecekti:
‘İşittim ki, vatanım Selanik ve orada anam, kardeşim, bütün akrabam ve hısımlarım düşmana bağışlanmıştır!
İşittim ki, Hortacı Camisi’nin minaresine çan taktırılmış,
orada yatan babamın kemikleri Yunan palikaryalarının kirli ayakları altında çiğnetilmiştir!” (syf. 16)
Savunmada yararlanıldığı belirtilen metin:
Bizzat … tarafından kaleme alınan, “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” isimli eserin 1981 tarihli baskısının 8. sayfasındaki metin: “Bir gün, işittim ki, Vatanım Selanik ve oradaki anam, kardeşim bütün akraba ve taalükatım mahiyetlerini anlatmaya muvaffak olamadığım zevat tarafından düşmana hibe edilmiştir. Bir gün işittim ki, Hortacı Sultan cami-i şerifinin minaresine çan taktırılmış ve orada yatan babamın kemikleri Yunan palikaryalarının kirli ayakları altında çiğnetilmiştir.” şeklindedir.
Değerlendirme:
a) Bu konuya ilişkin davacının iddiası, …’ün babası Ali Rıza Efendi’nin mezarının Selanik’te Horatacı Süleyman Efendi Camii’nin haziresinde bulunduğu bilgisinin tarih araştırmaları kapsamında, kendisi tarafından, bizzat …’ün kaleme aldığı “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” isimli eserin Genelkurmay Başkanlığı Arşivinde bulunan orijinalinden ve “…bir gün işittim ki, Horatacı Sultan Cami-i şerifinin minaresine çan taktırılmış ve orada yatan babamın kemikleri Yunan palikaryalarının kirli ayakları altında çiğnetilmiştir!” şeklindeki ifadeden tespit edilip kamuoyunun dikkatine sunulduğu, Cami’nin adının “Horatacı” olarak kendisi tarafından kullanıldığı yönündedir.
b) Yapılan incelemede, davalı kitabında bu bilgi ve Cami’nin adının 12. ve 16. Sayfalarda olmak üzere iki yerde “Horatacı” olarak değil “Hortacı” olarak belirtildiği; dolayısıyla Cami’nin adının davacı kitaplarında belirtilen şekilde değil, davalı delilleri arasında sunulan “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” isimli eserin 1981 tarihli baskısının 8. sayfasında olduğu şekliyle “Hortacı” olarak geçtiği, dolayısıyla Cami’nin adına ilişkin bilgiden hareketle davalı kitabının ilgili bölümünün davacı kitabından alındığı ve intihal yapıldığı sonucuna varılmasının mümkün olamayacağı,
3….’ün Sofrası, Beslenme Alışkanlıkları, Giyim Kuşamı, Markaları ile ilgili olarak:
3a. …’ün Sofrası ve Beslenme Alışkanlıkları ile ilgili olarak:
Davacı iddiası:
Davacı vekili; Müvekkilinin …’ün özel yaşamını çalışan bir akademisyen olarak, O’nun yakınında bulunan şefi, aşçıları, kütüphanecisi, gömlekçisi, ayakkabıcısı, berberi, güvenlik görevlisi gibi insanlar hakkında basın taraması yaptığını, beş yıl süren bir çalışmayla 10 Kasım, 29 Ekim gibi özel günlerde yayımlanan gazetelerin köşe yazılarında kalan anıları diğer belge ve bilgilerle birlikte,  “Sarı Paşa İnsan …” (2005 ve 2010) ve “Sarı Mustafam” (2010) adlı kitaplarında yayımladığını; ilk kez kamuoyuyla buluşturduğunu, bu anıları dönemin önemli tanıkları ve özellikle Prof. Dr. Mahmut Tezcan’ın çalışmaları ile desteklediğini,    
-Davalının kitabında intihal ettiği bu bilgilerin, 329-332, 375-381. sayfalarda yer aldığını, anılan bilgilerin “Sofra ve beslenme” kısmının, müvekkilinin “Sarı Paşa İnsan …” (Ankara 2007) adlı kitabının 185-204 ve “Sarı Mustafam (…’ün Az Bilinen Yönleri) (İstanbul 2010) adlı kitabının 242-264 sayfalarında yer aldığını,
– Davalının “Kamuoyu ile buluşmuş” veya “kamuya açık kaynaklar” olarak ifade ettiği internet ortamındaki konuyla ilgili bilgilerin birçoğunun da müvekkili tarafından yazılan makale ve kitaplara ve kamuoyu önüne basın haberi olarak çıkan müvekkilin araştırmalarına dayandığını
(http://www.milliyet.com.tr/onun-gibi-zarif-giyineni-az-gundem-2574087/) iddia etmiştir.
Davacı iddiasına dayanak metin:
“…’ün sofradaki sözleri, felsefesi, yol göstericiliği, fıkraları, vecizeleri gerçekten bir hazine idi. Bu sofrada esen hava sevgi, vefa ve arkadaşlıktı. Burada ilim, sanat, kültür, nesnel görüşler, gerçeklikler idealler yer alırdı. Ülke sorunları, geleceği, çözüm biçimleri aranırdı. ‘Gönül sohbet ister, kahve bahane’ şiirinde olduğu gibi, M. Kemal için de amaç, tartışmalardı, iyiyi doğruyu bulmaktı. Akıla yol açmaktı. Sofra ve içki ise bir araçtı. Gece yemekleri bazan müzikli oluyor, çeşitli sanatçılar konser veriyordu.
Karatahta, tebeşir, silgi ve kütüphaneden gelen kitaplar, sofranın bir parçası idi. (Sarı Mustafam -Ankara 2010- syf. 245; Sarı Paşa İnsan …- Ankara 2014- syf. 189-190)
“…, boğazına düşkün, çok yiyen bir insan değildi. Kendisi bir konuşmasında ziyafetlerde çok yemek yenmesini tasarrufa aykırı bulduğunu ve sağlığa zararlı olduğunu söylemiştir.
Sabah kahvaltısında; çay, kahve içiyor, fazla bir şey yemiyordu. Soğuk ayranla, bir dilim ekmek yerdi. Bazan bir kase yoğurt yer, sonra sütlü kahve içerdi.
Öğle yemeği: Bir iki dilim ekmek yerdi. Etsiz kuru fasulye, pilav çok sevdiği yemekti. Kuru fasulyeye, ‘yağlı fasulye’ derdi. Ayran ve limonata içiyordu. İki dilim ekmeği ayrana batırarak yiyordu. Yoğurt da ayrıca yiyordu. ‘Kuru fasulyeye okulda alıştım’ demiştir. Kışla yemeği, askeri yemek sayılmıştır kuru fasulye, İkindi üzeri ekmeksiz bir bardak ayran içerdi. Sofradan genellikle doymuş olarak değil, aç kalkarmış.
Akşam yemeği: Akşam yemeğinin ayrı bir önemi var. Konuklarıyla birlikte yiyordu. Devlet görevi akşam yemeklerinde devam ediyordu. (…, A., Sarı Mustafam, syf. 247; …, A., İnsan …, syf. 190-191)
“Omlet seviyormuş, özellikle gece saatlerde acıkınca peynirli omlet yermiş. Sahanda yumurta da severmiş. Etli taze bamya da sevdiği yemeklerden. Karnıyarık da severmiş. Onu pilav karıştırarak yermiş (…, A., Sarı Mustafam, syf. 247; …, A., İnsan …, syf.191)
“Ara sıra ‘fava’ denilen zeytinyağlı, limonlu bakla ezmesinden istediği olurdu.
Tatlılarla arası pek iyi değilmiş. Ama gül reçeli severmiş. (…, A., Sarı Mustafam, syf. 248; …,A., İnsan …, syf. 191)
“Meyvalardan kavun seviyormuş. (…, A., Sarı Mustafam, syf. 248; …,A., İnsan …, syf. 191)
“O’nun döneminde devlet görevlilerinin sofralarında et yemeği hemen hemen yoktu. Kebaplar, yağlı ağır yemekler yemiyordu.” (…, Sarı Mustafam, syf. 252; …, İnsan …, syf. 193)
Davalı savunması:
İddiaya konu bilgilere hali hazırda, gerek internet ortamından, gerekse 1955 yılından beri basından ulaşılması mümkündür; davacının da bu bilgileri ilk kez kamuoyuna ulaştırmadığı, kamuoyuna sunulmuş gazetelerden, hatırattan ve başkaca kitaplardan derlediği açıktır. Davalı da bu bilgilere davacının eserlerinden değil, kamuoyu ile buluşmuş haberlerden, internet ortamındaki röportaj videolarından, çeşitli hatıratlardan ulaşmıştır. (Örnekler: …’ün aşçılarından Kemal Usta’nın 1969 yılında “Günaydın” gazetesinde; yine …’ün aşçılığını yapmış Halit Altay’ın 2006 yılında “Hürriyet” gazetesinde yayımlanan röportajları) Öte yandan, …’ün uşağı Cemal Granda’yla, koruması Nazım Canca, hizmetlisi Ferahsan Hanım ve Nesip Efendi’yle ilgili bilgiler yalnız müvekkilin kitabında derlenmiştir.
Davalı kitabındaki ilgili metin:
“Kuru fasulye severdi.
‘Tadına okulda alıştım’ derdi, bırakmazdı. (…, syf. 375)
“Karnıyarık severdi, pilava karıştırarak yerdi
Çankaya mutfağında etli yemek ender pişerdi. (…, syf. 376)
“Boğazına düşkün değildi, az yemek yerdi.
Çok yemeği hem sağlığa zararlı bulurdu hem israf olarak görürdü hem de memleketin nereden geldiğini hatırlatarak ‘ayıp’ sayardı.
‘Ziyafet sofralarının bol çeşitli yemeklerle değil, bol çeşitli sohbetlerle, bol çeşitli konuklarla ziyafet olabileceğini’ söylerdi.
Seyahatte değilse, sabahları kahvaltı etmezdi. Öğlenleri bir dilim ekmek ve bir bardak ayanla geçiştirirdi.
Ekmeği lokmalar halinde ayrana batırarak yerdi.
Bazen ayran yerine limonata içerdi.
Meyvelerden kavun ve üzüm severdi.
Tatlılarla arası iyi değildi.
Sadece gül reçeline hayır demezdi. Conker seviyor diye aşure yaptırırdı, bazen tadardı. (…, syf. 376)

“Yaz kış soğuk su içerdi.
Dondurmaya bayılırdı. Çocuk gibi gülümseye gülümseye yerdi. Yaz aylarında günde iki-üç defa istediği olurdu.
1911… Trablus’a giderken canı fena halde dondurma çekmişti. Nuri Conker nasıl becerdiyse dondurma bulmuştu. Sık sık bu hatırayı anlatırdı, “su bile bulunmayan çölün ortasında dondurma yedirdim, gene de bu adama yaranamadım” diye kahkaha atardı.
Gece yarısı acıkırsa omlet yaptırırdı.
Midesinde ekşime yapıyor diye beyaz peynir istemezdi.
Genellikle kaşar veya İzmir tulumu kullanılırdı.
Soğan, sarımsak, pastırma sucuk gibi kokulu lezzetleri sofrasına yaklaştırmazlardı, ağız-vücut kokusunda çok hassastı.
Meze olarak fava severdi.
Zeytinyağlı bakla severdi.
Marul, roka gibi yeşillikleri bol yerdi.
Kavrulmuş leblebi olmazsa olmazıydı (…, syf. 377)

“Sofrası ‘okul’ gibiydi.
Yemek salonunda karatahta ve tebeşir vardı. (Bu tarihi karatahta, şu anda Türk Tarih Kurumu’nun Ankara’daki genel merkez binasında duruyor.
Her servis tabağının yanına birer not defteri konulurdu.
Misafirler hem yer hem sohbet eder hem not alırdı. (…, syf. 378)
“Saat 20 gibi oturulurdu.
Sabaha karşı üçe dörde kadar kalkılmazdı.
Yemek bahaneydi.
Beş altı saat ‘özgürce’ sohbet edilirdi.
Demokrasi sofrasıydı. (…, syf. 379)
Savunmada yararlanıldığı belirtilen metin:
“Büyük kurtarıcı …, hangi yemekleri severdi? Bu suale ancak, aşçıları ile ün yapan Bolu’nun Mengen ilçesinin Konak köyünde / 1322 yılında doğan Kemâl usta cevap verebilirdi.
Bir aya kadar emekli olacak olan 63 yaşındaki Kemal Usta’yı Ankara’da Cumhurbaşkanlığı köşkünde bulduk..
1929’da Çankaya Köşkü mutfağına giren, sırasıyla, kalfa, baş usta yardımcısı ve ustabaşı olan 2 oğul, 2 kız babası Mengenli Kemal Erten, bize köşkün mutfağında, o günleri yaşar gibi heyecanla büyük kurtarıcının sevdiği yemekleri anlattı.
‘1929 yılında İzmir’de bir büyük lokantanın baş ustasıydım. O sırada, Başvekil İsmet İnönü’nün baş ustası kayınbiraderim olan Kadir usta idi. Onun aracılığı ile köşk mutfağına yardımcı ahçı olarak girdim. O günlerde Gazi Paşa’nın ahçıbaşısı Ak Mehmet usta idi. Benim de akrabamdı. O da sağ olsun, elimden tuttu. Bir müddet sonra, köyüme dönmüştüm ki haber ettiler, köşkten çağırdılar. Giriş o giriş hâlâ burdayım…
Merhum Gazi, yemeklerde pek ayırım yapmazdı. Önüne hangi yemeği koyarsan koy, ‘Sevmem’ demezdi. Ziyafetler hariç, bir yemek listesini gönderdiğini hatırlamıyorum. Ancak, çok çeşit isterdi yemeklerinde. Zaten pek yemeğe de düşkün değildi. Çok kereler dikkat ettim, en çok kuru fasulye ile pirinç pilavını severdi… Fasulyeyi pilavın üstüne döker öyle yerdi. Sabahları genellikle peynirli yumurta ve kuru fasulye yemeğe bayılırdı.
Bizim mutfakta, günün 24 saatinde bir tek tencere hazır beklerdi, o da kuru fasulye tenceresiydi. Çünkü, belirsiz zamanda kuru fasulye ister, biz de yemeği hemen götürürdük. Geceleri geç vakitlere kadar çalıştığında karnı acıkır, o zaman da kuru fasulye isterdi.
Hiç sevmediği için yalnız yemek yemezdi. Kalabalık bir masada, yemek yemekten büyük zevk duyardı. Her akşam o zamanın büyüklerini ve dostlarını davet eder hem onlarla konuşur, hem de yemek yerdi. …, hiç tatlı sevmezdi. Ama, ‘Ben sevmiyorum ama, gelen misafirlerin içinde tatlı seven vardır, onun için mutfakta bulunsun’ derdi.
Rahmetli …, kendisine hizmet edenlere çok nazik davranırdı. Kızdığını nadir görmüşümdür…
…, içkilerde pek ayırım yapmazdı ama, onun masasında rakının çok ayrı yeri vardı. Çok meze istemez rakı içerken birkaç leblebi ona yeterdi. Ara sıra, mutfağa geldiğinde bizim de avucumuza, cebinden leblebi çıkarır koyardı.
Nur içinde yatsın” (1969 yılında “Günaydın” gazetesinde, …’ün aşçılarından Kemal röportajı)
“Bolu’nun Mengen ilçesi Pazarköy beldesinde yaşayan 94 yaşındaki Atay, …’ün, aşçılığını yapmış… …’ün yanında aşçı olarak çalışan ağabeyi Mehmet Atay’ın çağırması üzerine Çankaya Köşk’ne gelen Atay, 4 yıl boyunca köşkte çalışmış.
Atay, yaptığı açıklamada, aşçılık görevi sırasında yaşadıklarını net şekilde hatırladığını söyledi. …’ü nadiren gördüklerini anlatan Atay, “Biz onu gördüğümüz zaman (Nasılsınız?) diye hatırımızı sorardı’ dedi. …’ün sabah kahvaltısında da genellikle omlet yediğini belirten Atay, şunları söyledi: ‘… sabaha kadar çalışırdı. Sabah, iki yumurtalı, içerisine beyaz peynir katılmış omlet yerdi. Bazen, omletin soğuk olduğunu söyler gönderirdi. Biz de tekrar yapar gönderirdik. Yemek konusunda çok titizdi ve asla soğuk yemek yemezdi.’
…’ün en sevdiği yemeğin kuru fasulye olduğunu ifade eden, bu nedenle mutfaktan kuru fasulyenin eksik olmadığını kaydeden Atay, ‘İster Çankaya’da olsun isterse Dolmabahçe’de, kuru fasulye yemeği yapardık. Hatta trenle yolculuk yaptığımız zamanlar bile ilk yaptığımız yemek, kuru fasulyeydi’ diye konuştu.
Atay’ın anıları arasında, trene yetişmeye çalışırken geçirdikleri bir de kaza var. …’ün programı için Bursa Yenişehir’e, trenle yola çıktıklarını belirten Halit Atay, şunları söyledi:
‘Yerleşmemiz için bize araba göndermişler. Biz de arabaya bindik ve kalacağımız yere doğru hareket ettik. Bir anda bizi taşıyan araba devrildi. Biz arabanın altında kaldık. Bizim aşçıbaşı da arabadaydı ve 150 kiloydu. Bizi arabanın altından güçlükle çıkarttılar. (… yemek istiyor) diye, birileri geldi. Trene nasıl yetiştiğimizi hatırlamıyorum.’
Halit Atay, …’ün toplantı için Yalova’ya gittiği dönemde, Dolmabahçe Sarayı’nın mutfağında, ocakta unutulan bir tencerenin, yangın çıkmasına neden olduğunu anlattı Atay, kendilerini oldukça korkutan yangının çıkış nedenini şöyle anlattı: ‘O gün sabah erkenden mutfakta çalışmaya başladık. Büyük tencerelerle krema hazırlıyorduk. Ocağın üzerine bıraktığımız tencereyi unuttuk ve diğer işleri yapmaya başladık. Ocağın üzerinde unuttuğumuz tencere çok ısınmış. Bir patlama oldu. Patlamadan sonra mutfakta yangın çıktı. Yangını söndürmek için itfaiye ekipleri geldi. Yangın büyümeden söndürüldü. Bunun için çok sayıda ifade verdim. Ne kadar çok ifade verdiğimi hatırlamıyorum. Bu durum …’e ulaştı. (Bize şimdi kızacak) diye beklerken, o bize hiç kızmadı.’
Köşkte yaşadığı yıllarda bekar olduğunu ifade eden Atay, köşkten ayrılmasına neden olan duygusal ilişkisini de şöyle anlattı:
‘Köşkte çok sayıda kadın hizmetçi de vardı. Hizmetçilerden Saliha ismindeki bayan bir gün kağıttan gemi yaparak mutfağın önüne bıraktı. Kağıdı alıp okuduğumda, beni sevdiğini yazmıştı. Zaman ilerledikten sonra ben de onu sevmeye başladım. Ama ikimizin durumunun imkansız olduğunu söyledim, peşimi bırakmadı. Yaşadığımız aşkı, aşçıbaşı duymuş. Bir gün yanına çağırarak, (sen bu kızı bırak git) dedi. Ben 1935 yılında köşkten ayrıldım. Benim gittiğimi duyan …, neden gittiğimi, köşkün berberine sormuş. O da bütün yaşananları anlatmış. … beni tanıyanlara haber göndermiş. (Gelsin onu evlendireyim ve burada yaşasınlar) demiş. Çok korktuğum için …’ün karşısına çıkamadım. O günden sonra da köşke hiç gitmedim.’
Atay, 1931 yılında yapılmış ve Osmanlı mimarisi kullanılmış olan iki katlı ahşap evde, damadı Hüseyin Varlık ile birlikte yaşıyor. Atay’ın yaşamış olduğu evin birinci katı ise adeta müzeyi andırıyor. Hüseyin Varlık, Halit Atay’ın zaman zaman buradaki, tarihi değer taşıyan eşyaları inceleyip, geçmişe daldığını ifade etti.
Varlık, bu eşyaların arasında, … ile İsmet İnönü’nün resimlerinin de bulunduğunu söyledi. Halit Atay’ın 6 çocuğu ve 36 torunu bulunuyor. Türkiye’nin değişik illerinde yaşayan çocuklarını ziyaret eden Atay, yılın büyük bölümünü Pazarköy’de geçiriyor.” (…’ün aşçılığını yapmış Halit Altay’ın 2006 yılında Hürriyet gazetesinde yayımlanmış bir röportajı)
Değerlendirme:
a) Taraflara ait kitaplar incelendiğinde, davacı eserlerinde …’ün sofrasının olduğu mekânda yer alan nesnelerden “Karatahta, tebeşir, silgi ve kütüphaneden gelen kitaplar, sofranın bir parçası idi.” şeklinde bahsedildiği; davalıya ait kitapta ise bu konuyla ilgili olarak “Sofrası okul gibiydi. Yemek salonunda karatahta ve tebeşir vardı.” şeklinde bir ifadenin yer aldığı,
b) Dolayısıyla konuların ve anılan nesnelerin benzerliği dışında bir benzerliğin bulunmadığı; üslubun farklı olduğu; …’e ait kitapta “Bu tarihi karatahta, şu anda Türk Tarih Kurumu’nun Ankara’daki genel merkez binasında duruyor. Her servis tabağının yanına birer not defteri konulurdu. Misafirler hem yer hem sohbet eder hem not alırdı.” gibi …’e ait kitaplarda bulunmayan bilgilerin yer aldığı,
c) Ayrıca, … gibi bir tarihî kişiliğin sofrası ve beslenme alışkanlıklarına ilişkin detayların, …’ün hayatına dair tarihî olgulara ilişkin olduğu; bu tür bilgilerin, bir kişiye mal edilemeyeceği gibi, telif hakları kapsamında korunmasının mümkün olmadığı,
d) Bu veriler karşısında, metinler arasında illiyet bağı ve iktibas ilişkisinin bulunmadığı,
…’ün Giyim Kuşamı ve Markaları ile ilgili olarak:
Davacı iddiası:
Davacı vekili; Müvekkilinin …’ün özel yaşamını çalışan bir akademisyen olarak, O’nun yakınında bulunan şefi, aşçıları, kütüphanecisi, gömlekçisi, ayakkabıcısı, berberi, güvenlik görevlisi gibi insanlar hakkında basın taraması yaptığını, beş yıl süren bir çalışmayla 10 Kasım, 29 Ekim gibi özel günlerde yayımlanan gazetelerin köşe yazılarında kalan anıları diğer belge ve bilgilerle birlikte,  “Sarı Paşa İnsan …” (2005 ve 2010) ve “Sarı Mustafam” (2010) adlı kitaplarında yayımladığını; ilk kez kamuoyuyla buluşturduğunu, bu anıları dönemin önemli tanıkları ve özellikle Prof. Dr. Mahmut Tezcan’ın çalışmaları ile desteklediğini;    
-Davalının kitabında intihal ettiği bu bilgilerin, 365-367, 370-372, sayfalarda yer aldığını, anılan bilgilerin;
-“Giyim kuşam, markalar” kısmının, müvekkilinin “Sarı Mustafam (…’ün Az Bilinen Yönleri) (İstanbul 2010) adlı kitabının 242-264. Sayfalarında yazılmış olduğunu;
– Davalının “Kamuoyu ile buluşmuş” veya “kamuya açık kaynaklar” olarak ifade ettiği internet ortamındaki konuyla ilgili bilgilerin birçoğunun da müvekkili tarafından yazılan makale ve kitaplara ve kamuoyu önüne basın haberi olarak çıkan müvekkilin araştırmalarına dayandığını
(http://www.milliyet.com.tr/onun-gibi-zarif-giyineni-az-gundem-2574087/); iddia etmiştir.
Davacı iddiasına dayanak metin:
“Kumaşlarda özellikle yerli malı kullanmaya özen gösteren bu davranışı ile de etrafındakilere ve milletine örnek olan bir insandı. (…, Sarı Mustafam, syf. 267)
“…, 41 numara yakalı gömlekler giyerdi. En sevdiği gömlek stili de gömlekçilerin ‘apaş’ stli diye ifade ettiği kalın, devrik yakalı gömleklerdi. (…, Sarı Mustafam, syf. 269)
“… 42 numara ayakkabı giyerdi. Çizme, potin ve iskarpin olarak üç kalıp kullanırdı. Genç subaylık yıllarından başlayarak ölümüne kadar uzun yıllar …’ün ayakkabılarını, terliklerini yapan ve ona dört yıl ‘emireri’ olarak hizmet eden, aslen Kayserili bir Rum olan ‘Altın Çizme’nin sahibi Onifri Karkilidis(Altuns) Ata’nın ayakkabı kültürü ile ilgili olarak şunları anlatıyor:… (…, Sarı Mustafam, syf. 271)
“O zaman henüz ‘Gazi …’ diye anılıyordu. Nihayet Darphane uzmanlarından ve Güzel Sanatlar Akademisi (O zamanki adıyla Sanayii Nefise Mektebi) tezhip hocası İsmail Hakkı Bey (merhum İsmail Hakkı Altunbezer), G. M. K. Harflerinden oluşan markayı çizdi. … bunu beğenerek kullandı. Hususi kağıtlarında ve kendisine ait bazı eşyalarda hep bu marka vardı.
“O, bundan sonra Kemal … diye anılacaktı. Tabii, markasının da değişmesi gerekiyordu. Bu vazife, yine İsmail Hakkı Altınbezer’e verildi. O da M. K. Harflerinden oluşan yeni markayı çizdi. … ölümüne kadar bu markayı kullanmıştır. (…, Sarı Mustafam, syf. 276)
Davalı savunması:
İddiaya konu bilgilere hali hazırda, gerek internet ortamından, gerekse 1955 yılından beri basından ulaşılması mümkündür; davacının da bu bilgileri ilk kez kamuoyuna ulaştırmadığı, kamuoyuna sunulmuş gazetelerden, hatıratlardan ve başkaca kitaplardan derlediği açıktır. Davalı da bu bilgilere davacının eserlerinden değil, kamuoyu ile buluşmuş haberlerden, internet ortamındaki röportaj videolarından, çeşitli hatıratlardan ulaşmıştır. Örneğin, asıl adı Emrullahzade Asaf Tevfik olan ancak …’in ona verdiği isimle bilinen Kılıç Ali Bey’in, 1955 yılında yayımladığı hatıraları; Latife Hanım’ın kız kardeşlerinin hatıraları bu bilgileri içermektedir. Öte yandan, …’ün uşağı Cemal Granda’yla, koruması Nazım Canca, hizmetlisi Ferahsan Hanım ve Nesip Efendi’yle ilgili bilgiler yalnız müvekkilin kitabında derlenmiştir.
Davalı kitabındaki ilgili metin:
“Bebe yaka, Ata yaka, iğneli yaka kullanırdı.
Manşetlerine ya da kalbinin üzerine K. A veya G. M. K. arması işletirdi. (…, syf. 366)
“Mendilleri K. A. işlemeliydi, ipekti. (…, syf. 366)
“…’in gömleklerine, mendillerine, eldivenlerine işlenen G.M.K. harflerinin ‘marka’ gibi standartı vardı.
Bizzat …’in isteğiyle, dönemin en büyük hat sanatçısı İsmail Hakkı Altunbezer tarafından çizilmişti.
Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyesi olan Altunbezer’in tasarladığı G.M.K. markası, …’in bavul, saat, ağızlık, tabak, kadeh gibi özel eşyalarında da kullanıldı.
Ayakkabılarını, çizmelerini ve terliklerini, neredeyse 40 yıl boyunca Sirkeci’deki Altın Çizme’de yaptırdı.
42 numara giyerdi. (…, syf. 370)
“O gün milat oldu. O günden itibaren takım elbiseleri için asla ithal kumaş kullanmadı.” (…, syf. 371)
Savunmada yararlanıldığı belirtilen metin: Davalı ilgili bölümleri, Kılıç Ali Bey’in, 1955 yılında yayımladığı hatıralar ile ilk kez davalı tarafından derlendiği belirtilen Latife Hanım’ın kız kardeşlerinin hatıraları …’ün uşağı Cemal Granda’yla, koruması Nazım Canca, hizmetlisi Ferahsan Hanım ve Nesip Efendi’yle ilgili bilgilerden aldığını ifade etmiştir.
Değerlendirme:
İddia çerçevesinde taraflara ait metinler karşılaştırmalı olarak incelendiğinde;
a) Davacı eserlerinde “… 42 numara ayakkabı giyerdi. …Güzel Sanatlar Akademisi (O zamanki adıyla Sanayii Nefise Mektebi) tezhip hocası İsmail Hakkı Bey (merhum İsmail Hakkı Altunbezer), G. M. K. harflerinden oluşan markayı çizdi. … bunu beğenerek kullandı. Hususi kağıtlarında ve kendisine ait bazı eşyalarda hep bu marka vardı.” “O, bundan sonra Kemal … diye anılacaktı. Tabii, markasının da değişmesi gerekiyordu. Bu vazife, yine İsmail Hakkı Altınbezer’e verildi. O da M. K. harflerinden oluşan yeni markayı çizdi. … ölümüne kadar bu markayı kullanmıştır. (…, Sarı Mustafam, syf. 276)” şeklinde yer alan bilgilerin, davalı kitabında konu itibarıyla benzer olmakla birlikte, anlatım biçimlerinin, üsluplarının farklı olduğu,
b) Davalıya ait kitapta bu bilgilerin, “Bebe yaka, Ata yaka, iğneli yaka kullanırdı. Manşetlerine ya da kalbinin üzerine K. A veya G. M. K. arması işletirdi. (…, syf. 366) “Mendilleri K. A. işlemeliydi, ipekti. (syf. 366); “…’in gömleklerine, mendillerine, eldivenlerine işlenen G.M.K. harflerinin ‘marka’ gibi standartı vardı. Bizzat …’in isteğiyle, dönemin en büyük hat sanatçısı İsmail Hakkı Altunbezer tarafından çizilmişti. Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyesi olan Altunbezer’in tasarladığı G.M.K. markası, …’in bavul, saat, ağızlık, tabak, kadeh gibi özel eşyalarında da kullanıldı. Ayakkabılarını, çizmelerini ve terliklerini, neredeyse 40 yıl boyunca Sirkeci’deki Altın Çizme’de yaptırdı. 42 numara giyerdi.” (syf. 370) “O gün milat oldu. O günden itibaren takım elbiseleri için asla ithal kumaş kullanmadı.” (syf. 371)” şeklinde yer aldığı; her iki anlatımda geçen bazı nesnelerin aynı olması dışında, anlatım tarzı ve üslup itibarıyla aralarında benzerlik bulunmadığı gibi farklılıklar bulunduğu,
c) Ayrıca, …’ün giyim kuşam alışkanlıklarına ilişkin bilinen olay ve olgulara pek çok kaynakta yer verildiği, bu kısımların davacının hususiyetini taşıyan, özgün ve bir kişiye mal edilebilir eser bölümleri olarak nitelenemeyeceği,
d) Dolayısıyla, metinler arasında illiyet bağı ve iktibas ilişkisinin bulunmadığı,
…’ün Vefatı ve Sonrasında Yaşananlar, Naaşına Yapılan İşlemler, Cenaze Töreni, Naaşının Define Hazırlanması ve Defin İşlemleri ile ilgili olarak:
Davacı iddiası:
Davacı vekili,
Müvekkilinin belgelere dayalı olarak kamuoyuna mal ettiği (2005) önemli bir konunun da …’ün ölümü, cenazesine yapılan işlemler (yıkanması, el ve yüz maskının alınması, tahnit işlemi vb.), cenaze namazı, cenaze törenleri Anıtkabir’in inşası, defin işlemleri gibi konular olduğunu; yeni bilgi ve belgelerle bu konudaki çalışmalarını nihayet, “…’ün Son Sözü: Aleykümesselam” (İstanbul 2013) ve “Milletin Sinesinde: … ve Anıtkabir” (İstanbul 2017) isimli kitapları ile kamuya sunduğunu,
Müvekkilinin bu kitaplarında, ilk defa yayımlanan dönemin (1953) Anıtkabir Bölük Komutanı Yüzbaşı Halit Yener’in anılarının da yer aldığını, bu anılar hakkında kitaplarında, ‘defin işlemlerinin ayrıntılı anlatımının, Yener’in anılarına dayanmakta olduğu bilgisini verdiğini, “…’ümüzün Anıtkabir’e Gömülüşüne Ait Müşahadeler” başlığı ile kaleme alınan bu anıların, beyaz kâğıda tek ara daktilo ile yazılmış ve toplam iki sayfadan ibaret bir belge olduğu, tarih olmamasına rağmen anlatımdan Yener’in anıları sıcağı sıcağına kaleme aldığının anlaşıldığını, defin işleminde görevli üç arkadaşının da Yener’e yardım ettiklerini ve belgeyi imzaladıklarını’, aktardığını; bu belgenin, …tarafından muhafaza edilerek bir suretinin 09.11.2003 tarihinde verildiğini, müvekkilinin de Anıtkabir Belgeliği’ne tevdi ettiğini,
Davalının ise, sadece müvekkilin yayımlamış olduğu Yener’in anıları kitabının 496. Sayfasında kendisi bulmuş gibi yazdığını; oysa konunun müvekkiline ait;
a)“Bir Vedanın Ardından (…’ün Ölümü, Cenaze Töreni ve Defin İşlemi), (Ankara 2009) adlı kitabın 34-41, (s. 40 dnt. 56), 121-122. sayfalarında;
b)“Sonsuza Yolculuk” (İstanbul 2010) adlı kitabının, 138-152, (s. 150 dnt. 83) sayfalarında;
c)“…’ün Son Sözü: Aleykümesselam” (İstanbul 2013) adlı kitabın 121-151, 134-138, (s. 137 dnt. 134) ve 321-322 sayfalarında;
d)”Milletin Sinesinde: … ve Anıtkabir” (İstanbul 2017) adlı kitabın 12-13, 99-122, 102-107, (s. 106 dnt. 1) ve 164-165. sayfalarında yer aldığını,
Davalının, …’ün “el ve yüz maskının alınması, na’şının yıkanması, tahnit edilmesi, cenaze namazı, Dolmabahçe’de halkın ziyareti, Ankara’ya nakil töreni, Geçici kabri, Etnoğrafya Müzesine kaldırıldığı Ankara’daki resmi tören, Etnoğraf’yadaki geçici kabrine konulması” gibi konularda eserinde yazdığı bilgilerin (s. 483-488), kaynak gösterilmeden müvekkiline ait “…’ün Son Sözü: “Aleykümesselam” (İstanbul 2013) adlı kitabından (s. 69-119) özetlenerek alındığını,
Davalı vekilinin cevabında bu konu ile ilgili olarak bilgileri aldıklarını söylediği eserlerde, çalışmalarda yer alan bilgilerin birçok hata ve eksiklik içerdiğini; müvekkilinin çalışmasında ise bunların, yeni arşiv belgeleri ve dönemin resmî makamlarının yazışmaları ile düzeltildiğini ve aşamalı bir şekilde yapılan işlemlerin neler olduğunun ayrıntılı bir şekilde ortaya konulduğunu,
Müvekkilin kitaplarının yanı sıra, katıldığı TV programlarında ve yazılı basında çıkan haberde de bu bilgileri kamuoyu ile paylaştığını; hatta …’ün el ve yüz maskının alındığı anın resimlerini bir TV Programında (Beyaz TV Dinamit Programı) “…’ün otopsi fotoğrafları” olarak kamuoyu ile paylaştığını; müvekkilinin 09 Haziran 2012 tarihinde program yapımcısı ve sunucusu L. Şimşek’e yazılı bir metin göndererek yanlışlığı düzelttiğini, müvekkilinin bunun akabinde aynı programa konuk olarak katılıp, konuyla ilgili kamuoyunu aydınlattığını,
Dolayısı ile davalının davaya konu olan kitabında bu konuyla ilgili bilgilerin müvekkiline ait eserlerden alındığını, davalının, faydalandıklarını belirttikleri hiçbir esere, anıya, kitap adına da atıf yapmadığını, Belirtmiştir.
Davacı iddiasına dayanak metin:
…’ün ölüm anına ilişkin olarak: “Bu sırada Operatör Mim Kemal gözlerini kapatıyor, Mehmet Kamil de çenesini bağlıyordu. (Soyak, a.g.e., s. 771-773. Metindeki imlalar aynen muhafaza edilmiştir.)” (…, …’ün Son Sözü Aleykümesselâm, İstanbul 2013, syf. 48)
“…’ün ölüm anında orada bulunan Dr. Mehmet Kamil Berk vefat anını şöyle anlatmaktadır: ‘Yatağın ayakucunda son saygı duruşlarını yapan Muhafız Kıtaları Komutanı İsmail Hakkı Tekçe ile Hasan Rıza ve Kılıç Ali Beyler de üzüntü içinde idi ve Hasan Rıza Bey’in üzüntülü sesi duyuldu:
-Kılıç bak, koca bir tarih göçüyor!
Ölümü anında bilahare rapora imza koyan hekimler, hepimiz orada idik, yalnız hükümet temsilcisi Dr. Asım Arar yoktu. Sonradan geldi.
Dr. Akil Muhtar Bey oksijen balonunu bizzat dolduruyor ben de veriyordum. Son nefesini verdikten sonra, ona işaret ettim. Bilahare bir ipek mendille Gazi’nin çenesini, bir gazlı bezle de ayak baş parmaklarını bağladım. Ondan sonra da Hasan Rıza Bey’e (Soyak) haber verdik (Şehsuvaroğlu a.g.e. syf. 94, dipnot: 49)” (…, Aleykümesselâm, syf. 49)
“Bir tarih göç etmişti, biz ne yapacaktık. İlk telaş sonunda doktorları son muayeneleri yaptılar, çenesini Dr. Kamil Berk, Mim Kemal Oke Bey gözlerini yavaş yavaş kapatıp, bir mendille bağladılar. (Nuri Ulusu’nun Hatıraları, syf. 235-237)” (…, Aleykümesselâm, syf. 55).
Naaşa uygulanan işlemler ve tahnit ile ilgili olarak: “…’ün naaşı, tahnit işlemine başlanmadan önce o zaman İstanbul Üniversitesi İlahiyat öğretim üyelerinden olan Ord. Prof. M. Şerafettin Yaltkaya’nın nezareti altında İslam an’anesine uygun olarak ‘yıkanmış’tır.” (…, Aleykümesselâm, syf. 80)
“Ardından o dönemde İslam Tetkikleri Enstitüsü Müdürü olan Ord. Prof. Dr. Şerafettin Yaltkaya Hoca’nın imamlığında …’ün naaşı İslami usullere göre yıkanarak kefenlenmiştir.” (…, Milletin Sinesinde: … ve Anıtkabir, İstanbul 2017, syf. 13-14)
“Tahnit işlemi, hastalığı süresince müşavir hekimleri teşkil eden beş kişilik kurulun iki üyesi olan, devrin ünlü doktorları P…de kendilerine yardım etmiştir. Tahnit İşlemi 11 Kasım 1938 günü akşam tamamlanmıştır. Tahnit işlemindeki başarının derecesi 15 yıl sonra …’ün na’şı Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabrinden Anıtkabir’e taşınırken anlaşılmış; tabut açıldığında na’şın öldüğü ilk gündeki gibi durduğu görülmüştür. Ne yazık ki o tarihte Prof. Dr. … öleli iki yıl olduğu için hak ettiği tebrike mazhar olamamıştır.” (…, Aleykümesselâm, syf. 81-82)
“Tahnit işlemi hazırlanan bir tutanakla tespit edildi. Bu tutanağa göre naşın uzun süre bozulmadan korunmasını sağlayacak olan solüsyon: Formalin (200 gr.), Sublime (1 gr.), Tuz (200 gr.), Acide Phenique (10 gr.) ve Su (1.000 gr. S. K. İçin)’dan oluşuyordu
Tahnit raporu şöyledir:
‘ 11. İkinciteşrin (Kasım) 1938.
Aşağıda imzaları bulunan tabibler …’ün tedfin merasimi (defin töreni) yapılıncaya kadar naşın muhafazası için aşağıda yazılan mahlul ile usulü dairesinde Gülhane teşrihi marzi Profesörü Dr. M. Lütfü Aksu tarafından tahnit yapılmasına karar verilmiş ve bu tahnit derakep (hemen ardından) yapılmıştır.
Mahlül:
Formalin 200 gr.
Sublime 1 gr.
Tuz 200 gr.
Acide phenique 10 g.
Su 1000 g. S.K. için
Dr. H. Alataş
Dr. Asım Arar
Dr. Neşet Ömer İrdelp
Dr. Akil Muhtar Özden
Dr. Süreyya Serter
Dr. Mim Kemal Öke
Dr. Kamil Berk
Dr. Hayrullah Diker
Dr. Abrevaya Marmaralı
Dr. Nihat Reşat Belger’ (Cumhurbaşkanlığı Arşivi, Kutu: 161-3, Dosya: 79-2. Zikreden: U. Kocatürk, a.g.e., s. 498. Yazım hataları raporun orijinlindeki gibi alınmış, parantez içindeki açıklamalar tarafımızdan yapılmıştır)” (…, Aleykümesselâm, syf. 82-83)
“Prof. Dr. Lütü Aksu, bu solüsyondan iki küçük şişeye doldurup, ağızlarını lehimlemiş, üzerlerine yapıştırdığı etiketlere terkibini kaydetmeyi de ihmal etmemiş ve bunları …’ün kolları arasına yerleştirmiştir. Tabut 9 Kasım 1953 Pazartesi günü, Anıtkabir’e nakledilmeden bir gün önce Prof. Dr. Kamile Mutlu tarafından devlet erkânı huzurunda açıldığında bu şişeler alınarak Anıtkabir Müzesi’ne konulmuştur. Halen burada muhafaza edilmektedir.” (…, Aleykümesselâm, syf. 82)
Yüz ve el maskının alınması ile ilgili olarak: “…’ün vefatının hemen ardından İstanbul Hıfzıssıhha Müzesi Müdürü Dr. Nuri Hakkı Aktansel Ata’nın yüzünün ve sağ elinin mulajını (maskını) yapmıştır. Uzun seneler Dr. Refik Saydam’dan …’ün ellerinin güzelliğini dinleyen Sağlık ve Sosyal Yardım Müsteşarı Dr. Asım Arar bunu gerekli görmüştü. Uzun süre Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı kasalarında saklı duran bu mulajlar şimdi Anıtkabir’deki … Müzesi’ndedir.
Bugün Türk Tarih Kurumu Arşivi’nde bulunan ve U. Kocatürk tarafından yayımlanan belgelerden; …’ün mulajlarının alınıp alınmaması konusunda Ankara ile İstanbul arasında bir yazışma trafiği gerçekleştiğini görüyoruz. İstanbul’da Dolmabahçe’de bulunan Sağlık Bakanı Dr. Hulusi Alataş ile Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’ın mulajlarının alınması isteğini Ankara’ya bildirdikleri ve bunun üzerine İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın hem İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’a hem de Dolmabahçe’de bulunan Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a 10 Kasım 1938 tarihli bir telgraf çektiğini bu belgelerden anlıyoruz.
Şükrü Kaya, ‘Hükümet’ten bir karar verilinceye kadar …’ün maskesinin aldırılması ve beyninin ölçülmesi meselesinin tehirini rica ederim. Keyfiyet Reisicumhur Vekili’nin tasviplerine iktiran etmiştir.’ demektedir. Buna Hasan Rıza Soyak’ın verdiği cevabi telgraftan Şükrü Kaya’nın telgrafının 10 Kasım 1938 saat 18:30’da ilgililere (İstanbul’a) ulaştığı anlaşılmaktadır.
İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ cevabi telgrafında; “…’ün na’şıyla bizzat Sıhhiye Vekili meşgul olmaktadır. Öğrenildiğine göre maskeleri alınmıştır, bundan başka yapılmış bir şey yoktur. Bay Hasan Rıza Soyak işin mâbadını temin edeceği tabiidir.’ Demektedir. (U. Kocatürk, … Çizgisinde Geçmişten Geleceğe … ve Yakın Tarihimize ilişkin Görüşmeler, Araştırmalar, Belgeler, … Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2005, s. 513-515. Hasan Rıza Soyak’ın verdiği saat, belgenin orijinalinde 18.30 olduğu halde (s. 515); U. Kocatürk bunu sehven 13.30 (s.513) olarak yazmıştır.) İçişleri Bakanı’nın telgrafında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın verdiği cevap; ‘Şifrenizi saat 18.30’da aldım. Bundan 4-5 saat evvel Sıhhiye Vekili ve Müsteşarının maske aldırmış olduklarını arz ederim’ şeklindedir.
Bu durumda …’ün yüz ve sağ el mulajının (toplam 4 adet) 10 Kasım 1938 günü, yani öldüğü gün saat 13.30 veya 14.30’da alındığını söyleyebiliriz.
Doktorlar …’ün Berberi Mehmet (Tanrıkut Mete)’e, …’ün yüzünün maskının alınması öncesinde tıraş etmesini söylediler. Mehmet üzüntüden bitap düşmüştü. ‘…’ü hayatında her gün tıraş ettim ama kalbim buna tahammül etmez, tıraş edemem’ dedi. Bundan dolayı mask alındığında ‘sakal delikli’ çıktı.” (…, Aleykümesselâm, syf. 75-77)
“…’ün naaşı, tahnit işlemleri bitirildikten sonra, kurşun galvanizli tabuta konulmuş, o da gül ağacından yapılan bir başka tabuta yerleştirilmiş ve öylece katakalfa konulmuş, üzerine uğrunda yıllardır mücadele ettiği Türk bayrağı örtülmüş bir şekilde Dolmabahçe Sarayı’nın Muayede Salonuna alınmıştı.” (…, Aleykümesselâm, syf. 103)
Naaşın ziyarete açılması ile ilgili olarak: “16 Kasım 1938 Çarşamba günü sabah saat 10.00’da naaş ziyarete açıldı. Yapılan İstanbul Programı’na göre saat 14:00’e kadar askeri ve mülki erkân, arkasından halk ziyaret edecekti. Bu ziyaret 17 ve 18 Kasım günleri de saat 10.00’dan başlayarak 24.00’e kadar sürecekti. Fakat, kısa sürede protokol kaidelerini alt üst eden bir halk seli ile karşı karşıya kalındı. 17 Kasım’ı 18’e bağlayan gece saat 24.00’e kadar ardı arkası gelmeyen sel aktı Dolmabahçe’ye. Halkın yoğun ilgisini gören Orgeneral Fahrettin Altay ve Vali Muhittin Üstündağ’ın kararı ile ziyaret sabaha kadar sürdürüldü. Sarayın kapıları kapatılmadı.
Ulus Gazetesi’nde cenazeyi ziyaret etmek isteyenlerin akınına uğrayan saraya 17 Kasım günü sabah saatlerinde gelenlerin sayısının dakikada 186 kişi iken bu sayının geceyarısı 250’yi bulduğu belirtilmekte ve 23.30’dan sonra izdihamın başladığı, gece yarısından sonra halen 50 bin kişinin ziyaret için sıra beklediği, Beşiktaş Kabataş yönünün hıncahınç insanla dolu olduğu ve tazimden çıkanların bahçede baygınlık geçirdiği ifade edilmektedir. Öyle ki, gazete ‘İstanbul Ağlıyor’ başlığı ile verdiği haberde ‘Dolmabahçe yolları nasıl hala çökmedi’ diyerek kalabalığa vurgu yapmakta ve kalabalığın resimlerini tam sayfa yayımlamaktadır. 18 Kasım gece yarısından sonra geçit sona erdirildiğinde son gün katılım sayısının 300 bini bulduğu belirtilmiştir. Bu arada 17 Kasım Akşamı saat 20.00 sıralarında geçit düzenli olarak sürerken bir ara vatandaşların ani ilerlemesi ile izdiham yaşanmış ve 7’si kadın olmak üzere 11 vatandaş bu izdiham sonucu hayatını kaybetmiştir. İlerleyen günlerde geçiş sırasında fenalaşanların sayısının arttığı gazetelerde belirtilmektedir. Bir sonraki CHP Meclis Grubu’nda ölen vatandaşlarla ilgili teessür dile getirilmiş ve önlemlerin artırıldığı belirtilerek dile getirilmiş ve önlemlerin artırıldığı belirtilerek daha dikkatli olmaları istenmiştir.
Cenaze alayı üzerinde bulunan güzergâhta eski bina yıkıntılarının çökmesiyle Eminönü’nde 14 kişi yaralanmış, itfaiye ve polis kordonunu yarmaya çalışan halka müdahale edilmiştir. Cenazeye katılım o kadar yüksek olmuştur ki, İstanbul’daki son törene 600 bin kişinin katıldığı, teyyare uğultuları ve top gürültülerinin hıçkırık seslerine karıştığı belirtilmektedir.” (…, Aleykümesselâm, syf. 103-104).
“İstanbul’daki törenler sırasında orada hazır bulunan Cemal Kutay bu sevgi selini şu şekilde anlatmaktadır; ‘Zerrece protokol, merasim, telkin; hiçbir fani hissin izi yoktu: Bir millet, evet bütün bir millet, bir vatandaşı için kendisine başta haysiyet ve istiklal, bütün güzel ve iyi şeyler armağan etmiş, bu uğurda nefsini feda etmiş şefkatli bir babadan öksüz kaldığında nasıl gözyaşı döker? Asrın büyük hadisesine şahit olmayanlara yazı-söz-fotoğraf-beste-tablo hiçbir şeyle anlatmak mümkün değildir bu vefa ve minnet selini… Kadınlar çoğunluktaydı: Her türlü hayat şartları içindeki, her semtten kopup gelen on binlerce insan arasında Türk kadını, kendisine hürriyet ve hak eşitliği getirmiş Atasını hıçkıra, ama örnek vekâr içinde tavaf etti.’ (Kutay, …’ün Son Günleri, s. 179)” (…, Aleykümesselâm, syf. 105)
“Başbakan Celal Bayar, 18 Kasım 1938 Cuma günü 12.30’da Ankara’dan İstanbul Haydarpaşa’ya gelmiş ve Acar motoruyla doğruca Dolmabahçe’ye geçerek katafalktaki son gününde olan …’ün naaşını vatandaşlarla birlikte ziyaret etmiştir. Daha sonra İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ, Fahrettin Altay Paşa ve …’ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak ile bir araya gelen Başbakan, ertesi gün yapılacak ‘Ankara’ya Nakil’ programı hakkında bilgi aldı. Konuyla ilgili hazırlıklar, 19 Kasım Cumartesi sabahına kadar sürdü. Kortej, Galata Köprüsü’nü geçecek, tabut Sarayburnu Rıhtımı’na yanaşmış Zafer Torpidosu’na, oradan Yavuz Zırhlısı’na çıkarılacaktı. Daha sabahın ilk ışıklarından itibaren çok sayıda vatandaş güzergâhı doldurmuş bulunuyordu.
Cenaze namazı ile ilgili olarak: “…’ün naaşının yer aldığı tabut Dolmabahçe’den çıkarılmadan hemen önce, bu büyük insana bir ‘son görev’ daha yerine getirildi: ‘Cenaze Namazı’ sarayda muayede salonunda kılındı. Cenaze tören Komutanı Fahrettin Altay Paşa da anılarında, cenaze namazı hakkında önemli bazı ayrıntılar aktarmaktadır. Başlangıçta, cenaze namazının İstanbul veya Ankara’da bir camide kılınması konusunda Hükümet ve Genelkurmay’ın bazı tereddütlerinin olduğu görülmektedir. Onlar, muhtemelen halkın Dolmabahçe’deki ziyareti sırasındaki izdihamlarda on bir kişinin ölmesi ve kırk civarında kişinin yaralanmasından dolayı bir izdiham veya ‘nümayiş’ olabileceğinden çekiniyorlardı. Fahrettin Paşa anılarında gelişmeleri şu şekilde anlatmaktadır:
‘Vefatında ben ordu Kumandanı idim. Ankara’dan emir gelmişti. Cenaze Alay Komutanlığını bana vermişlerdi. Cemil Cahit Paşa da bana yardım edecekti. Vazifeyi üstüme alınca ilk iş olarak Ankara’yı aradım. ‘Cenaze Namazı İstanbul’da mı, yoksa Ankara’da mı kılınacak?’ dedim. Akşama kadar bekledim, cevap yoktu. Merak etmiştim; bu sefer Mareşal Çakmak’ı aradım ve sordum. Aldığım cevap şöyle idi: ‘Yarın Başvekil Celal Bayar İstanbul’a geliyor, onunla konuşunuz.’ Hayret etmiştim. Bir namaz meselesi için Başvekil ile konuşmak İstanbul veya Ankara’da kılınması için Başvekilin karar vermesine ne lüzum vardı?
Celal Bayar gelmişti. Hükümet çekiniyordu. Cenaze namazını bir nümayiş haline getirmek istemiyordu. …, hepimizden çok Allah’ına, Peygamber’ine inanmış bir insandı. Zamanımızın Müslümanlığının hakiki Müslümanlık olmadığına kani idi. ‘Birçok hurafeler, şekillerle Müslümanlık aslından uzaklaştırılmış’ derdi. Bunun ileri görüşlü, aydın, zamanımızın icaplarını bilir din adamlarının yetiştirilmesi ile telafi edileceğine inanırdı. ‘Müslümanlık büyük din’ derdi. Ancak günümüzün din adamları zamanımızın durumuna adapte olmamış insanlar, onların kabahati yok eksik ve yanlış yetiştirilmişler. Büyük Türkiye’ye, büyük ve değerli din adamları ister. Ne yazık! Bir ideali idi; aydın, lisan bilir, ileri görüşlü din adamları yetiştirmek isterdi. Dinin de bir mektep olduğuna kani idi. Ama iyi hocalar elinde.
Sarayda toplanmıştık. Cemil Cahit Paşa, Hasan Rıza Bey ve daha birkaç kişi vardı. Cenaze namazının İstanbul veya Ankara’da bir camide kılınmasından hükümet çekinebilir, ama cenaze namazından sarfınazar edilemezdi. Bu bir zaruretti. Efkar-ı umumiyede çok fena tesir yapardı. Celal Bayar’a dönerek ilave ettim: ‘Cenaze namazı kılınmazsa, ben, cenaze merasim kumandanlığını deruhte edemem’ dedim. Celal Bayar çaresiz kalmıştı, dalgındı, düşünüyordu. Yine ben konuşmaya başladım. ‘Cenaze namazını mutlaka bir camide kılmaya mecburiyet yok. İslam dini müsait, sarayda da kılarız.’ Celal Bayar geniş bir nefes almış, rahatlamıştı. Zamanın Diyanet İşleri Reisi Şerafettin Yaltkaya’yı çağırdık ve Dolmabahçe’nin büyük salonunda hem de birkaç kişi iile değil, birkaç saf halinde paşalar, subaylar, vazifeliler, saray mensubu ve …’ün yakınlarından birkaç kişi olduğu halde kalabalık bir cenaze namazı kıldık.’
…’ün Kardeşi Makbule Hanım da, daha önceden ağabeyinin cenaze namazının nerede kılınacağını, Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak’a sormuştu.
Cenazenin bir camie götürülmesinin dinen şart olup olmadığı, devrin büyük din alimlerinden, İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi hocalarından Ord. Prof. Dr. Mehmet Şerafettin Yaltkaya’dan sorulmuş, Yaltkaya, böyle şer’i bir zorunluluk olmadığı, fakat bir kere de Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Rıfat Börekçi’ye sorulmasını istemişti. Milli Mücadele’nin ilk günlerinden beri, …’ün yanında yer almış, Cumhuriyetin ilk Diyanet İşleri Başkanı olan Rıfat Börekçi, Yaltkaya’nın kanaatini paylaşarak, ‘O’nun cenaze namazı tertemiz hale getirdiği bütün vatanda bu farizanın yerine getirilebileceği her yerde kılınabilir’ demiştir.
Cenaze Namazı, o sırada töreni takip etmek üzere Ankara’dan İstanbul’a giden resmi görevlilerden birisi olan Anadolu Ajansı Memurlarından Cemal Kutay tarafından şu şekilde anlatılmaktadır: ‘Cenaze namazı, resmi tören başlamadan, saat 8’i 10 geçe salonun ortasındaki büyük avizenin altına konmuş iki masa üzerine tabutun yerleştirilmesinden sonra kılındı. İmamlığı Rıfat Börekçi’nin 1942’de ölümünden sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirilecek ve bu hizmeti ölümüne kadar ifa edecek olan Ord. Prof. Mehmet Şerafettin Yaltkaya Hoca yaptı. Namaza yetişmiş olan, … Heyet-i Temsiliye Reisi olarak Ankara’ya geldiği 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara Defterdarı ve Vali Vekili olan Yahya Galip (Kargı), sayısı mütevazı olan cemaatin başındaki yerini alıp son telkinin verilmesinden sonra yüreğinin derinliğindeki acıya dayanamamış, bir köşeye çekilmiş, gür sesi ile hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.’
Cenaze Namazı ve hemen sonrasındaki gelişmeler, Anadolu Ajansı’nın 19 Kasım 1938 günkü bülteninde şu şekilde anlatılmıştır: ‘… Dolmabahçe sarayına gelince, burada hazırlıklar erkence başlamıştı. Büyük ölünün son ihtarın nöbetini bekleyen yaverleri ve dostları, büyük üniformalı subaylar, vali ve belediye reisi, bu hazırlıklara nezaret ediyorlardı. Sarayın büyük kapısı önünde yüzlerce çelenk var. Dolmabahçe’nin ağaçlı caddesi iki sıra çelenklerle bir çelenk sergisi halinde. İçerde merasim başlamadan, ailesinin talebi ile büyük ölünün namazı kılınmak suretiyle hususi merasim yapılıyor. Tekbir Türkçe verilmiş, namazı İslam Tetkikleri Enstitüsü Direktörü Ordinaryüs Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırılmıştır. Cenazeyi taşıyacak top arabası saat sekizi çeyrek geçe merasim salonunun mermer basamaklı methaline yanaşıyor. Arabaya üç çift siyah katana koşulu. Başta gözleri ağlamaktan kızarmış Başvekil Celal Bayar olduğu halde generaller, katibi umumileri ve yaverleri hep orada. Merasim başlıyor. Sekizi çeyrek geçe en yakın silah arkadaşlarından on iki tümgeneral cenazenin başucunda toplandı. Sandukayı kaldırdılar ve eller üstünde, vakur adımlarla top arabası önüne getirdiler…’
Görüldüğü gibi cenaze namazının saati, Cemal Kutay tarafından 08.10; Anadolu Ajansı haberinde 08.15 civarı olarak belirtilmektedir. Aynı gün akşam baskısı yapan Haber Akşam Postası Gazetesi ise, ‘Atamızın Tabutu Arkasından Bütün İstanbul Ağladı’ başlıklı haberinde, ‘sabahleyin saat 07.45’te kılınan Türkçe tekbirlerle kılınan cenaze namazından sonra tabutun, saraydan alınarak üç çift hayvanın çektiği top arabasına konulduğu’nu yazmıştır. Hakkı Tarık Us, ertesi günü yayımlanan makalesinde 19 Kasım 1938 günü saraydaki gelişmeler ile ilgili izlenimlerini anlatırken, yazıya ’19 İkinciteşrin 1938. Saat yedi buçuk…’ diyerek başlamakta ve Hafız Yaşar’ın sandukanın başında Türkçe ezan okuduğunu söylemektedir. O sırada orada bulunan Gazeteci Refik Ahmet Sevengil ise saat vermeden, ‘Şerafettin Yaltkaya namazı kıldırmış, duayı okuyordu…’ demektedir.
Bu durumda …’ün cenaze namazının, tabutun saraydan çıkarılmasından, yani resmi törenin başlamasından hemen önce, saat 07.30 ile 08.15 arasında muayede salonunda kılınmış olduğunu söylemek mümkündür. Namazın imameti Mehmet Şerafettin Yaltkaya tarafından yapılmış, namaza cemaat olarak orada hazır bulunanlar katılmış ve Türkçe ‘telkin ve ‘tekbirler’ getirilmiştir.” (…, Aleykümesselâm, syf. 106-110).
Davalı savunması:
Davacı her ne kadar, davalı müvekkiline ait eserindeki …’ün vefatından sonra yaşanan olaylara ilişkin bilgilerin, kendisinin 2013 yılında yazmış olduğu kitaptan alındığını iddia etmekteyse de bunun gerçeklikten uzak olduğu, zira söz konusu bilgilerin daha alenileşmiş olduğunu,
…’ün el ve yüz maskının alındığına dair 1970 yılından beri sayısız haber bulunduğunu ve bu haberlerin internette de yer aldığını, Sayın Mahkeme tarafından bu haberlerin sunulması gerektiğine karar verilmesi hâlinde bu haberlerin ayrıca delil olarak bildirileceğini,
Bu haberlere ek olarak, “…’ün Ölümünden Sonra Mulajı, Tahniti ve Otopsi Tartışması” isimli eserin (EK-26); Toplumsal Tarih isimli dergide 2004 yılında yayımlandığını, aynı konuların yer aldığı Yaşar Gürsoy tarafından yazılmış “… ve Berberi ”(EK-27) isimli eserin ise 2013 yılında yayımlandığını,
…’ün tahnit işleminin çözümünü gerçekleştiren Profesör Kamile Şevki Mutlu’nun konuyla ilgili beyanlarının 1964 yılında Hatırat adıyla Tıp Dergisinde(EK-16) yayımlandığını,
…’ün naaşının yıkanması ve cenaze namazına ilişkin bilgilerin 1993 yılında …’ün özel hafızı tarafından “Binbaşı Hafız Yaşar Okur’un Anıları”(EK-28) ismiyle yayımlandığını,
…’ün cenaze ve defin töreniyle ilgili işlemlerin bunlarla sınırlı olmadığını, pek çok eserde yer aldığını, bunlara örnek olarak;
-Celal Bayar – …’ten Hatıralar, Yayın Tarihi: 1955 (EK-18)
-Enver Behnan Şapolyo – …’ün Ölümü, Yayın Tarihi: 1957 (EK-20)
-Ruşen Eşref Ünaydın – …’ün Hastalığı, Yayın Tarihi: 1959 (EK-21)
-Cemal Kutay – …’ün Son Günleri: Yayın Tarihi: 1981 (EK-29)
Adlı kaynakların verilebileceğini; onlarca yıldır pek çok esere konu olmuş bu hususun ilk kez … tarafından kamuoyuna sunulmuş, orijinallik taşıyan bir konu olmadığını, bu sebeple intihalden söz edilemeyeceğini,
Davacının 2003’te kendisine verilen bir belge sayesinde; …’ün cenaze ve defin işlemleri ile Anıtkabir’in yapım sürecinin kendisi tarafından öğrenildiğini ve hatta bu bilgilerin ilk defa 2017 yılında piyasaya çıkardığı kitabında ele alındığını iddia ettiğini; ancak …’ün cenaze ve defin işlemleriyle ilgili bütün bilgilerin 1938 ve 1953 tarihli Cumhuriyet, Ulus, Akşam, Tan ve Hürriyet gibi gazetelerde yayımlanmış olduğunu, bu gazetelere şu anda Gazeteciler Cemiyeti’nin sitesi üzerinden internet ortamından dahi ulaşmanın mümkün olduğunu (EK-15); hatta cenaze töreninin Ankara Radyosu’ndan 28 spikerin anlatımı ile naklen yayımlandığını, mezar odasındaki canlı yayının da spiker Suat Taşer’in anlatımı ile yapıldığını; dolayısıyla bu bilgilerin 2003’e kadar bilinmediği iddiasının gerçek dışı olduğunu;
Yine tahnit işleminin Prof. L. Aksu tarafından, tahnit çözümünün ise Prof. K. Ş. Mutlu tarafından Ata’nın naaşı Anıtkabir’e taşınmadan evvel gerçekleştirilmiş olunduğunu, bu işlemlere ait anıların(EK-16) ve diğer bilgilerin 1964 yılında Hatırat adıyla tıp dergisinde yayımlandığını, iddiaların aksine, davacı tarafından gün yüzüne çıkarılmadığını;
Ayrıca, …’ün cenaze ve defin işlemlerinin çok sayıda eserde ayrıntılarıyla yer aldığını, bunlara örnek olarak, Celal Bayar’ın “…’ten Hatıralar”-1955 (EK-18), Ümit Deniz’in “Büyük Ata’nın Tabutu Nasıl Açıldı”, Milliyet gazetesi-1955 (EK-19), Enver Behnan Şapolyo’nun “…’ün Ölümü”-1957 (EK-20), Ruşen Eşref Ünaydın’ın “…’ün Hastalığı”-1959 (EK-21) adlı çalışmaların verilebileceği ifade edilmiştir.
Davalı kitabındaki ilgili metin:
“10 Kasım Perşembe
Saat 9’u beş geçe…
…’i kaybettik.
Henüz 57 yaşındaydı.
Matem halindeki Dolmabahçe Sarayı tek el silah sesiyle irkildi.
Sedef kabzalı Smith Wesson’un namlusundan çıkan mermi, adeta çığlık gibi koridorları dolaştı. Hemen alt kata koştular. Salih Bozok kanlar içinde yerde yatıyordu. Kalbine dayamış, tetiğe basmıştı.
Selanik’ten mahalleden arkadaştılar, akrandılar, tee en başından beri, Bandırma Vapur’undan beri yaveriydi, ateşten gömleği gönüllü giymişti.
Birbirlerine öylesine yakınlardı ki, … evlendiğinde Latife’nin şahidiydi, Zübeyde Hanım rahmetli olduğunda, … yetişememiş, Salih toprağa vermişti.
Saat 9’u beş geçe …’in başucundaydı. Elini öpmüş, hiç konuşmadan odadan çıkmış, alt kata, kendi odasına gitmiş, her daim belinde taşıdığı beylik tabancasını çekmiş, soğuk namluyu iman tahtasına dayayıp, tetiğe basmıştı.
Ölmedi Salih…
Mermi kalbi sıyırmıştı, iki-üç milim yanına saplanmıştı. Apar topar Şişli Sıhhat Yurdu’nda kaldırıldı, ameliyat edildi.
Kurtarıldı.
Canlı cenaze gibi yaşamaya devam etti.
Canından çok sevdiği …’iyle gidememişti, hayattan elini eteğini çekti. Evinden, odasından çıkmadan anca iki yıl devam edebildi.
Mermiyle delemediği kalbi, kahrından kendi kendine durdu.
… için ölüm raporu yazıldı.
Dokuz tıp profesörü imzaladı.
‘10 Kasım 1938 Perşembe sabahı, saat dokuzu beş geçe, muazzez ve büyük hasta terk-i hayat eylemiştir.’ (…,
Profesör Mehmet Kamil Berk, bizzat …’e ait M. K. A. amblemli ipek mendille çenesini bağladı.
11 Kasım… …’in naaşı, İstanbul Üniversitesi İslam Tetkikleri Enstitüsü Başkanı Ordinaryüs Profesör Şerafettin Yaltkaya’nın nezaretinde, özel hafızı Yaşar Okur tarafından yıkandı.
Profesör Mustafa Hayrullah Diker ve Profesör Süreyya Hidayet Serter’in nezaretinde, patalojik anatomi profesörü Lütfi Aksu tarafından tahnit işlemi yapıldı.
Vücudunun bozulmadan korunmasını sağlayacak olan solüsyon, 200 gram formaline, bir gram süblime, 200 gram tuz, 10 gram acide pehenque, bir litre su’dan oluşuyordu.
Profesör Lütfi Aksu tahnit işlemini bitirdikten sonra, iki küçük şişeye bu solüsyondan doldurdu, ağızlarını lehimledi, üzerlerine yapıştırdığı etikete terkibi yazdı, …’in kollarının arasına sıkıştırdı.
Yüzünün ve sağ elinin maskı alındı.
Kurşun galvanizli tabuta yerleştirildi, kapağı kapatıldı.
Gül ağacından tabuta yerleştirildi, kapağı kapatıldı.
Üzerine Türk bayrağı örtüldü.
16 Kasım… Dolmabahçe Sarayı’nda muayene salonunda katafalka yerleştirildi.
Sabah saat 10’da ziyarete açıldı.
İnsan seli aktı.
Güya saat 24’te son verilecekti ama, mümkün değildi.
200 binden fazla yurttaş bayrağa sarılı tabutun önünden hıçkıra hıçkıra geçti, yüzbinlerce yurttaş sıradaydı, aralıksız devam edildi.
17 Kasım… Hava çoktan kararmıştı, gece yarısı olmuştu.
Ortaköy yönünde uzanan kuyruğun ucu bucağı görülmüyordu.
Maalesef, izdihamdan dalgalanma oldu… Durun ittirmeyin demeye kalmadı, girişin kapısının önünde Saat Kulesi’nin çevresinde çığlıklar yükseldi. Atlı polisler arkadan yüklenen kalabalığı dağıtana kadar iş işten geçti, insanlar sıkıştı, ezildi, 11 kişi hayatını kaybetti.
Ertesi günkü gazeteler, hükümetin resmi tebliğini yazıyordu:
Denizyolları işletmesi müdürü Raufi Manyasizade’nin 16 yaşındaki kızı Bilun, İstiklal Caddesi’nde oturan bayan Anna, İstiklal Caddesi’nde oturan Rona Kişnir ve kızı Bella, Bakırköy’den Hatice hanım, Kurtuluş semtinden sütçü Diyamandi, Topkapı’da oturan Abdülhamid bey, Aksaray Laleli’de oturan bayan Kevser Mehmed, Tarlabaşı’nda oturan Satenik Ohannes, Saint Benoit öğrencisi 15 yaşındaki Paul Kuto ve Beyoğlu Lüksemburg otelinde kalan bay Leon’du.
Kadın erkek, genç yaşlı, Müslüman Hıristiyan Musevi, Rum Ermeni… ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ şemsiyesi altındaki tüm yurttaşlar, memleketin ortak paydası …’e gözyaşı döküyordu.
18 Kasım… Kalabalık artarak devam etti.
Ulus gazetesi muhabiri Cemal Kutay şunları yazıyordu: ‘Bütün millet, kendisine haysiyet, hürriyet, istiklal, güzel şeyler armağan etmiş şefkatli bir babadan öksüz kaldığında nasıl gözyaşı döker? İşte öyle gözyaşı döküyordu.
Şahit olmayanlara, bu asrın hadisesini, bu vefa ve minnet selini, yazı, söz, fotoğraf, beste, tabloyla anlatmak mümkün değildir. Zerrece protokol yoktu.
Merasim gibi hiçbir fani hissin izi yoktu.
Vakar içinde tavaf eden millet vardı.
Kadınlar çoğunluktaydı’.
“19 Kasım, saat 08.10…
Cenaze namazı kılındı.
Camiye götürülmesinin dinen şart olup olmadığı Diyanet İşleri Bakanı Mehmet Rifat Börekçi’ye danışıldı.
Milli Mücadele kahramanı Börekçi, muhteşem izah etti.
‘… …’ün cenaze namazı, tertemiz hale getirdiği vatan toprağının her yerinde kılınabilir’ dedi.
Dolmabahçe Sarayı’ndaki cenaze namazını, Mehmet Rifat Börekçi’den sonra ikinci diyanet işleri başkanımız olan Ordinaryüs Profesör Şerafettin Yaltkaya kıldırdı.
(İzdiham yüzünden 11 kişinin hayatını kaybetmesi, 50’den fazla kişinin ciddi şekilde yaralanması, bu kararın alınmasında ana etkendi. Cenaze namazına Türkiye’nin dört bir yanından gelecek olan yüzbinlerce vatandaşı sıraya sokabilmek asla mümkün değildi. Sarayın hemen bitişiğindeki Dolmabahçe Camisi’nde bile kılınsa, mahşeri kalabalığı düzen içinde tutabilmek imkansızdı. Daha büyük facia olacağı kesindi. Cenaze namazının sarayda kılınmasının temel sebebi buydu.
Öte yandan, izdiham faciası yüzünden İstanbul valisi ve İstanbul emniyet müdürü görevden alınmıştı, savcılık soruşturması neticesinde İstanbul emniyet müdürü ve yardımcısının görevi ihmalden yargılanmalarına karar vermişti.)
…’in tabutu, muayede salonunda büyük avizenin altına yerleştirilen iki mermer masaya konuldu.
Arkadaşları, hizmetlileri, diyanet görevlileri saf tuttu.
Şerafeddin Yaltkaya yerini aldı. Onun hemen arkasında …’in özel hafızı Yaşar Okur ve hafız İsmail vardı.
Yaşar Okur ‘Allah için namaza, meyyit için duaya, uyun imama ey hazirun’ diye seslendi.
Tekbir, Türkçe verildi.
‘Allahu ekber’ yerine ‘Tanrı uludur’ denildi.
Namazın sonunda selam verilirken de ‘esselamü aleyküm ve rahmetullah’ yerine ‘esenlik üzerinize olsun’ denildi.
Saat 08.30… Dolmabahçe Sarayı’nın kapısında onbinlerce rengarenk çelenk, göz alabildiğince insan vardı, Dolmabahçe’nin önündeki ağaçlı caddede iğne atsan yere düşmezdi. 12 generalin omuzlarında top arabasına taşındı. Top arabasına üç çift siyah katana koşulmuştu.
İstanbul’dan ebediyen ayrılıyordu.
Cenaze korteji saat tam 09.00’da hareket etti.
Tramvay yolunu takip ederek, Tophane, Karaköy, Galata köprüsü, Eminönü, Bahçekapı, Sirkeci ve Salkımsöğüt üzerinden, Gülhane parkı içinden Sarayburnu’na gelindi.
Rıhtımdaki duba üzerinden Zafer muhbirine taşındı.
Haydarpaşa önünde demirli olan Yavuz zırhlısına nakledildi.
Güverteye yerleştirildi.
Seyir esnasında birer dakika arayla matem topu atıldı.
Hamidiye kruvazörü, Zafer ve Tınaztepe muhripleri, Dumlupınar ve Gür denizaltıları, Doğan ve Martı hücumbotları eşlik ediyordu.
Türk donanması, tarihinin gelmiş geçmiş en hüzünlü görevini yerine getirmek üzere yola çıktı.
İzmit Mayın İskelesi’ne yanaşıldı.
Yurt gezilerinde kullandığı beyaz trene konuldu.
20 Kasım sabahı ağır ağır Ankara Garı’na girildi.
Milli Mücadele’nin başında karargah olarak kullanılan direksiyon binası, bu defa ebedi uğurlamaya ev sahipliği yapıyordu.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, TBMM Başkanı Abdülhalik Renda, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak karşıladı. Başbakan Celal Bayar, İstanbul’dan beri yanındaydı, beyaz trendeydi.
…’in tabutu TBMM önünde katafalka konuldu.
Saat 12 ile 24 arasında onbinlerce vatandaş tarafından gözyaşlarıyla ziyaret edildi, kuyruk kesilmedi, resmi törenin başlayacağı 21 Kasım sabahına kadar devam etti.
21 Kasım saat 09:00’da 12 milletvekilinin omuzunda top arabasına taşındı. Chopin’in cenaze marşı eşliğinde ihtiram yürüyüşü başladı. Etnografya Müzesi’ne hareket edildi.
Müzenin giriş salonunda mermer katafalka konuldu.
Cumhurbaşkanı İnönü liderliğinde saygı duruşu yapıldı.
Dört ay orada kaldı.
Meşaleler eşliğinde ihtiram nöbeti tutuldu.
Vatandaşlar tarafından ziyaret edildi.
31 Mart 1939…
Kurşun galvanizli tabut, katafalkın altına açılan kabre indirildi. Anıtkabir tamamlanana kadar, 15 yıl orada kaldı.” (…, syf.481-488)
Değerlendirme:
İddia çerçevesinde taraflara ait metinler karşılaştırmalı olarak incelendiğinde;
a) …’in kitabında …’ün ölüm anına ilişkin olarak, “Bu sırada Operatör Mim Kemal gözlerini kapatıyor, Mehmet Kamil de çenesini bağlıyordu. (Soyak, a.g.e., syf. 771-773. Metindeki imlalar aynen muhafaza edilmiştir.)” (…, …’ün Son Sözü Aleykümesselâm, İstanbul 2013, syf. 48) “…’ün ölüm anında orada bulunan Dr. Mehmet Kamil Berk vefat anını şöyle anlatmaktadır: ‘…Dr. Akil Muhtar Bey oksijen balonunu bizzat dolduruyor ben de veriyordum. Son nefesini verdikten sonra, ona işaret ettim. Bilahare bir ipek mendille Gazi’nin çenesini, bir gazlı bezle de ayak baş parmaklarını bağladım. Ondan sonra da Hasan Rıza Bey’e (Soyak) haber verdik (Şehsuvaroğlu a.g.e. syf. 94, dipnot: 49)” (…, Aleykümesselâm, syf. 49) yine Nuri Ulusu’ya atfen “…Bir tarih göç etmişti, biz ne yapacaktık. İlk telaş sonunda doktorları son muayeneleri yaptılar, çenesini Dr. Kamil Berk, Mim Kemal Oke Bey gözlerini yavaş yavaş kapatıp, bir mendille bağladılar. (Nuri Ulusu’nun Hatıraları, s. 235-237)” (…, Aleykümesselâm, syf. 55). Şeklinde, … ile aynı odada bulunanların anlatımlarına atfen ifadelerin yer aldığı; …’in kitabında ise farklı bir olay örgüsü ile, Salih Bozok’un o sırada yaşadıkları ve hemen arkasından intihar girişiminde bulunması bağlamında “10 Kasım Perşembe, Saat 9’u beş geçe… …’i kaybettik. Henüz 57 yaşındaydı. Matem halindeki Dolmabahçe Sarayı tek el silah sesiyle irkildi. Sedef kabzalı Smith Wesson’un namlusundan çıkan mermi, adeta çığlık gibi koridorları dolaştı. Hemen alt kata koştular. Salih Bozok kanlar içinde yerde yatıyordu. Kalbine dayamış, tetiğe basmıştı. Selanik’ten mahalleden arkadaştılar, akrandılar, tee en başından beri, Bandırma Vapur’undan beri yaveriydi, ateşten gömleği gönüllü giymişti. Birbirlerine öylesine yakınlardı ki, … evlendiğinde Latife’nin şahidiydi, Zübeyde Hanım rahmetli olduğunda, … yetişememiş, Salih toprağa vermişti. Saat 9’u beş geçe …’in başucundaydı. Elini öpmüş, hiç konuşmadan odadan çıkmış, alt kata, kendi odasına gitmiş, her daim belinde taşıdığı beylik tabancasını çekmiş, soğuk namluyu iman tahtasına dayayıp, tetiğe basmıştı. Ölmedi Salih…” (…, syf.481-482) şeklinde anlatıldığı, daha sonra ise tekrar …’ün ölümü sonrası yapılan resmî işlemlere dönüş yapıldığı ve “… için ölüm raporu yazıldı. Dokuz tıp profesörü imzaladı. ‘10 Kasım 1938 Perşembe sabahı, saat dokuzu beş geçe, muazzez ve büyük hasta terk-i hayat eylemiştir.’ Profesör Mehmet Kamil Berk, bizzat …’e ait M. K. A. amblemli ipek mendille çenesini bağladı.” (…, syf. 483) biçiminde anlatımın yer aldığı, dolayısıyla olaylar, tarihleri ve saatleri dışında iki metin arasında bir benzerlik ve alıntı yapıldığını ortaya koyabilecek bir benzerliğin bulunmadığı,
b) Naaş’a uygulanan yıkama işlemi davacıya ait iki ayrı metninde,“…’ün naşı, tahnit işlemine başlanmadan önce o zaman İstanbul Üniversitesi İlahiyat öğretim üyelerinden olan Ord. Prof. M. Şerafettin Yaltkaya’nın nezareti altında İslam an’anesine uygun olarak ‘yıkanmış’tır.” (…, Aleykümesselâm, syf. 80) “…Ardından o dönemde İslam Tetkikleri Enstitüsü Müdürü olan Ord. Prof. Dr. Şerafettin Yaltkaya Hoca’nın imamlığında …’ün naaşı İslami usullere göre yıkanarak kefenlenmiştir.” (…, Milletin Sinesinde: … ve Anıtkabir, İstanbul 2017, syf. 13-14) şeklinde ifade edilmişken; davalı eserinde “11 Kasım… …’in naaşı, İstanbul Üniversitesi İslam Tetkikleri Enstitüsü Başkanı Ordinaryüs Profesör Şerafettin Yaltkaya’nın nezaretinde, özel hafızı Yaşar Okur tarafından yıkandı.” Şeklinde ifade edildiği;
c) Ayrıca, …’ün ölüm anı, ölümü sonrası naaşına uygulanan tahnit işlemi ve cenaze törenine dair tarihî olgu ve olayların kahramanları olan kişilerin adları gibi hususların, davacı veya başka bir tarihçiye ait hususiyet taşıyan telif koruması kapsamında olan eser parçaları olarak kabul edilemeyeceği; zira bunların, resmî tutanak ve belgelere de geçtiği ve FSEK kapsamında bir kişiye atfedilebilecek ve korunabilecek bilgi veya hususlardan olmadığı,
d) Dolayısıyla, bu iddia kapsamında iki metin arasında bir illiyet bağından ve iktibastan söz edilemeyeceği,
…’ün Para İle İlişkisi ve Emeklilik Bilgileri ile ilgili olarak
Davacı iddiası:
Davalının, kitabının syf.85 ve devamında … Paşa’nın Anadolu’ya geçişini ve Ankara yolculuğunu anlattığını, Millî Mücadele’nin ve yolculuğun finansmanı konusunu da kısmen ele aldığını, çekilen maddi zorluklardan söz ettiğini, Sivas’ta Hacı Derviş’ten (Devirmiş) bile bahsettiğini (syf. 95), ancak bu bilgileri nereden aldığını yazmadığını; bu bölümde bahsettiği …’ün maaşları, harcamaları, rüşvet konusundaki duruşu gibi konular ile “Cebinde para taşımazdı” başlığı ile başlayan (syf. 364) bölümdeki emeklilik bilgilerini, müvekkili eserinden intihal ettiğini;
Konuyla ilgili “Millî Mücadele’nin Finansmanı” bölümünün, müvekkiline ait “… ve Beytülmâl: (…’ün Devlet Hazinesine Bakışı), (İstanbul 2016) adlı kitabın, 59-80. sayfalarında, “Hacı Derviş (Devirmiş) Anıları” bölümünün, 41-43.sayfalarında; yine “…’ün emeklilik bilgileri” kısmının ise 83-86. Sayfalarında yer aldığı şeklindedir.
Davacı iddiasına dayanak metin:
“Prof. Dr. Şükrü Elçin’in ilk olarak 1988 yılında yazdığı bir makalede anlattığı ve Sivas Kongresi sırasında geçen aşağıdaki olay …’ün parayla ilişkisindeki hassasiyetini ve kurtuluşa olan inancını göstermesi bakımından çok önemlidir.
Prof. Dr. Şükrü Elçin yeni atandığı Sivas Lisesi’ndeki görevine 1939 Kasım ayı içerisinde başlar. Okul Müdürü Faik Dranas kendisine okulun idari işlerinde görevli Hacı Derviş’i (H. Baki Derviş Devirmiş) kastederek: ‘Hacı Bey kongrede …’ün hizmetinde bulunmuştur, birçok gözlemleri var, rica edin, size bir iki hatırasını anlatsın’ der.
Şükrü Elçin hatırasında bu tanışmanın devamını şöyle anlatır:
‘Hacı Derviş (Devirmiş), herkesin sevdiği, saydığı, orta boyda, çocuk yüzü, mahcup tabiatlı, ağzında piposu, iddiasız bir adamdı. Kendisine …’le nasıl tanıştığını sordum. O günlere tekrar giderek şunları anlattı: ‘… Sivas’a gelince Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reis-i Sanisi (İkinci Başkanı) Rasim (Başara) Bey’den kendisine hizmet edecek bir adam bulmasını ister. O da Hacı Derviş’i gönderir. Paşa, müdür odasında çalışırken kapıyı vurarak içeri giren Hacı Derviş kendini Rasim Bey’in gönderdiğini söyler. … kendisine uzun uzun bakar ve ‘benimle çalışır mısın’ diye sorar. Bir hafta süre isteyen Hacı Derviş’e, ‘memleketin bir hafta düşünmeye vakti yok, yarın kararını bildir’ diye seslenir. Odadan çıkan Hacı Derviş, kapıyı vurmadan tekrar içeri girer ve ‘gabul Paşam!’ der.
… memnun olmuştur. Pantolonunun cebinden örme bir para kesesi çıkararak masanın üzerine döker ve ‘Al bunları çarşıya git, bana çok büyük bir hesap defteri satın al, gel’ der.
Hacı derviş defteri getirdiğinde, bütün masrafları kuruş kuruşuna bu deftere yazmasını emreder. Bunun üzerine Hacı Derviş:
-‘Paşam, bu hengamede senden kim hesap sorabilir’ deyince,
-‘Çocuk, bir gün gelir, millet benden de başkasından da tek tek hesap sorar’, cevabını verir. (…, … ve Beytülmâl (…’ün Devlet Hazinesine Bakışı), İstanbul 2016, syf. 41-42)
“Özlük dosyasında yer alan emeklilik ile ilgili yazışmalara bakıldığında …’ün 41 yıl, 3 ay, 29 gün hizmet süresi ile emekli olduğu anlaşılmaktadır. Bu sürenin 28 sene 3 ay 29 günü Harp Okulu’na giriş tarihi olan 13 Mart 1899 (1 Mart 1315) tarihi ile emekli olduğu 30 Haziran 1927 tarihleri arasını kapsamaktadır. 2 yıl İtalyan Harbi zammı (1911 Trablusgarp), 1 yıl Balkan Harbi zammı, 5 yıl Harb-i Umumi zammı ve 5 yıl İstiklal Harbi (15 Mayıs 1335/1919-23 Ağustos 1339/1923) zammı almıştır. Emekli olmadan önce Müşir (Mareşal) maaşı 15.00 kuruş (150 Lira) iken, kendisine 12.399 kuruş yani yaklaşık 124 Lira (123.99) emekli maaşı bağlanması gerekiyordu. Fakat, ‘azami tekat maaşının 5.000 kuruş (50 Lira) olacağı’ hakkındaki karar gereğince alması gereken emekli maaşından 7.399 kuruş yani yaklaşık 74 Lira (73.99) kesilmiş ve 5.000 kuruş yani 50 lira emekli maaşı bağlanmıştır.” (…, syf. 85)
Davalı savunması:
Davacının, müvekkiline yönelik olarak ileri sürdüğü …’ün para ile ilişkisi ve emekliliği hakkındaki bilgileri 2016’da yazmış olduğu üç eserden intihal ettiği iddiasının da asılsız ve kötü niyetli olduğu;
Zira, Sivaslı Hacı Derviş’in hatıralarının 1988 yılında, … Dil Tarih Yüksek Kurulu tarafından çıkarılan “Erdem” dergisinde, Şükrü Elçin tarafından “Hacı Dervişten Duyduklarım” (EK-22) başlığıyla yayımlandığını, bu hatıralarda …’ün paraya yaklaşımının anlatıldığını ve sonrasında pek çok … biyografisinde yer verildiği;
…’ün emeklilik bilgilerinin ise yine davacının iddialarının aksine ilk kez 2016’da kendisi tarafından değil, kitapçık haline getirilerek 2004 yılında, dönemin Çalışma Bakanı Murat Başesgioğlu tarafından, Emekliler Haftası vesilesiyle dönemin Cumhurbaşkanı A. N. Sezer’e törenle takdim edildiği ve basına da sunulduğu; bu bilgilerin 1 Temmuz 2004 tarihli Hürriyet gazetesine de manşet olduğu (EK-23) yönündedir.
Davalı kitabındaki ilgili metin:
“Cebinde sadece bin lira vardı.
(İçişleri bakanlığından makbuz karşılığında sadece bin lira ödenek tahsis edilmişti. Gel gör ki……’e verilen bu cüzi ödenek, … karşıtları tarafından yıllar sonra kaleme alınan kitaplarda kasıtlı olarak abartıldı, çarpıtıldı. Kimisi 300 bin lira verildiğini yazdı, kimisi 50 bin sterlin verildiğini yazdı, kimisi Vahdettin’in şahsi servetinden 40 bin altın verdiğini öne sürdü, kimisi 400 bin altın teslim edildiğini iddia etti.
Adeta açık arttırma gibi yükseltildi.
Elbette hepsi yalandı.
Mesela, o tarihteki 400 bin altın, bugünkü Cumhuriyet altını hesabıyla kabaca 850 bin altına denk geliyor, bu ağırlıkta altını Bandırma vapuruna yükleyip, Anadolu’ya taşıyabilmek için kamyon filan tutmak gerekirdi!
Üstelik… … tarafından imzalanmış bir belge devletin arşivinde duruyor.
Bu belgede açık açık ‘iç asayişte sarf edilmek üzere bin Osmanlı lirasının alındığını gösterir makbuzdur, ordu müfettişi mirliva …’ yazıyor.
Ve üstelik… … Samsun’a vardıktan 10 gün sonra sadarete telgraf çekerek, bu bin lirayı nerelere harcadığını tek tek belirtmiş, aldığı ödeneğin hesabını vermişti. Bu telgraf da yine devletin arşivinde yer alıyor.) (…, syf. 85).
“Benzin yoktu.
Lastik yoktu.
Sivas’ta sadece Amerikan Okulu’nda otomobil vardı.
Bizimkilerin kendi memleketlerinde yiyecek ekmeği bile yokken, Amerikalılar Anadolu’nun göbeğinde her türlü maddi imkana sahipti.
Ermeni tehcirinde sahipsiz kalan kız çocuklarını okutuyorlardı.
Okulun müdiresi Mary Graffam’a başvurdular.
‘Elbette ne lazımsa derhal veririz, lütfen hediye kabul ediniz, ısrar etmeyiniz, asla para kabul etmeyiz’ dedi.
Altı teneke benzin, iki çift lastik aldılar.
‘Hediye’yi öğrenen … itiraz etti.
‘Şimdi para almıyorlar ama sonra arkamızdan cebren aldı derler, vesika tanzim edin, alınan malzemelerin listesini yazın, ısrarımıza rağmen para almadıklarına dair elimizde vesika bulunsun, ne olur, ne olmaz, imzalayalım, müdire hanım da imzalasın’ dedi.
Mazhar Müfit tekrar okula gitti.
Bu belge iki taraflı imzalandı.
‘Hediye bağış, ödenek’ gibi kavramlar, … için hassas konulardı, asla ihmal etmezdi.
Mutlaka kayda geçirtirdi.
Sivas’a gelir gelmez maiyetinde görev yapan Hacı Derviş’i çarşıya göndermiş, büyükçe bir defter aldırmıştı. Konre vesilesiyle yapılan masrafları, harcanan paraları kuruşu kuruşuna yazdırıyordu.
Bir gün Hacı Derviş dayanamadı…
‘Paşam bu hengamede kim hesap soracak’ dedi.
…’in cevabı ibretlikti.
‘Gün gelir, millet benden de başkasından da tek tek hesap sorar, biz bugün hesabımızı eksiksiz yazalım, millet de yarın parasının nereye harcandığını bilsin’ dedi. (…, syf. 94-95)
“Cebinde para taşımazdı.
Cüzdanı yoktu.
Maaşı yaverlerine teslim edilirdi.
Harcamalarını yaverler yapardı.
Öğrenciliğinden paşalığına kadar, kıt kanaat yaşadı.
1904… Henüz 23 yaşındayken not defterine şunları yazmıştı: ‘Bugün bütçemin hesabına göz gezdirdim. Masrafları gelirimin çok üstünde buldum. Şimdiye kadar para çantama girip çıkan parayı hesap etmek hatırıma bile gelmemişti. Bu hesapsızlığın kötü sonucu olmak üzere pek büyük ıstıraplar altında manen maddeten ezildim.’
Ama, gönlü çok zengindi.
Abartılı bahşiş verirdi.
1919… Erzurum Kongresi’ne gidiyorlardı.
Para ucu ucunaydı.
‘Ankara’ya kadar yeter mi?’ diye sordu.
Mazhar Müfit Kansu dayanamadı, ‘yollarda israf etmezsek belki yeter’ deyiverdi.
… bu ters cevabı beklemiyordu.
‘Ne demek yani yollarda israf?’ diye çıkıştı.
Mazhar Müfit o dakikaya kadar zaten kendini zor tutuyordu, fena patladı. ‘Şuna beş lira buna on lira bahşiş vermemek demek… Konakladığımız yerlerde hizmet edenlere bahşiş verelim fakat, bahşişin miktarını bana bırakın. İki lira verilecek yerde on lira verdirmeyin. Kime verileceğini siz söyleyin, kaç para bahşiş verileceğini ben tayin edeyim’ dedi.
… yaramazlık yaparken yakalanmış haşarı çocuklar gibi uslu uslu ‘peki’ demek zorunda kaldı.
1927’de mareşal rütbesiyle askerlikten emekli oldu.
150 lira emekli maaşı bağlandı.
41 yıl 3 ay 26 gün hizmet süresi vardı. Aslında bu sürenin 28 yıl 3 ay 29 günü harp okuluna girişinden itibaren emekli olduğu tarih arasını kapsıyordu.
İki yıl Trablus Savaşı zammı,
Bir yıl Balkan Savaşı zammı,
Beş yıl Çanakkale Savaşı zammı,
Beş yıl İstiklal Savaşı zammı verilmişti.
Toplam 41 yıl 3 ay 29 gün ediyordu.” (…, syf. 364-365)
Değerlendirme:
İddia ve savunma çerçevesinde taraflara ait metinler karşılaştırmalı olarak incelendiğinde;
a) …’e ait “Hacı Derviş (Devirmiş) Anıları” bölümüne ilişkin olarak, davacı …’in kitabında “Prof. Dr. Şükrü Elçin’in ilk olarak 1988 yılında yazdığı bir makalede anlattığı ve Sivas Kongresi sırasında geçen aşağıdaki olay …’ün parayla ilişkisindeki hassasiyetini ve kurtuluşa olan inancını göstermesi bakımından çok önemlidir. Prof. Dr. Şükrü Elçin yeni atandığı Sivas Lisesi’ndeki görevine 1939 Kasım ayı içerisinde başlar. Okul Müdürü Faik Dranas kendisine okulun idari işlerinde görevli Hacı Derviş’i (H. Baki Derviş Devirmiş) kastederek: ‘Hacı Bey kongrede …’ün hizmetinde bulunmuştur, birçok gözlemleri var, rica edin, size bir iki hatırasını anlatsın’ der….” (…, … ve Beytülmâl, İstanbul 2016, syf. 41) şeklinde, Hacı Derviş’ten anılarını aktaran Şükrü Elçin’in anlatımlarına aynen yerildiği; davalı …’in kitabında ise “‘Hediye bağış, ödenek” gibi kavramlar, … için hassas konulardı, asla ihmal etmezdi. Mutlaka kayda geçirtirdi. Sivas’a gelir gelmez maiyetinde görev yapan Hacı Derviş’i çarşıya göndermiş, büyükçe bir defter aldırmıştı. Kongre vesilesiyle yapılan masrafları, harcanan paraları kuruşu kuruşuna yazdırıyordu. Bir gün Hacı Derviş dayanamadı…‘Paşam bu hengamede kim hesap soracak’ dedi. …’in cevabı ibretlikti. ‘Gün gelir, millet benden de başkasından da tek tek hesap sorar, biz bugün hesabımızı eksiksiz yazalım, millet de yarın parasının nereye harcandığını bilsin’ dedi. (…, syf. 94-95) şeklinde anlatıldığı, dolayısıyla her iki yanın da bu olayı farklı bağlamlarda, farklı üslup, tarz ve cümlelerle ancak aynı ortak kaynaktan yararlanarak aktardıkları, davacı anlatımının ortak kaynağın birebir aynen alıntılanması şeklinde gerçekleştiği; davalı …’in ise Elçin’e ait anılardan hareketle farklı bir bakış açısıyla kendi anlatım biçemine uygun bir öyküleme tarzı ile olayı anlattığı; dolayısıyla davacı eserinde sadece olay akışı ve örgüsü değil, davacıdan farklı bilgilerin bir araya getirilmesiyle kaleme alınmış bir metnin kullanıldığı,
b) “…’ün emeklilik bilgileri” bölümüne ilişkin metinler yönünden de aynı tespit ve değerlendirmelerin geçerli olduğu; zira davacı …’e ait metinde “Özlük dosyasında yer alan emeklilik ile ilgili yazışmalara bakıldığında …’ün 41 yıl, 3 ay, 29 gün hizmet süresi ile emekli olduğu anlaşılmaktadır. Bu sürenin 28 sene 3 ay 29 günü Harp Okulu’na giriş tarihi olan 13 Mart 1899 (1 Mart 1315) tarihi ile emekli olduğu 30 Haziran 1927 tarihleri arasını kapsamaktadır. 2 yıl İtalyan Harbi zammı (1911 Trablusgarp), 1 yıl Balkan Harbi zammı, 5 yıl Harb-i Umumi zammı ve 5 yıl İstiklal Harbi (15 Mayıs 1335/1919-23 Ağustos 1339/1923) zammı almıştır. Emekli olmadan önce Müşir (Mareşal) maaşı 15.00 kuruş (150 Lira) iken, kendisine 12.399 kuruş yani yaklaşık 124 Lira (123.99) emekli maaşı bağlanması gerekiyordu. Fakat, ‘azami tekaüt maaşının 5.000 kuruş (50 Lira) olacağı’ hakkındaki karar gereğince alması gereken emekli maaşından 7.399 kuruş yani yaklaşık 74 Lira (73.99) kesilmiş ve 5.000 kuruş yani 50 lira emekli maaşı bağlanmıştır.” (…, syf. 85) şeklinde ifadeler yer almış iken; davalı eserinde bu konudaki anlatımların, …’ün abartılı bahşiş vermesi konusunda Mazhar Müfit Kansu ile arasında geçen bir diyaloğu takiben ve “1927’de mareşal rütbesiyle askerlikten emekli oldu.
150 lira emekli maaşı bağlandı.
41 yıl 3 ay 26 gün hizmet süresi vardı. Aslında bu sürenin 28 yıl 3 ay 29 günü harp okuluna girişinden itibaren emekli olduğu tarih arasını kapsıyordu.
İki yıl Trablus Savaşı zammı,
Bir yıl Balkan Savaşı zammı,
Beş yıl Çanakkale Savaşı zammı,
Beş yıl İstiklal Savaşı zammı verilmişti.
Toplam 41 yıl 3 ay 29 gün ediyordu.” (…, syf. 364-365) şeklinde, davacı eserinden tümüyle farklı bir bağlamda ve üslup ile anlatıldığı; metinler arasındaki ortak kısımların resmî belgelerde yer alan ve daha önce kamuya sunulmuş birtakım kaynaklara da geçmiş, …’ün emekli maaşına ilişkin maddi bilgilerden ibaret olduğu,
c) Davacı …’in kitabında yer alan bilgilerin dava dışı üçüncü kişiye ait bir metinde yer aldığı; tarihî bir olay ve kahramanlarının adlarına, emekli maaş süresi gibi resmî kayıtlarda yer alan ve kamuya daha önce sunulmuş bilgilerin, davacı veya başka bir tarihçiye ait hususiyet taşıyan telif koruması kapsamında olan eser parçaları olarak kabul edilemeyeceği,
d) Dolayısıyla, davalının kullanımının davacı kitaplarından bir iktibas ile oluşturulmadığı, metinler arasında illiyet bağı bulunmadığı,
İNTİHAL İDDİASINA İLİŞKİN KIYASLAMALI DEĞERLENDİRME;
… Orman Çiftliği ile ilgili olarak;
Davacı iddiası:
Davalının kitabında verdiği … Orman Çiftliği’nin oluşumu, kapasitesi ve Hazine’ye devri ile ilgili bilgilerin (syf.469-471) müvekkilinin “… ve Beytülmâl: (…’ün Devlet Hazinesine Bakışı) (İstanbul 2016) adlı kitabının 121-142. Sayfalarından kaynak gösterilmeden alındığı yönündedir.
Not: Her ne kadar dava dilekçesinde … Orman Çiftliği’ne ilişkin iddialarda yukarıda belirtilen kitaba atıf yapılmış ise de, hangi kısımların davalı kitabına aynen veya mealen alındığına yönelik bir açıklama yapılmadığı gözlenmiştir. Bu nedenle, belirtilen sayfalarda yer alan metinlerin bu tabloya olduğu gibi aktarılması amaçlanan faydayı sağlayamayacağından metinlerin en yakın oldukları kısımlarına yer verilmiştir.
Davacı iddiasına dayanak metin:
“…’ün niçin başta Ankara olmak üzere yurdun değişik yerlerinde çiftlikler kurduğu sorusunun cevabı, işte ülke tarımının ve köylüsünün içinde bulunduğu bu durum ve O’nun tarım politikaları ile ilgili yaklaşımlarıdır. (…, … ve Beytülmâl (…’ün Devlet Hazinesine Bakışı), syf. 123)
“Ankara’da … Orman Çiftliği’ni oluşturan araziler 1925 yılından başlayarak 1930’lu yıllara değin geçen süre içerisinde satın alınmıştır. Bu arazilerin tamamına yakını şahıslardan o dönemdeki değerleri üzerinden fiyatları ödenerek satın alınmış olup, bu hususu çeşitli kaynakların yanısıra özellikle birinci elden tarih kaynağı olan tapu kayıtları doğrulamaktadır.
Alınan arazilerin en büyüğü Ankara’daki Orman Çiftliği (Ankara’da Orman, Yağmurbaba, Balgat, Macun, Güvercinlik, Tahar, Etimesut ve Çakırlar çiftliklerinden kurulu) olmak üzere; Yalova (Millet ve Baltacı Çiftlikleri), Silifke (Tekir ve Şövalye Çiftlikleri), Tarsus (Piloğlu) ve Dörtyol (Portakal Bahçesi ve Karabasamak Çiftliği)’ daki çiftliklerdi. Söz konusu çiftlik ve bahçelerin tamamının o tarihteki yüzölçümleri 154.729 dönüm tutuyordu. Bunun içinde Ankara … Orman Çiftliği ise 39.210.090 dönüm idi.
Hasan Rıza Soyak’ın ifadelerine göre bu araziler için ödenen para miktarı 100-200 bin lirayı geçmiyordu. Bu para …’ün İş Bankası’ndaki 2 Nolu Hesabından karşılanmıştır. (…, … ve Beytülmâl, s. 124)
“…’e ait olan İş Bankası’ndaki hesaplar ve bu arada 2 nolu hesap hakkında ayrıntılı bilgi verilmişti. Bu hesabın kaynağı Hint Müslümanlarından gelen para idi. Yukarıda bu paranın nasıl değerlendirildiği konusu ayrıntılı olarak anlatıldığı için burada sadece şunu söyleyelim ki; Hindistan gelen para öncelikle Milli Mücadele’de kullanılmıştır. Sonra da kalan kısmı İş Bankası’nın kuruluşunda ve çiftliklerin oluşturulmasında değerlendirilmiştir. (…, … ve Beytülmâl, s. 125)
“…Bu çiftliklerde; 582 dönüm çeşitli meyve bahçeleri, 700 dönüm fidanlık, 400 dönüm Amerikan asman çubuğu fidanlığı, 220 dönüm bağ, 370 dönüm çeşitli sebze ve meyve yetiştirmeye elverişli bahçe, 220 dönüm zeytinlik, 27 dönüm portakallık, 15 dönüm kuşkonmazlık, 100 dönüm park ve bahçe, 2.650 dönüm çayır ve yoncalık, 1.450 dönüm yeni yetiştirilmiş orman ve 148.000 dönüm ziraata elverişli tarla ve mera olmak üzere toplam 154.729 dönüm arazi bulunuyordu.
Ağaç fidanlıklarında meyveli ve meyvesiz 650.000 fidan, Amerikan asma fidanlığında 560.000 kök bağ çubuğu, bağlarda 88.000 adet bağ omcası, zeytinliklerde 6.600, portakal bahçesinde 1.654 ağaç mevcuttu.
Yine bu çiftliklerde, mefruşat ve demirbaşlar ile beraber 45 ikametgâh ve idare binası, 7 ağıl (15.000 koyunluk), 6 mandıra (Aydos ve Toros yaylalarında), 8 ahır (at ve sığırlara mahsus), 7 umumi ambar, 4 samanlık ve otluk, 6 hangar ve sundurma, 4 lokanta, gazino ve eğlence yerleri, lunapark, 2 fırın, 2 adet çiçek ve süs bitkisi yetiştirmeye mahsus sera olmak üzere toplam 91 bina ve tesisat bulunuyordu.
Bu çiftliklerde fabrika ve imalathane olarak; yılda 7.000 hektolitre çeşitli bira yapacak kabiliyette bir bira fabrikası, malt fabrikası, günde 4 ton buz yapan bir buz fabrikası, günde 3.000 şişe soda ve gazoz yapan bir soda ve gazoz fabrikası, senede 14.000 çeşitli deri imaline elverişli bir deri fabrikası, bir ziraat aletleri ve demir fabrikası, 2 modern pastörize süt fabrikası (biri Ankara, diğeri Yalova’da), yılda 80.000 litre şarap yapacak kabiliyette bir şarap imalathanesi, 2 taşlı elektrikle işleyen bir un değirmeni, İstanbul’da bulunan 1 çelik fabrikasının yüzde kırk hissesi, biri Orman Çiftliği’nin, biri Tekir Çiftliği’nin olmak üzere her biri 15’şer bin kilo kaşar ve bin teneke beyaz peynir ile altı yüz teneke tuzlu yağ imaline mahsus 2 imalathane vardı.
Yine bu çiftliklerde umumi tesisat olarak, lunapark, 2 tavuk çiftliği (biri Ankara, diğeri Yalova’da), iki hususi iskele ve liman tesisatı (Yalova’da), 5 satış mağazası (üçü Ankara’da, ikisi İstanbul’da), hususi sulama tesisatları (Ankara, Yalova ve Silifke Tekir’de), kanalizasyon, telefon, elektrik tesisatları, küçük beton köprüler, hususi yollar, içme suyu dağıtım şubesi bulunuyordu.
Bütün çiftliklerdeki canlı ve cansız demirbaş olarak da şunlar bulunuyordu: 13.100 koyun (Kıvırcık, Merinos, Karagül, Karaman ırkları ile bunların melezleri), 443 baş sığır (Simental, Hollanda, Kırım, Jersey, Görensey, Halep, yerli ırklar ile bunların melezleri, yeni üretilen Orman ve Tekir cinsleri), 69 baş binek ve koşum atı (İngiliz, Arap, Macar, yerli ve bunların melezleri), 58 çoban merkebi, 2.450 tavuk (legorn, rodayland ve yerli ırklar), 16 traktör, 13 harman ve biçerdöver makinesi, 35 tonluk bir deniz motoru (Yalova’da), 5 kamyon ve kamyonet, 2 binek otomobili, 19 araba ve muhtelif sulama tesisleri ile hususi telefon şebekesi vardı. (…, … ve Beytülmâl, syf. 125-126)
Davalı savunması:
Müvekkilin … Orman Çiftliği’ne ait bilgileri davacının 2016 tarihli eserinden almış olduğu iddiasının gerçek dışı olduğu; … Orman Çiftliği’nin oluşumuyla ilgili onlarca kitap, tez ve gazete haberi olmakla beraber, bu konu için esas olarak, Hasan Rıza Soyak’ın 1973’te yayımlanan “…’ten Hatıralar”(EK-14) isimli eseri ve Sinan Meydan’ın 2012 yılında yayımlanan “Akl-ı Kemal, …’ün Akıllı Projeleri”(EK-24) adlı iki eserini kaynak olarak benimsediğini belirtmiştir.
Davalı kitabındaki ilgili metin:
“10 Haziran 1937… Trabzon’daydı. Akşam yemeği sırasında ayağa kalktı, ellerini cebine soktu, cebi dışarı çıkardı, bomboştu. ‘Bana maaş bordrosu imzalatırlar ama ne para veren olur ne de o paranın hesabını veren olur. Paraya ihtiyacım yok, zaten masrafım yok, milletin sevgisi bana yeter, gerekirse milletim bana bakar’ dedi. Ertesi gün, 11 Haziran 1937… Trabzon’dan başbakanlığa resmi yazı gönderdi, sahibi olduğu tüm taşınmazları Hazine’ye bağışladı.
Milli Mücadele sırasında Hindistan Müslümanlarından, yani bugünkü Pakistanlılardan 500 bin lira yardım gelmişti. Bu parayı Batı Cephesi Komutanlığı’nın emrine vermişti. Kurtuluş Savaşı’nda kullanılmış, geriye 380 bin lira kalmıştı.
Hükümet kararıyla kendisine iade edilmişti.
250 bin lirasını Türkiye İş Bankası’nın kuruluşu için sermaye olarak vermiş, elinde kalan 130 bin lirayla da çiftlikler kurmuştu.
Memleket yanmış yıkılmıştı…
Para çok kıymetli, toprak sudan ucuzdu.
1924 yılından itibaren Ankara’da üzerinde adeta ot bitmeyen arazileri satın alarak Orman Çiftliği’ni kurmuştu.
Yalova çiftliğini, Silifke çiftliğini, Tarsus çiftliğini, Dörtyol çiftliğini kurmuştu.
582 dönüm meyve bahçesi,
700 dönüm ağaç fidanlığı,
400 dönüm asma çubuğu fidanlığı,
22 dönüm bağ,
220 dönüm zeytinlik,
375 dönüm portakal bahçesi,
15 dönüm kuşkonmaz tarlası,
148 dönüm ziraata elverişli tarla,
100 dönüm park,
3 bin dönüm orman oluşturmuştu.
45 ikametgâh binası,
yedi ağıl, sekiz ahır,
altı mandıra, yedi ambar,
dört samanlık, altı hangar,
dört lokanta, iki fırın inşa ettirmişti.
Malt fabrikası, buz fabrikası, soda fabrikası, gazoz fabrikası, ziraat aletleri fabrikası, iki pastörize süt fabrikası, iki yoğurt fabrikası, peynir fabrikası, bira fabrikası, şarap fabrikası, un değirmeni ve 19 sulama tesisini hayata geçirmişti.
İki tavuk çiftliği, beş satış mağazası, 13 bin 100 koyun, 443 sığır, 69 binek ve koşum atı, 2 bin 450 tavuk, 16 traktör, 13 biçerdöver, deniz motoru, beş kamyon, iki otomobil ve telefon santralı vardı.
Bu çiftliklerden elde edilen tüm geliri, kuruşu kuruşuna bile dokunulmadan, yine çiftliklerin geliştirilmesine harcıyordu. İş Bankası’ndaki hisse senetlerinden alınan temettü ve mevduat faizlerini de yeni araziler satın alıp büyütmek için çiftliklere aktarıyordu.
Hepsini devlete bağışladı.” (…, syf.469-471)

Değerlendirme:
İddia ve savunma çerçevesinde taraflara ait metinler karşılaştırmalı olarak incelendiğinde;
a) …’ün kurdurduğu çiftliklere ait para miktarının davacı kitabında, Hasan Rıza Soyak’ın ifadelerine atfen “…bu araziler için ödenen para miktarı 100-200 bin lirayı geçmiyordu. Bu para …’ün İş Bankası’ndaki 2 Nolu Hesabından karşılanmıştır. (…, … ve Beytülmâl, syf. 124); “…Bu hesabın kaynağı Hint Müslümanlarından gelen para idi. Yukarıda bu paranın nasıl değerlendirildiği konusu ayrıntılı olarak anlatıldığı için burada sadece şunu söyleyelim ki; Hindistan gelen para öncelikle Milli Mücadele’de kullanılmıştır. Sonra da kalan kısmı İş Bankası’nın kuruluşunda ve çiftliklerin oluşturulmasında değerlendirilmiştir. (…, … ve Beytülmâl, syf. 125) şeklinde aktarıldığı; davalı …’in kitabında ise, …’ün hastalığı ve son günlerindeki tutumu ile malvarlığını Devlete bağışlaması gibi farklı bir olay örgüsü içinde ve “11 Haziran 1937… Trabzon’dan başbakanlığa resmi yazı gönderdi, sahibi olduğu tüm taşınmazları Hazine’ye bağışladı. Milli Mücadele sırasında Hindistan Müslümanlarından, yani bugünkü Pakistanlılardan 500 bin lira yardım gelmişti. Bu parayı Batı Cephesi Komutanlığı’nın emrine vermişti. Kurtuluş Savaşı’nda kullanılmış, geriye 380 bin lira kalmıştı. Hükümet kararıyla kendisine iade edilmişti. 250 bin lirasını Türkiye İş Bankası’nın kuruluşu için sermaye olarak vermiş, elinde kalan 130 bin lirayla da çiftlikler kurmuştu.” şeklinde yer verildiği;
b) Diğer taraftan, davacı eserindeki “…Bu çiftliklerde; 582 dönüm çeşitli meyve bahçeleri, 700 dönüm fidanlık, 400 dönüm Amerikan asma çubuğu fidanlığı, 220 dönüm bağ, 370 dönüm çeşitli sebze ve meyve yetiştirmeye elverişli bahçe, 220 dönüm zeytinlik, 27 dönüm portakallık, 15 dönüm kuşkonmazlık, 100 dönüm park ve bahçe, 2.650 dönüm çayır ve yoncalık, 1.450 dönüm yeni yetiştirilmiş orman ve 148.000 dönüm ziraata elverişli tarla ve mera olmak üzere toplam 154.729 dönüm arazi bulunuyordu.” şeklindeki çiftliklere ilişkin envanter üslubuyla yapılan anlatımın İ. Öztoprak’ın eserinin 152-157. sayfalarındaki Ek-12-16 olarak yer alan “…’ün Çiftliklerini Hazineye Bağışladığına Dair Tezkere” başlıklı ve 11.06.1937 tarihli belgeden aynen alındığı; davalı eserinde bu dökümün sadece “582 dönüm meyve bahçesi, 700 dönüm ağaç fidanlığı, 400 dönüm asma çubuğu fidanlığı, 22 dönüm bağ, 220 dönüm zeytinlik, 375 dönüm portakal bahçesi, 15 dönüm kuşkonmaz tarlası, 148 dönüm ziraata elverişli tarla, 100 dönüm park, 3 bin dönüm orman oluşturmuştu.” şeklinde, kısa, detay içermeyen başlıklar olarak yer aldığı, bu anlatımın bağ, portal bahçesi ve ormanlara ilişkin rakamlarda da farklılık gösterdiği, dolayısıyla tarafların ortak resmî belge ve envanterde yer alan rakamları dahi kendi üsluplarıyla aktardıkları, hatta farklı rakamlar verdikleri, metinler arasındaki ortak kısımların resmî belgelerde yer alan ve daha önce kamuya sunulmuş, birtakım kaynaklara da geçmiş bilgilerden ibaret olduğu, bu bilgilerin aktarılma tarz ve cümle yapılarında da farklılıklar bulunduğu,
c) Resmî ve tarihî kaynaklarda yer alan çiftliklerin yüz ölçümü, nitelikleri, üzerindeki ürünlere ilişkin sayısal verilerin, kamuya daha önce sunulmuş bilgilerin, davacı veya başka bir tarihçiye ait hususiyet taşıyan, telif koruması kapsamında kabul edilemeyeceği,
d) Bu tespitler karşısında, metinler arasında illiyet bağı bulunmadığı, iktibastan söz edilemeyeceği,
İNTİHAL İDDİASINA İLİŞKİN KIYASLAMALI DEĞERLENDİRME ;
…’ün Vasiyetnamesi ile ilgili olarak:
Davacı iddiası:
Davalının kitabında bahsettiği …’ün vasiyetinin yazılması, notere teslim edilişi ve içeriğine (syf.476-479) ilişkin bölümlerin, müvekkilinin “…’ün Son Sözü: “Aleykümesselam” (İstanbul 2013) adlı kitabının 167-175 ve 291-293. sayfalarından kaynak gösterilmeden alındığını şeklindedir.
Not: Her ne kadar dava dilekçesinde …’ün vasiyetine ilişkin iddialarda yukarıda belirtilen kitaba atıf yapılmış ise de, hangi kısımların davalı kitabına aynen veya mealen alındığına yönelik herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Bu sebeple Tablo’da, metinlerin en yakın oldukları yerlere yer verilmiştir.
Davacı iddiasına dayanak metin:
“…, sahibi olduğu bu çiftlikleri ve bazı gayrimenkulleri devlete ve millete bağışladıktan sonra; özellikle hastalığının ilerlediği bir dönemde ‘nukut (nakitler) ve hisse senetleriyle Çankaya’daki menkul ve gayrimenkul emvali’ ile ilgili olarak da bir vasiyetname hazırlamıştır. Bu vasiyetnamede bütün bu ‘para hisse senedi ve mallarını’ belli şartlar altında Cumhuriyet Halk Partisi’ne bağışlamıştır. (…, Aleykümesselâm, syf. 167)
“Dolmabahçe Sarayı’nın 71 numaralı odasında hasta yatmakta olan …, 4 Eylül 1938 Pazar sabahı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı çağırdı. Yatakta, başı biraz yüksekte, sırt üstü yatıyordu. Denize, Üsküdar kıyılarına bakıyordu. Başını çevirdi Genel Sekretere, yatağın ayakucunda bir yer gösterdi. Ardından her günkü sorusunu sordu: ‘Ne haber?’ (…, Aleykümesselâm, syf. 167-168)
“Her ne ise… Şimdi gerekir mi, gerekmez mi, bu tartışmayı bırakalım da bunu mutlaka yapalım. Mal olarak nemiz varsa derhal bir listesini yapıp bana getir,’ emrini verdi.
Genel Sekreter çıkıp listeyi düzenledikten sonra yanına girdiği zaman, … aynı durumdaydı. Listeyi inceleyip vasiyetnamenin esaslarını Soyak’a not ettirdi. Ardından da ‘bu işin kimsece duyulmamasına çok özen gösterilmesini’ sıkı sıkıya tembihledi.
Soyak, Hukukçu Kocaeli Milletvekili Selahattin Yargı (1889-1 Ekim 1945) ile bir vasiyetname taslağı düzenledi. Genel Sekreterin kendisi bu taslağı, büyük harflerle yazı makinesinden geçirdi. …, 5 Eylül günü, bu taslağı bazı yerlerini değiştirerek el yazısı ile yazdı ve başucundaki komodinin çekmecesine yerleştirdi. Vasiyetnameyi bir zarfa koyup kapatmıştı. (…, Aleykümesselâm, syf. 168)
“…, vasiyetnamesinin gizli kalmasını dilediğinden bu üç tür vasiyetten el yazısıyla vasiyetname biçimini tercih etmişti. 5 Eylül 1938 Pazartesi sabahı da, yasanın buyurduğu biçimde, el yazısıyla vasiyetini yazmıştı. …, vasiyetnamesini yazdıktan bir gün sonra notere vermeyi uygun görmüştü. (…, Aleykümesselâm, syf. 169)
“…, Önündeki masanın üstüne koyduğu kapalı zarfı alıp, notere: ‘Bu benim vasiyetnamemdir. İcap ettiği zaman lütfen kanuni muamelesini yaparsınız,’ deyip verdi. (…, Aleykümesselâm, syf. 169-170)
“Ankara Üçüncü Sulh Hukuk Hakimi Osman Selçuk resmi görevine başlamadan önce, cübbesiz olarak, …’ün ölümüyle bıraktığı acıyı, bu üzüntülü oturumdan dolayı belirtti. Sözlerini şöyle tamamladı: ‘Büyük milletimize ve size can ve gönülden, içten gelen taziyelerimi saygı ile sunarım.’ (…, Aleykümesselâm, syf. 171)
“Aşağıda metin …’ün bizzat el yazısı ile yazdığı orijinal metnin fotokopisinden alınmıştır:
‘Dolmabahçe 05-09-1938
Pazartesi
Malik olduğum bütün nukut ve hisse senetleri ile Çankaya’daki menkul ve gayrimenkul emvalimi C. H. Partisine atideki şartlarla, terk ve vasiyet ediyorum:
1)Nukut ve hisse senetleri, şimdiki gibi, İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır.
2)Her seneki nemadan, bana nispetleri şerefi mahfuz kaldıkça, yaşadıkları müddetçe, Makbule’ye ayda bin, Afet’e sekizyüz, Sabiha Gökçen’e altıyüz, Ülkü’ye ikiyüz lira ve Rukiye ile Nebile’ye şimdiki yüzer lira verilecektir.
3)S. Gökçen’e bir ev de alınabilecek ayrıca para verilecektir.
4)Makbule’nin yaşadığı müddetçe Çankaya’da oturduğu ev de emrinde kalacaktır.
5)İsmet İnonü’nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç oldukları yardım yapılacaktır.
6)Her sene nemadan mütebaki miktar yarı yarıya, Türk Tarih ve Dil Kurumlarına tahsis edilecektir.
K. …’” (…, Aleykümesselâm, syf. 174-175)
Davalı savunması:
Davacı her ne kadar müvekkili …’in, …’ün vasiyetnamesine ilişkin bilgileri kendisinin 2013 yılında yazmış olduğu kitaptan aldığını iddia etmekteyse de bu iddianın da isabetsiz olduğu; zira …’ün kendi el yazısıyla yazmış olduğu vasiyetnamesinin yıllardır Türk Tarih Kurumu’nun internet sitesinde yayımlanmakta olduğu; nitekim bu el yazısı vasiyetin Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nde korunduğunu ve vasiyetin yazıldığı tarihten beri sayısız habere konu olduğunu,
Ayrıca, vasiyetin yazılmasına, notere teslim edilişine ve içeriğine dair tüm bilgilerin o dönemde …’ün özel kalem müdürlüğünü yapmış olan Hasan Rıza Soyak’ın 1973’te yayımlanan “…’ten Hatıralar”(EK-14) isimli eserinde detaylarıyla yer aldığı şeklindedir.
Davalı kitabındaki ilgili metin:
“Karnından su alınacaktı. Ölümle sonuçlanma ihtimali vardı.
… …, vasiyetnamesini yazdı.
4 Eylül Pazar… Yatağındaydı. Başının altına yüksek yastıklar koymuşlardı, sırtüstü yatıyordu. Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı çağırdı. Elini uzattı, Hasan Rıza’nın yardımıyla doğruldu, bağdaş kurdu.
‘Bu yolda konuşmak benim için de senin için de ağır şeydir ama, başka çaremiz yok, konuşmaya mecburuz çocuk, bağırsaklar delinebilir, başka arıza olabilir, ihtiyatlı olalım, neyimiz varsa listesini yap, derhal getir’ dedi.
Hasan Rıza’nın gözlerinden hüzün bulutu geçti.
Omuzları çökmüş halde odadan çıktı.
Bir saat kadar sonra geri geldi.
Dalgın dalgın pencereden dışarı bakan … aynı durumda oturuyordu. Listeyi inceledi. Nasıl dağıtılması gerektiğini anlattı. ‘Duyulmamasına özen göster’ diye tembihledi.
5 Eylül Pazartesi… Hukukçu milletvekili Salah Yargı, vasiyetname taslağını düzenledi. Hasan Rıza Soyak daktiloyla kağıda döktü.
… taslağı okudu, bazı yerlerini değiştirdi.
Kendi elyazısıyla kaleme aldı.
Büyük bir zarfa koydu.
Başucundaki komodinin çekmecesine yerleştirdi.
6 Eylül Salı… Beyoğlu’ndaki İstanbul 6’ncı Noteri İsmail Kunter, Dolmabahçe’ye getirildi. Sarayın çalışanları tarafından noter olduğu anlaşılmasın diye, doktor Neşet Ömer İrdelp’le birlikte muayeneye gelen doktor arkadaşı olarak tanıtıldı.
… yıkanmış, tıraş olmuş, ipek pijamasının üzerine ropdöşambr giymişti. Pencere kenarına taşıttığı şezlongunda oturuyordu. ‘Buyursunlar’ dedi.
Hasan Rıza Soyak, doktor Neşet Ömer İrdelp ve noter İsmail Kunter sandalyelere oturdular. Havadan sudan sohbet açtı, kahvelerin içilmesini bekledi.
Sonra, sehpanın üstündeki zarfı notere uzattı.
‘Kendi elimle yazıp içine koyduğum vasiyetnameyi size tevdi ediyorum, bu vasiyetnamenin muhafazasını ve kanun hükümlerinin yerine getirilmesini isterim’ dedi.
Noter tutanak düzenledi.
…, Hasan Rıza, Neşet Ömer imzaladı.
Noter de imzalayıp, kırmızı balmumuyla mühürledi.
… …’ün vefatından 18 gün sonra, 28 Kasım 1938 günü Ankara 3’üncü Sulh Hukuk Hakimliği’nde açılan tek sayfalık vasiyetnamede aynen şunlar yazıyordu.
‘Malik olduğum bütün nukut ve hisse senetleri ile Çankaya’daki menkul ve gayrimenkul emvalimi Cumhuriyet Halk Partisi’ne atideki şartlarla, terk ve vasiyet ediyorum:
1)Nukut ve hisse senetleri, şimdiki gibi, İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır.
2)Her seneki nemadan, bana nispetleri şerefi mahfuz kaldıkça, yaşadıkları müddetçe, Makbule’ye ayda bin, Afet’e sekizyüz, Sabiha Gökçen’e altıyüz, Ülkü’ye ikiyüz lira ve Rukiye ile Nebile’ye şimdiki yüzer lira verilecektir.
3)S. Gökçen’e bir ev de alınabilecek ayrıca para verilecektir.
4)Makbule’nin yaşadığı müddetçe Çankaya’da oturduğu ev de emrinde kalacaktır.
5)İsmet İnonü’nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç oldukları yardım yapılacaktır.
6)Her sene nemadan mütebaki miktar yarı yarıya, Türk Tarih ve Dil Kurumlarına tahsis edilecektir.
K. …’” (…, syf. 476-479)

Değerlendirme:
İddia ve savunma çerçevesinde taraflara ait metinler karşılaştırmalı olarak incelendiğinde;
a) …’ün vasiyeti ile ilgili olarak davacı kitabında, “……, sahibi olduğu bu çiftlikleri ve bazı gayrimenkulleri devlete ve millete bağışladıktan sonra; özellikle hastalığının ilerlediği bir dönemde ‘nukut (nakitler) ve hisse senetleriyle Çankaya’daki menkul ve gayrimenkul emvali’ ile ilgili olarak da bir vasiyetname hazırlamıştır. Bu vasiyetnamede bütün bu ‘para hisse senedi ve mallarını’ belli şartlar altında Cumhuriyet Halk Partisi’ne bağışlamıştır.” bilgisini verdikten sonra devamında Hasan Rıza Soyak’ın …’ten Hatıralar adlı kitabındaki anlatımlar takip edilmek suretiyle “…Dolmabahçe Sarayı’nın 71 numaralı odasında hasta yatmakta olan …, 4 Eylül 1938 Pazar sabahı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı çağırdı. Yatakta, başı biraz yüksekte, sırt üstü yatıyordu. Denize, Üsküdar kıyılarına bakıyordu. Başını çevirdi Genel Sekretere, yatağın ayakucunda bir yer gösterdi. Ardından her günkü sorusunu sordu: ‘Ne haber?’. (…, Aleykümesselam, s. 167-168) şeklinde aktarıldığı; …’in kitabında ise, …’ün hastalığına ve son günlerine ilişkin gelişmeler kapsamında, yine H. R. Soyak’ın …’ten Hatıralar kitabındaki anlatımlar esas alınarak “Karnından su alınacaktı. Ölümle sonuçlanma ihtimali vardı. … …, vasiyetnamesini yazdı. 4 Eylül Pazar… Yatağındaydı. Başının altına yüksek yastıklar koymuşlardı, sırtüstü yatıyordu. Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı çağırdı” şeklinde yer verildiği; dolayısıyla her iki yanın da aynı konuyu, aynı kaynaktan yararlanmakla beraber farklı açılardan, farklı üslup, tarz ve cümlelerle aktardıkları,
b) Taraflara ait metinlerdeki bir kısım bilgilere ait benzerliğin, aynı konuyu aynı kaynaktan yararlanarak yeni bir yorum biçimiyle yazılan eserlerde karşılaşılabilecek türden benzerliklerden ibaret olduğu; benzerlik arz eden kısımların resmî ya da ortak kaynaklardaki bilgilerden ibaret olduğu, bu tarihî olay, olgu ve bilgilerin davacı …’e ait olmadığı, zaten davacı iddiaları arasında vasiyetin ortaya çıkarılmasına veya H.R.Soyak’ın anlatımlarına ilişkin bir eser sahipliği iddiasının da bulunmadığı; bu nedenle dava dışı üçüncü bir kişiye ya da resmî belgelerde yer alan bir metinden alıntı yapılmış olması nedeniyle atıf usullerine uyulmadığından bahisle hukuki taleplerde bulunmak yetkisinin davacıya ait olamayacağı gibi; resmî ve tarihî kaynaklarda yer alan ve kamuya daha önce sunulmuş bilgilerin, davacı veya başka bir tarihçiye ait hususiyet taşıyan telif koruması kapsamında olan eser parçaları olarak kabul edilemeyeceği,
c) Bu tespitler karşısında, bu iddia kapsamında metinler arasında bir illiyet bağından ve usulsüz iktibastan söz edilemeyeceği,
İNTİHAL İDDİASINA İLİŞKİN KIYASLAMALI DEĞERLENDİRME
…’ün Son Hastalığı Sürecine İlişkin Olarak
Davacı iddiası:
Davalının kitabında …’ün son hastalığı sürecini anlattığı bölümdeki bilgilerin (s.479-481), daha önce Nöbet Defterleri ve Hükümet Tebliğleri’ne dayanarak müvekkili tarafından yazılan hususlar olduğunu ve “…’ün Son Sözü: Aleykümesselam” (İstanbul 2013) adlı kitabının 39-68. sayfalarında yer aldığını;
…’ün son sözünün “ALEYKÜMESSELAM” olduğunu, olayın tanıkları olan, 8 Kasım 1938 günü saat 18.30’da olay gerçekleştiğinde orada bulunan Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak ve zevat-ı mutadeden Kılıç Ali olduğunu; olayın Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp’in muayenesi sırasında gerçekleştiğini, bu bilginin Soyak ve Kılıç Ali tarafından nakledildiğini,
Müvekkilinin, bu sözün Kur’an’da bir karşılığı olup olmadığını, 8 Kasım 1938 Saat: 18.30’dan, tıbbi ölümün gerçekleştiği 10 Kasım 1938 Saat: 09.05’e kadar geçen sürenin İslami açıdan ne anlama geldiği gibi konuları hem eserlerinde hem de katıldığı TV Programlarında kamuoyunun gündemine getirdiğini, bu konunun basında da yankı bulduğunu; bu konudaki bilgilerin, müvekkile ait iki eserden ve/veya onun tarafından yapılan basın açıklamalarından alındığının açık olduğunu,
…’ün naaşının 10 Kasım 1953’te Etnografya’dan Anıtkabir’e nakli ve defin töreninin Ankara Radyosu’ndan canlı yayımlandığını söyleyen ve bununla ilgili yazışmaları (arşiv belgelerini) kamuoyu ile paylaşan kişinin müvekkili olduğunu; müvekkilinin bu ses kayıtlarını TRT Arşivi’nde bulduğunu ve bir kısmını Ankara Radyosu’nda yaptığı bir programda kullanan Sayın Lalifer Balıbeyoğlu’ndan alarak deşifre ettirdiğini ve yazılı hale getirerek tam metnini Anıtkabir Komutanlığı Belgeliği’ne koydurduğunu,
Müvekkilinin bu ses kayıtlarının bazı bölümlerini Lalifer Balıbeyoğlu’nun izni ile 2005 yılında ART Televizyonu için yapılan “Bir Vedanın Ardından” isimli 60 dakikalık bir belgeselde kullandığını, bu belgeselin metin yazarı ve yapımcısının müvekkili olduğunu,
Davacı iddiasına dayanak metin:
“7 Kasım 1938 Salı günü saat 12.20’de Dr. Mehmet Kamil Berk tarafından üçüncü karın ponksiyonu (sıvı alma işlemi) yapılır. Ponksiyon’dan sonra, ateşi biraz yükselmiş olmakla birlikte, epeyce rahatlamış, akşam saat 20.00’den, gece yarısına kadar sakin uyumuştu. Aynı gece yarısı uyanmış, saat 02.00’den sonra hafif bir unutkanlık hali başlamış ve bu dört saat kadar sürmüştür. (…, Aleykümesselâm, s. 43.
“8 Kasım 1938 günü saat 18.00’den sonraki gelişmeleri Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’tan aynen dinleyelim:
‘Saat 18.00’den sonra yanından ayrılıp, günlük işlerimle meşgul olmak üzere büroma inmiştim; çok geçmeden fenalaştığını telefonla bildirdiler (saat 18.55). Telaşla hususi daireye koştum; yatak odasının iç içe olan iki kapısı arasındaki boşlukta Ali Kılıç duruyordu. Odaya girdiğim zaman …’ü şu vaziyette gördüm: Yatağın ortasında, iki elini yanlara dayamış, oturuyor ve mütemadiyen öğürerek: ‘Allah kahretsin’ diye söyleniyordu; ara sıra da hizmetçilerin tuttukları tasa koyu kahverengi bir mavi (pıhtılaşmış kan) çıkarıyordu.
Nöbetçi Doktor Abrevaya ile o sırada yetişen Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp kendisine yine bir taraftan bazı ilaçlar enjekte etmeye, bir taraftan da buz parçaları yutturmaya başladılar; bir aralık sağında bulunan tuvalet masası üzerindeki saate baktı; her halde iyi göremiyordu ki bana sordu:
‘Saat kaç?…’
Cevap verdim:
‘7.00 Efendim.’
Aynı suali bir iki defa daha tekrar etti, aynı cevabı verdim. Biraz sükunet bulunca yatağa yatırdık; başucuna sokuldum:
‘Biraz rahat ettiniz değil mi efendim?..’ diye sordum.
‘Evet!..’ dedi. Arkamdan Neşet Ömer İrdelp yanaşıp rica etti:
‘Dilinizi çıkarır mısınız efendim?..’
Dilini ancak yarısına kadar çıkardı; Dr. İrdelp tekrar seslendi:
‘Lütfen biraz daha uzatınız!..’
Nafile!.. Artık söyleneni anlamıyordu; dilini uzatacağı yerde tamamen çekti; başını biraz sağa çevirerek Dr. İrdelp’e dikkatle baktı ve ‘Aleykümesselam’ dedi; son söz bu oldu ve ikinci ponksiyondan tam 30 saat sonra komaya girdi’ (Soyak, a.g.e., s.771) (…, Aleykümesselâm, s. 45-46)
“’Koma devresinde yayımlanan raporlar
8 Kasım 1938 Salı saat: 23.00: Bugün saat 18.30’da hastalık birdenbire normal seyrinden çıkarak şiddetlenmiş ve sıhhi vaziyetleri yeniden ciddiyet kasbetmiştir; hararet derecesi 36.4, nabız muntazam 100, teneffüs 22’dir.
9 Kasım 1938 saat: 10.00: Geceyi rahatsız geçirdiler; umumi hallerindeki vaziyet ciddiyetini muhafaza etmektedir. Hararet derecesi 36.8, nabız muntazam 128, teneffüs 28’dir.
9 Kasım 1938 saat: 20.00: Bugünü yorgun ve dalgın geçirdiler. Umumi ahvaldeki ciddiyet biraz daha ilerlemiştir. Nabız muntazam dakikada 124, teneffüs 40, hararet derecesi 37.6’dır.
9 Kasım 1938 saat 24.00: Saat 20.00’den itibaren dalgınlık artmıştır. Umum ahval vehamete doğru seyretmektedir. Hararet derecesi 37.6, nabız 132, teneffüs 33’tür.
1938 yılı Kasım ayının 10 uncu günü saat 9.00… Türk Vatanının Kurtarıcısı, Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu, Eşsiz İnkılapçı ve beşerin Müstesna Evladı Büyük İnsanın fena aleminde ancak 5 dakikası kalmıştır; gözleri kapalıdır; göğsü mütemadiyen inip, çıkmaktadır.
Odada ve bütün Sarayda derin ve ruhani bir sükut hüküm sürüyor.
Sağ tarafta başı ucunda Operatör Mim Kemal duruyor; dr. Kamil Berk başını onun omzuna dayamış, hıçkırıyor…
Prof. Dr. Akil Muhtar Özden kendinden geçmiş, odanın içinde telaşlı adımlarla durmadan dolaşıyor; hem ağlıyor, hem de mütemadiyen: ‘Aman Yarabbi’ diye mırıldanıyor…’ (Soyak, a.g.e., s. 771-773. Metindeki imlalar aynen muhafaza edilmiştir.) (…, Aleykümesselâm, s. 47)
“’Saat tam 9’u beş geçiyor… Birdenbire gözleri açılıyor, dikkat ediyorum: Gök mavisi gözlerinde hala bildiğimiz çelik parıltıları ışıldamaktadır.
Bir an sert bir hareketle başını sağa çeviriyor… Bana öyle geliyor ki, bu hareketiyle etrafındakilerin şahıslarında ilahi bir aşk ile bağlandığı ve inandığı aziz milletini son defa askerce selamlamaktadır.
Birkaç saniye sonra o Azametli Varlık, milletinin kalp ve idrakiyle beşer tarihindeki ölümsüz hayatına göçmüş bulunuyordu…
Ben de artık hıçkırıklarımı zaptedemedim; yatağa dönüp diz çöktüm, sağ elini ellerimin içine aldım, öptüm ve yüzüme gözüme sürdüm.
Bu sırada Operatör Mim Kemal gözlerini kapatıyor, Mehmet Kamil de çenesini bağlıyordu.’ (Soyak, a.g.e., syf. 771-773. Metindeki imlalar aynen muhafaza edilmiştir.) (…, Aleykümesselâm, syf. 48)
Davalı savunması:
Davalı vekili,
Davacı her ne kadar …’ün son hastalığına ilişkin sürecin 2013 yılında yazmış olduğu eserinden alındığını iddia etmekteyse de bu iddianın, bizzat dava dilekçesinde davacı tarafından kabul edildiği üzere, gerçek dışı olduğunu zira kendisinin de bu bilgileri Nöbet Defterlerine ve Hükümet Tebliğlerine dayanarak yazdığını,
Üçüncü cumhurbaşkanımız Celal Bayar’ın talimatıyla, kendisinin arşivi kaynak alınarak, Özel Şahingiray tarafından kitaplaştırılan “…’ün Nöbet Defteri”(EK-25) isimli eserin, 1955 yılında Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü tarafından yayımlandığını; müvekkilin de …’ün son hastalığına ilişkin bilgileri bu eser ve bu eser kaynak alınarak oluşturulan haberlerden aldığını; bu eserin sayılamayacak kez haber yapıldığını, incelemelere konu olduğunu; bu haberlere aleni bir ortam olan internetten ulaşmanın mümkün olduğunu,
Davacının da 1955 yılında yazılan bir eserden ve hükümet tebliğlerinden alıntılayarak kullandığı bilgilerin, zaten kamuya sunulmuş, konuyla vasat derecede alakadar olan kişiler için kolaylıkla ulaşılabilecek bilgiler olduğunu, bu bilgilerin davacının 2013 yılında yazmış olduğu bir eserde geçiyor oluşunun, anonimleşmiş olduğu gerçeğini değiştirmeyeceğini, bu anlamda, intihale vücut vermediğinin açık olduğunu,
Davacının, …’ün son sözünün “aleykümesselam” olduğunun ilk kez kendisi tarafından 2003’te ele geçirdiği bir belge sonucu öğrenilerek kamuoyuna sunulduğu iddiasının da gerçek olmadığını; zira bu bilginin Kılıç Ali’nin 1955’te yayımlanan hatıralarında açıkça belirtildiğini; ayrıca Hasan Rıza Soyak tarafından yazılan ve 1973 yılında yayımlanan “…’ten Hatıralar” adlı kitapta da yer aldığını, bu tarihten sonra kaleme alınan hemen hemen bütün … biyografilerinde tekrarlandığını, bu bilginin davacı tarafından keşfedilmediğinin açık olduğunu ifade etmiştir.
Davalı kitabındaki ilgili metin:
“7 Eylül…
Karnından iğneyle su çekilmeye başlandı.
12 litre su birikmişti.
Neredeyse tenekeyi doldurmuştu.
Biraz rahatladı.
Günler sonra ilk kez derin bir ohh çekti.
Çok zayıflamıştı.
46 kiloya düşmüştü.
21 Eylül’de ikinci defa su alındı.
Gene 12 litre birikmişti.
Yatağından kalkamıyordu.
Uyurken sayıklıyordu.
14 Ekim’de üçüncü defa su alındı.
10.5 litre birikmişti.
Şiddetli bulantı hissediyordu.
Öğürtüyü kesmek için küçük buz parçaları yutturuluyordu.
29 Ekim 1938… Bitkindi.
Cumhuriyet Bayramı törenlerine katılabilmesi imkansızdı. Sabiha Gökçen başucundaydı, gözyaşlarını içine atarak ‘gelecek seneki törenlere katılırsınız’ diye moral vermeye çalışıyordu ki… El işaretiyle sözünü kesti.
‘Bana gelecek bayramdan bahsetme Gökçen’ dedi.
‘Hatta gelecek aydan da bahsetme, ekim ayını çıkarabilsem bile kasım ayını çıkarabileceğimi sanmıyorum!’
Artık yemek yiyemiyordu…
1 Kasım, tereyağı sürülmüş bir dilim ekmeği ucundan ısırabildi, bütün gün hepsi buydu, portakal suyu içti, sahlep içti.
2 Kasım, birkaç kaşık bezelye püresi, portakal suyu, sahlep,
3 Kasım, tereyağlı ekmek, iki defa üzüm suyu,
4 Kasım, sütlü kahve, iki defa üzüm suyu.
5 Kasım, bamya püresi denediler, olmadı, sahlep içebildi.
6 Kasım, sadece elma suyu ve sütle besleniyordu.
Anca kaşıkla verilebiliyordu.
7 Kasım, yarı uyur yarı uyanıktı.
Zaman zaman bilincini kaybediyordu.
Ömründe ilk defa canı ‘enginar’ çekti.
İstanbul’da bulmak mümkün değildi, Hatay’a telgraf çekildi.
Yetişmedi, yemek kısmet olmadı.
8 Kasım, artık kendinde değildi.
Bir ara başını sağa çevirdi, ‘aleykümselam’ dedi.
Son kelimesi buydu.
Aleykümselam.
9 Kasım, istem dışı kasılmalar, aşırı ter vardı.
10 Kasım Perşembe
Saat 9’u beş geçe…
…’i kaybettik.
Henüz 57 yaşındaydı.” (…, syf.479-481)
Değerlendirme:
İddia ve savunma çerçevesinde taraflara ait metinler karşılaştırmalı olarak incelendiğinde;
a) …’ün son hastalık dönemiyle ilgili olarak, davacı kitabında, sürecin 1938 yılı başından itibaren …’ün son dönemdeki halsizliği ve şikâyetleri, doktorların yaptığı konsültasyonlar, hastalıkla ilgili tartışmaları da kapsar şekilde bu konuda daha önce Akçiçek, Şehsuvaroğlu, Arar, Özkaya tarafından yazılan makale ve kitaplara, MSB tarafından yayımlanan Belgelerle … adlı yayına ve Şahingiray’a ait tutulan resmî nöbet defterinin derlenmesi ile oluşturulan “…’ün Nöbet Defteri” adlı yayımlara da atıf yapılarak oldukça ayrıntılı ve kronolojik bir anlatıma yer verildiği, daha sonra son hastalık safhasına ilişkin olarak “7 Kasım 1938 Salı günü saat 12.20’de Dr. Mehmet Kamil Berk tarafından üçüncü karın ponksiyonu (sıvı alma işlemi) yapılır. Ponksiyon’dan sonra, ateşi biraz yükselmiş olmakla birlikte, epeyce rahatlamış, akşam saat 20.00’den, gece yarısına kadar sakin uyumuştu. Aynı gece yarısı uyanmış, saat 02.00’den sonra hafif bir unutkanlık hali başlamış ve bu dört saat kadar sürmüştür. (…, Aleykümesselâm, s. 43.) bilgisine ve takiben Hasan Rıza Soyak’ın “…’ten Hatıralar’ adlı kitabındaki anlatımlar takip edilmek suretiyle, ‘…8 Kasım 1938 günü saat 18.00’den sonraki gelişmeleri Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’tan aynen dinleyelim: …Nafile!.. Artık söyleneni anlamıyordu; dilini uzatacağı yerde tamamen çekti; başını biraz sağa çevirerek Dr. İrdelp’e dikkatle baktı ve ‘Aleykümesselam’ dedi; son söz bu oldu ve ikinci ponksiyondan tam 30 saat sonra komaya girdi’ (Soyak, a.g.e., syf.771)’. şeklinde Soyak’a ait kitaptaki metnin aynen aktarıldığı; devamında yine olaya bizzat tanıklık eden doktorları Berk, Arar ve Muhtar’ın anlatımlarının tırnak içinde verildiği, (…, Aleykümesselam, syf. 43 vd.); davalı …’in kitabında ise, …’ün son hastalığına ilişkin gelişmelerin, yine H. R. Soyak’ın …’ten Hatıralar kitabındaki anlatımlar esas alınarak ancak, sadece üç kez karnından su alınması, 29 Ekim’de Sabiha Gökçen’le yaptığı görüşme, beslenme rejimi ve son sözü üzerine odaklanan bir öyküleme anlatımından ibaret olduğu; dolayısıyla her iki yanın da bu olayı aynı kaynaklardan yararlanmakla beraber farklı açılardan, farklı üslup, tarz ve cümlelerle aktardıkları, esasen davacı anlatımının ortak kaynak olan H.R. Soyak’a ve diğer yazarlara ait kaynaklardan kimi yerlerde birebir aynen alıntı yöntemiyle yapıldığı; …’in ise konu aynı olmakla birlikte, farklı bir bakış açısıyla kendi anlatım biçemine uygun bir öyküleme / yorumlama tarzı ile olayı anlattığı; dolayısıyla olaylar, tarihleri, resmî belgelerde yer alan bilgiler ile olayların kahramanları dışında iki metin arasında, anlatım dizgesi, üslup, betimleme gibi FSEK kapsamında korunabilir kısımlar yönünden bir benzerliğin ve illiyet bağının olmadığı,
b) Diğer yandan, taraflara ait metinlerdeki bir kısım bilgilere ait benzerliğin, aynı konuyu aynı kaynak veya kaynaklardan yararlanarak yeni bir yorum biçimiyle yazılan eserlerde karşılaşılabilecek türden benzerliklerden ibaret olduğu; davacı eserindeki …’ün son hastalık dönemine ilişkin metnin, resmî belge ve tutanaklar ile daha önce bu konuda yazılmış eserlerde yer aldığı biçimiyle olayların tekrar anlatımı niteliğinde olduğu, metinler arasındaki ortak kısımların özellikle Şahingiray ve Soyak’a ait eserlerde ve resmî belgelerde yer alan ve daha önce kamuya sunulmuş, tarihî olaylara ilişkin veri ve bilgilerden ibaret olduğu, bu bilgilerin aktarılma tarz ve cümle yapılarının ise tamamen farklı bulunduğu; dolayısıyla taraflara ait çekişme ve kıyaslama konusu metinler arasında bir illiyet bağının ve iktibas ilişkisinin bulunmadığı,
c) Benzerlik arz eden kısımların resmî ya da ortak kaynaklardaki bilgilerden ibaret olduğu; bu tarihî olay, kayıt, rapor, olgu ve bilgilerin davacı …’e ait hususiyet taşıyan bir eser olmadığı, esasen davacı iddiaları arasında bu kayıt, veri ve bilgilerin ortaya çıkarılmasına veya kendisinin de bizzat atıf yaptığı Soyak’ın veya diğerlerinin anlatımlarına ilişkin bir eser sahipliği iddiasının da bulunmadığı; resmî ve tarihî kaynaklarda yer alan ve kamuya daha önce sunulmuş bilgilerin, davacı veya başka bir tarihçiye ait hususiyet taşıyan telif koruması kapsamında olan eser parçaları olarak da kabul edilemeyeceği,
d) Bu tespitler karşısında, davalı kullanımının, davacı kitaplarından bir iktibas ile oluşturulmadığı, metinler arasında illiyet bağı bulunmadığı, dolayısıyla bir alıntıdan ve alıntının hukuka uygun olmadığından bahsedilemeyeceği, davacının kıyaslama konusu metinler yönünden kendi eserlerine atıf yapılmasını talep konusunda hukuki bir dayanağının bulunmadığı; bu nedenle usulsüz bir iktibastan söz edilemeyeceği,
Anıtkabir Yer Seçimi ve İnşaatı ile ilgili olarak
Davacı iddiası:
Davacı vekili,
Davalının bu konuda kitabında verdiği bilgilerin, müvekkilinin “…’ün Son Sözü: Aleykümesselam” (İstanbul 2013) adlı kitabının 167-175 ve 187-270. sayfalarından ve “Milletin Sinesinde: … ve Anıtkabir” (İstanbul 2017) adlı kitabının 1-224. sayfalarından kaynak gösterilmeden ve özetlenerek alındığını belirtmiştir.
Davacı iddiasına dayanak metin:
“Hükümet Özel Bir Komisyon Kuruyor
…’ün yüce kişiliğine uygun bir anıtmezar yapılması düşüncesi ile hükümet, Anıtkabir inşaatının yapılacağı yerin tespiti için özel bir komisyon kurdu. Bu komisyon, Başbakanlık Müsteşarı’nın başkanlığında Milli Savunma Bakanlığı’ndan General Sabit ve Hakkı, Bayındırlık Bakanlığı’ndan Yapı İşleri Genel Müdürü Kazım, İçişleri Bakanlığı’ndan Yüksek Öğretim Genel Müdürü Cevat Dursunoğlu’ndan oluşuyordu.
Komisyon ilk toplantısını 6 Aralık 1938’de yaptı. Toplantıda, Anıtkabir konusunda yerli ve yabancı bilim adamlarının düşüncelerinden faydalanılması ve komisyon toplantılarına bu alanda ünlü kişilerin çağrılması kararlaştırıldı. Bu arada o dönemde yurdumuzda çalışan Ankara’nın imar planını hazırlamış olan ünlü kişilerin çağrılması kararlaştırıldı. Bu arada o dönemde yurdumuzda çalışan Ankara’nın imar planını hazırlamış olan ünlü şehircilik uzmanı Prof. Dr. Jansen’e, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeni binasının mimarı Prof. Dr. Holzmeister’e, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi binasının mimarı Prof. Dr. …’a ve Güzel Sanatlar Akademisi’nden Prof. Belling’e başvuruldu.
İkinci toplantısını 16 Aralık 1938’de yapan Başbakanlık Anıtkabir Komisyonu’nun yaptığı çalışmalar ve bilim adamları ile sanatçılardan gelen raporlar sonucunda Anıtkabir için şu yerlerin uygun olabileceği tespit edildi:
Çankaya, Etnografya Müzesi, TBMM’nin arkasındaki Kabatepe, Ankara Kalesi, Bakanlıklar (Milli Eğitim Bakanlığı için ayrılan arsa), Eski Ziraat Mektebi (Milli Mücadele’nin ilk karargahı), Gençlik Parkı, Altındağ (Hıdırlık Tepe) ve Gazi Orman Çiftliği.
Anıtkabir için önerilen bu yerler arasında en çok benimsenen ‘Çankaya’ olmuştur. Birçok bilim adamı ve yazarlarca da desteklenen bu görüş kabul görmek üzere idi ve Anıtkabir’in Çankaya’ya yapılmasına karar verilecekti.
Yer Seçimi İçin TBMM Devrede
Anıtkabir’in yapılacağı yerin kesin olarak tespiti için TBMM’nde 15 milletvekilinden oluşan bir üst komisyon oluşturuldu. Bu komisyonun başkanı Mü… di. Komisyonun üye milletvekilleri ve seçim bölgeleri de şu şekilde idi:…(İstanbul). Aşağıda değerlendireceğimiz Komisyon Raporu’ndaki ifadeden bu milletvekillerinden Denizli Milletvekili … ’nın ‘mazereti dolayısıyla Denizli Milletvekili Necip Ali KÜÇÜKA’nın mazereti dolayısıyla müzakerede bulunmadığı’ anlaşılmaktadır.
Başbakanlık’ta daha önce kurulan komisyona Anıtkabir yeri konusunda gelen teklifler, dosyalar halinde düzenlenerek TBMM’ne gönderildi. Üyeler bu dosyaları incelediler. Anıtkabir’in ya Çankaya’da, ya da Etnoğrafya Müzesi’nin bulunduğu yerde kurulmasına karar vermek üzeri iken; Komisyon Başkanı, ‘teklif edilen yerleri incelediniz. Üye arkadaşlar, başka yerleri de arayabilirler’ dedi. (…, Milletin Sinesinde … ve Anıtkabir, İstanbul 2017, syf. 20-22; …, Aleykümesselâm, syf. 192-194)
“Mithat Aydın, komisyon son toplantısında Anıtkabir yeri olarak Rasattepe’yi önerdi. Tepenin özelliklerini anlattı. (…, … ve Anıtkabir, syf. 23; …, Aleykümesselâm, syf.194)
“En son Süreyya Örge Evren söz aldı. Rasattepe’nin Anıtkabir için çok elverişli özelliklerini anlattı ve sözlerini şöyle tamamladı:
‘Rasattepe’nin bunlardan başka bir özelliği daha vardır ki, hayali genişçe olan her kişiyi derin bir şekilde ilgilendirir sanırım. Rasattepe, bugünkü ve yarınki Ankara’nın genel görünüşüne göre; bir ucu Dikmen’de, Öteki ucu Etlik’te olan bir hilalin tam ortasında, bir yıldız gibidir. Ankara, hilalin gövdesidir. Anıtkabir’in burada yapılması kabul edilirse şöyle bir durum ortaya çıkacaktır: Türkiye’nin başkenti olan Ankara şehri, kollarını açmış …’ü kucaklamış olacaktır. …’ü böylece bayrağımızdaki hilalin yıldızının ortasına yatırmış olacağız. …, bayrağımızla sembolik olarak birleşmiş olacaktır! Ben bu açıklamayı, birçok aydın kişilere ve bu arada… a da yaptım. Bu büyük fikir adamı, ‘…’ün yatacağı yerin böyle açıklanmasında, gelecek nesilleri teşvik etmek bakımından büyük faydalar vardır’ buyurmuştur. … Anıtkabir’i için Rasattepe’ye oy verecek olanlar …’e olan minnet borçlarını ödeme yolunu tutmuş olurlar!…’ (…, … ve Anıtkabir, syf. 23-24; …, Aleykümesselâm, syf. 195).
“Anıtkabir’in Rasattepe’de yapılması, büyük çoğunlukla kararlaştırıldı. Karar Hükümet’e bildirildi ve kamulaştırma çalışmalarına 7 Temmuz 1939’da başlandı. (…, … ve Anıtkabir, s. 25)
“Bugün Anıtkabir’in bulunduğu ve ‘Anıttepe’ olarak bilinen tepenin adı Anıtkabir yapılmadan önce ‘Rasattepe’ idi. Burada tepenin doruğunda birkaç küçük yapı vardı. Bu yapılar, rasat (meteoroloji) istasyonu olarak kullanılıyordu. ‘Rasattepe’ adı da bundan dolayı verilmişti. Burada bulunan Tümülüslerden dolayı Ankara halkı buraya ‘Beştepeler’ de diyordu.
Anıtkabir’in Rasattepe’ye karar verilmesinden sonra buradaki Tümülüslerin kaldırılması gerekiyordu. Bu amaçla, Türk Tarih Kurumu’nun da yardımıyla Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi öğretim üyelerinden Arkeolog Doç. Dr. Tahsin Özgüç’ün başkanlığında bir kurul oluşturuldu. Müzeler Genel Müdürlüğü arkeologlarının da katıldığı bu kurul, Rasattepe’deki Tümülüslerde kazılar yaptı. Yapılan kazılar sonunda bu Tümülüslerin Firiglere ait olduğu anlaşılmıştır.
Firigler, Anadolu’ya M.Ö. 1.200 yılları başlarında Deniz Kavimleri Göçü sırasında gelmişler, Hitit Devleti’ni yıkarak Anadolu’da yeni bir devlet kurmuşlardır. Başkentleri Polatlı yakınlarındaki Gordion şehri idi. Rasattepe’deki Tümülüsler de Gordion’dakiler gibi toprağın içine yapılmış oda biçiminde mezarlardı. Odanın içinde ölü ve öteki dünyada kullanılacağı düşünülen birçok eşya, silah, yiyecek konulmuş, mezar kalın kalaslarla örtülmüş, sonra da üstüne bir küçük tepe halinde toprak yığılmıştı. Bu Tümülüslerden çıkarılan eserler Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmektedir. (…, … ve Anıtkabir, syf. 26-27; …, Aleykümesselâm, syf. 197-198)
“Bütün bu kamulaştırma işlemleri sonucunda bugün için Anıtkabir arazisi toplam 750.000 metrekarelik bir alanı kapsamaktadır. (…, … ve Anıtkabir, syf. 30)
“Rasattepe’nin takribi ağırlığı 150.000 tona ulaşacak olan yapının basıncına dayanıp dayanmayacağının tespiti için, modern yöntemlerle ‘temel mekaniği incelemesine ihtiyaç vardı. Bu amaçla Bayındırlık Bakanlığı, İstanbul Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Salih Sayar’ı görevlendirdi. Prof. Dr. Sayar 18 Mayıs 1945 tarihli raporunda; 907 rakımlı Rasattepe’nin eski bir alüvyon alanı üzerinde bir taraça kalıntısı olduğunu ve Dördüncü Zaman’ın ilk devrelerinde oluştuğunu belirledi. (…, … ve Anıtkabir, syf. 31)
“Anıtkabir yerinin seçilmesinden sonra sıra, bu yapının özelliklerinin belirlenmesine ve proje yarışmasının açılmasına gelmişti. Başkanlık’ta, Başbakanlık Müsteşarı’nın başkanlığında kurulan komisyon bu konudaki ilk çalışmalarını bitirdi ve Anıtkabir’in genel niteliklerini belirleyerek bir bildiri halinde yayımlandı. (…, … ve Anıtkabir, s. 35)
“Hükümetçe kurulan tarafsız jüride, o zamanlar Avrupa’nın ünlü sanatçılarından olan…
“Anıtkabir Proje Yarışması, umulanın üzerinde ilgi uyandırdı. İkinci Dünya Savaşı’nın en çetin günleri olmasına rağmen yarışmaya; Türkiye, Almanya, İtalya, Avusturya, İsviçre, Fransa ve Çekoslovakya’dan toplam 49 proje katılmıştır. Projelerin ikisi şartnameye uygun olarak gönderilmediği için değerlendirmeye alınmadı. Değerlendirilen 47 projeden 27’si Avrupalı, 20’si de Türk sanatçılara aitti. (…, … ve Anıtkabir, syf.40)
“Durum oldukça hassas, üç projeden en uygun olanını seçebilmek kolay değildi. Jüri, bu üç projeyi niçin ödüle değer bulduğunu bildiren bir rapor vermişti. Hükümet bu konuda yetkili birçok kişinin düşüncesini aldı. Bu düşünceleri de dikkate alan hükümet; Türk mimarlar…
“Anıtkabir inşasında, ‘İkinci Ulusal Mimarlık Dönemi’ne uygun olarak genellikle anıtsal binaların duvarlarında kullanılan taş malzeme uygulanmıştır. Anıtkabir’de beton üzerine dış kaplamam malzemesi olarak kolay işlenebilen, gözenekli (delikli), çeşitli renklerde traverten; Mozole içi kaplamalarında ise mermer kullanılmıştır. Kullanılan travertenler ve mermerler yurdun çeşitli bölgelerinden getirilmiştir.
Travertenler: Polatlı ve Malıköy’den getirilen beyaz travertenler kulelerin iç duvarlarında, Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesine bağlı Kumarlı mevkiinden getirilen beyaz travertenler heykel grupları, aslan heykelleri ve kırmızı travertenler de toplantı alanı ve kulelerin zemin döşemelerinde kullanılmıştır.
Çankırı’ya bağlı Eskipazar’dan (Budaklar Köyü) getirilen sarı travertenler Şeref Holü’ne çıkan merdivenlerin sağında ve solundaki zafer kabartmaları, bütün Şeref Holü dış duvarları, Tören Meydanı’nı çevreleyen kolonatlar ve arkadlı bölüm kolonatlarında kullanılmıştır.
Haymana’dan getiriln beyaz travertenlerle bütün merdivenler ve Aslanlı Yol ile Tören Meydanı döşemeleri inşa edilmiştir. Kayseri’den getirilen bej travertenler Mozole kolonatları üzerinde lento (kiriş) taşı olarak kullanılmıştır.
Mermerler: Çanakkale’de getirilen krem, Hatay’dan getirilen kırmızı ve Adana’dan getirilen siyah renkte mermerler ile Şeref Holü’nün zemini inşa edilmiştir.
Afyon’dan getirilen kaplan postu mermer, Bilecik’ten getirilen yeşil renkte mermer ile Mozole Şeref Holü’nün iç yan duvarları kaplanmıştır. Şeref Holü’ne konulacak lahit taşı için Adana’nın Osmaniye İlçesi’ndeki Gavur Dağları’ndan iki adet yekpare taş getirilmiştir. Bu taşlar, Kayserili Hacı Mustafa Kuranel’in taş ocağında 25.000 TL.ye yaptırılmıştır. Her bir taşın ağırlığı 40 tondur. Afyon’dan getirilen beyaz mermer ile lahit mekanın yan duvarları inşa edilmiştir.
Şeref Holü iç duvarlarında kullanılan yeşil mermer Bilecik’in 23 km. uzağındaki Hasandere Köyü civarında bulunan, bir şahsa ait taş ocağından elde edilmiştir.
Diğer Malzemeler: Anıtkabir inşaatında kullanılan çubuk demirler Karabük Demir-Çelik Fabrikalarından; çimento Sivas Çimento Fabrikasından; kum ve çakıl Ankara Esenkent ve Sincan Köyü civarında Çubuk Çayı yatağındaki dört ayrı ocaktan getirilmiştir.
Dördüncü kısım inşaatta ithal malı ‘Germania’ marka Alman Portland çimentosu kullanılmıştır. İkinci kısım inşaatın sorumluluğunu alan müteahhit, yardımcı binaların çatı kaplamalarında 2 mm. Kalınlığında 100 ton kurşun levhayı Almanya’dan ithal etmiştir.
Bronzdan 12 adet aplik meşale, …
Şeref Holü’ne çıkan merdivenlerin solundaki kabartma kompozisyonu ve İstiklal ve Hürriyet Kuleleri içindeki kabartmalar ve Mehmetçik Kulesi’nin dış yüzeyindeki kabartma kompozisyonu birinciliğini …kazandı.
Müdafaa-i Hukuk Kulesi iç yüzeyi ile Barış, Misak-ı Milli ve İnkılap Kuleleri’nin dış yüzeylerindeki kabartmaların birinciliğini Nusret Suman kazandı.
23 Nisan Kulesi’nin iç yüzeyindeki kabartma kompozisyonu için birinciliğe layık eser bulunamadığından ikinci olan Hakkı Atamulu’nun eseri uygulanmıştır.
Şeref Holü’ne çıkan merdivenlerdeki Hitabet Kürsüsü süslemesi ile Bayrak Direği’nin kaidesindeki sembolik kabartmanın birinciliğini Kenan Yontuç kazanmıştır.
(…, … ve Anıtkabir, syf. 65-66)
Davalı savunması:
Davacı her ne kadar Anıtkabir’in yer seçimi ve inşaatı hakkındaki bilgilerin müvekkili davalı tarafından, davacının 2013’te ve 2017’de yazmış olduğu iki eserden alındığını iddia etmekteyse de, bu iddianın gerçeklikten uzak olduğu, zira Anıtkabir’in yer seçimi ve inşasının Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yürütüldüğünü, Anıtkabir yapılırken ve yapıldıktan sonra sayısız habere konu olduğunu; TBMM tarafından gerçekleştirilen bir işlemin, üstelik bu işlem anbean haberlere konu olmuşken 2013 yılına kadar bilinmediği iddiasının ancak abesle iştigal olduğu,
TBMM tarafından yürütülen Anıtkabir’in yer seçimi ve inşası işleminin devletin resmî kurumlarının, örneğin Kültür Bakanlığı’nın internet sitesinde tüm detaylarıyla yer aldığı, Bunların yanı sıra ilgili bilgilerin tamamının yer aldığı “Anıtkabir Tarihçesi” isimli eserin Genelkurmay Basımevi tarafından 1994 yılında yayımlandığı, (EK-30)
İnternette yer alan yüzlerce haber ve akademik tezin yanı sıra, (şu an her ne kadar erişim engellenmiş halde ise de, …’in 10 yıldır yürüttüğü çalışmalar esnasında erişilebilir anonim bir kaynak olan) Vikipedi (Wikipedia) isimli internet kütüphanesinde de Anıtkabir’in yer seçimi ve inşasına dair bütün bilgilerin yer aldığını,
Basit bir internet araştırması ile dahi ulaşılabilen, TBMM tarafından yürütülmüş bir işlem için davacının, bu bilgilerin kendine ait olduğu iddiasıyla müvekkilinin intihalde bulunduğunu iddia etmesinin kötü niyetli olduğu yönündedir.
Davalı kitabındaki ilgili metin:
“31 Mart 1939…
Kurşun galvanizli tabut, katafalkın altına açılan kabre indirildi. Anıtkabir tamamlanana kadar, 15 yıl orada kaldı.
(… kendisi için kabir yeri seçmemişti.
Toprağa verileceği yer için vasiyette bulunmamıştı.
‘Milletim nereye istiyorsa oraya gömsün’ demişti.’
Anıtkabir için çalışmalar başladı.
Ankara şehir planını yapmış olan Profesör Hermann Jansen, günümüzde kullanılan TBMM binasını tasarlayan Profesör Clemens Holzmeister ve dil tarih coğrafya fakültesi binasının mimarı Profesör Bruno …’un da aralarında bulunduğu komisyon kuruldu.
Yer tespiti yapıldı. Çankaya, Etnografya müzesi, Ankara Kalesi, Ziraat mektebi, Gençlik parkı, Altındağ ve Gazi Orman Çiftliği önerildi.
15 milletvekilinden oluşan üst komisyon kuruldu.
Çankaya üzerinde görüş birliğine varılıyordu ki… Trabzon milletvekili yüksek mühendis Mithat Aydın, Rasattepe’yi önerdi.
Bir ucu Dikmen’de bir ucu Etlik’te olan Ankara, hilal şeklindeydi.
Rasattepe, hilalin tam ortasındaki yıldız gibiydi.
Türk Bayrağı’nın sembolik yansıması olacaktı.
Oylama yapıldı. Rasattepe’de karar kılındı.
Tepenin doruğunda meteoroloji istasyonu vardı.
Rasat adı oradan geliyordu.
Ankara halkı ise, Beştepeler diyordu…
Çünkü Tümülüsler vardı.
Arkeologlar Tahsin Özgüç başkanlığında heyet kuruldu.
Tümülüslerde kazı yapıldı.
Friglere ait olduğu tespit edildi.
Kral, prens ve prenseslere ait eserler bulundu. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne yerleştirildi.
Rasattepe, arazi sahiplerine parası ödenerek kamulaştırıldı.
Anıt yaklaşık 150 bin ton ağırlığında olacaktı. Rasattepe bu yapının basıncına dayanabilecek miydi?
İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Profesör Salih Sayar başkanlığında bir heyet kuruldu, jeolojik inceleme yapıldı. İkinci Dünya Savaşı’nın tam göbeğiydi.
Uluslararası proje yarışması açıldı.
Alman profesör Paul Bonatz, İsviçreli profesör…’den oluşan ‘tarafsız’ jüri kuruldu.
Türkiye, Almanya, İtalya, Avusturya, İsviçre, Fransa ve Çekoslovakya’dan toplam 49 proje katıldı. Profesör Emin Onat’la Doçent Orhan Arda’nın projesi seçildi.
9 Ekim 1944, temel atıldı.
1 Eylül 1953, tamamlandı.
Travertenleri Polatlı, Malıköy, Kayseri Pınarbaşı ve Kayseri Boğazköprü’den getirildi. Mermerleri Çanakkale, Adana, Hatay, Bilecik ve Afyon’dan getirildi. Çubuk demirleri, Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nda üretildi. Çimentosu Sivas Çimento Fabrikası’ndan geldi. Kum ve çakıl, Çubuk Çayı yatağından alındı. Bronz meşaleler, Ankara Erkek Teknik Öğretmen Okulu’nda yapıldı.
… (…, syf. 488-491).
Değerlendirme:
İddia çerçevesinde taraflara ait metinler karşılaştırmalı olarak incelendiğinde:
a) Davacı eserlerinden önceki tarihli olan Aleykümesselam (…, 2013) kitabının 187-270. sayfaları arasındaki “Her Yönüyle Anıtkabir” başlığını taşıyan 3. bölümünün tümüyle Anıtkabir’e ayrıldığı, giriş kısmında mezar konusunda …’ün bir tercihi olup olmadığı konusunun, C. Sönmez tarafından kaleme alınan “…’ün Annesi Zübeyde Hanım-1998” adlı kitaptan, annesi Zübeyde Hanım’ın mezarı ile ilgili H. R. Soyak’a hitaben söylediği sözlerin aynen aktarımı ve devamla…’a ait “… Hakkında Hatıralar ve Belgeler-1968” adlı kitaptan 23-25. sayfaların aynen ve tırnak içinde alınması suretiyle açıklandığı; devamında “Hükümet Özel Bir Komisyon Kuruyor” başlığı altında ve “…’ün yüce kişiliğine uygun bir anıtmezar yapılması düşüncesi ile hükümet, Anıtkabir inşaatının yapılacağı yerin tespiti için özel bir komisyon kurdu…” şeklinde başlayan “Hükümet Özel Bir Komisyon Kuruyor”, “Yer Seçimi için TBMM Devrede”, “Rasattepe Keşfediliyor”, “Atasını Bekleyen Rasattepe’nin Tarihçesi” vb. başlıklarla devam eden ve yaklaşık 93 sayfadan oluşan 3. Bölümün tamamının esasen 1994 ve 2001 tarihinde sırasıyla Genel Kurmay Başkanlığı ve Anıtkabir Komutanlığı tarafından basılan ve 182/185 sayfadan ibaret “Anıtkabir Tarihçesi” adlı eserden ve ilk baskısı 1981 ikinci baskısı 1993 yılında yapılan N. C. Gülekli tarafından kaleme alınan “Anıtkabir Rehberi” (137 sayfa) adlı birbiriyle de önemli ölçüde örtüşen iki eserden, çok az sayıda farklılık ve ilaveler bir yana bırakılacak olursa, büyük bir kısmının anlatım sistematiği, olayların sıralaması, tarz ve üslubu, hatta cümle cümle birebir aynen alındığı, her sayfa altında veya bir iki sayfa aralıklarla anılan iki esere de atıflar yapıldığı,
b) Davalıya ait kitapta, ilgili metinde …’ün mezar yeri seçimi yapmadığı ve “Milletim nereye istiyorsa oraya gömsün” dediğinden bahisle, yer seçimi ve inşaatına ilişkin olay ve olgulardan söz edilerek, “(… kendisi için kabir yeri seçmemişti. Toprağa verileceği yer için vasiyette bulunmamıştı. ‘Milletim nereye istiyorsa oraya gömsün’ demişti.’) Anıtkabir için çalışmalar başladı..” şeklindeki anlatımda geçen …’ün mezarının (Anıtkabir’in) yer seçimi ve inşaatına ilişkin birtakım tarihî olay ve olgular, resmî belgelere de yansımış bilgiler dışında, metin ve anlatım tarzı itibarıyla davacı kitaplarındaki ilgili kısımlar yönünden benzerlik bulunmadığı,
c) Sonuç olarak, kıyaslama konusu metinler arasında bir illiyet bağı ve iktibas bulunmadığı,
Nutuk’un İçeriği ve Okunuşu ile ilgili olarak:
Davacı iddiası:
Davalının kitabında …’ün Büyük Nutuk’u hakkında verdiği bilgilerin (syf. 282-285) müvekkilinin “Nutuk’tan Dersler Nutuk ve Sırları” (İstanbul 2017) adlı eserinin 1-176 sayfalarından kaynak gösterilmeden ve özetlenerek alındığı;
Not: Her ne kadar dava dilekçesinde Nutuk’a ilişkin iddialar yönünden yukarıda belirtilen davacı kitabına dayanılmış ise de, hangi ifadelerin davalı tarafından aynen veya mealen alındığına yönelik herhangi bir açıklama yapılmadığı alıntı yapıldığı iddia edilen sayfaların uzunluğu da dikkate alındığında tamanın tabloya aktarılmasına imkan bulunmadığı gözlenmiştir. Bu nedenle aşağıda davacıya ait kitap içeriğinden yalnızca belirtilen sayfalarda yer alan metinlerin en yakın görülen kısımlarına yer verilmiştir.
Davacı iddiasına dayanak metin:
“Nutuk’un yazılış süreci çok yıpratıcı ve yorucu bir süreçtir. …, önce Ankara’da geceleri sabahlara kadar hiç uyumadan saatlerce çalışmış, bu yoğun çalışma temposu sırasında kalp krizi geçirmiş ve iyileştikten sonra 30 Haziran 1927 günü İstanbul’a giderek çalışmalara orada devam etmiştir. …, Dolmabahçe Sarayı’ndaki Eski Köşk’ün üst katında bulunan küçük çalışma odasında üç aydan fazla bir süre geceli gündüzlü çalışarak Nutuk’u 30 Eylül 1927’de tamamlamıştır. (…, Nutuktan Dersler Nutuk ve Sırları, İstanbul 2017 syf. 17)
“Nutuk’un yazıldığı yaklaşık üç aylık sürede …’ün uyuduğu ve dinlendiği saatler son derece sınırlıdır. Genellikle öğleden sonra başlayan çalışmalar sabahın ilk ışıklarına kadar devam etmiştir. (…, Nutuk ve Sırları, syf. 19)
“…, Nutuk’un yazılış sürecini tamamladığında tam tamına 506 sayfalık bir müsvedde metin ortaya çıkmıştır. (…, Nutuk ve Sırları, syf. 24)
“’Maraton Konuşma’ Nerede Yapıldı? (…, Nutuk ve Sırları, syf. 41)
“Görüldüğü gibi, …, olaylarla dolu 9 yıllık bir dönemin tarihine değineceği için sözlerinin uzun süreceğini açıklamış, öncelikle gündemdeki bazı maddelerin karara bağlanmasını istemiş, böylece tüzük ve programla ilgili konular görüşülüp, gerekli kararlar alındıktan sonra kürsüye gelerek herkesin meraklı bakışları arasında Nutuk’u okumaya başlamıştır.
…, uykusuz ve yorucu geçen günler boyunca büyük emekler vererek hazırladığı Büyük Nutuk’u, bu kongrede, 15 Ekim 1927 Cumartesi günü saat 10.00’dan başlayarak 20 Ekim Perşembe gününe kadar 6 gün boyunca; hergün 6 saat, toplam 36 saat 31 dakika aralıksız okumuştur. …, II. TBMM’nin toplantı salonunun kürsüsünden öğleden önce ve öğleden sonra iki ayrı oturumda olmak üzere her gün 6’şar saat (3+3) konuşmuştur. Son gün epeyce uzun sürmüş nihayet ‘Gençliğe Hitabe’yi söyleyip kürsüden indiğinde saatler 20.25’i bulmuştu.
Bu nedenle yabancılar bu uzun konuşmaya ‘Six day Speech’ (Altı Günlük Konuşma) ya da ‘Maraton Konuşma’ adını vermişlerdir. Toplamı 36 saat 31 dakika süren bu şaşırtıcı konuşmadan bir Batılı yazar (A. Rustow), ‘Hayret Verici Hitabet Maratonu’ diye bahsetmiştir. Bir Amerikan Dergisi (Literary Diegest) de ondan ‘Türk Cumhurbaşkanı’nın 400.000 kelimelik mesajı’ diye söz etmiştir. (…, Nutuk ve Sırları, syf. 50-51)
“CHP İkinci Kongresi’ni, dolayısıyla Nutuk’un okunuşunu milletvekilleri ve delegeler dışında ordu ileri gelenleri, yabancı diplomatlar ve özel davetliler de izlemişlerdir. Kongreye katılarak Nutuk’u dinleyenler hakkında İngiltere’nin Türkiye Büyükelçiliği İkinci Sekreteri R.H. Hadow’un raporunda ayrıntılı bilgi vardır. (…, Nutuk ve Sırları, syf. 53)
“Nutuk’un Gençliğe Hitabe ile söylenmesi bittiğinde salonda duygusal bir ortam oluşmuştu. …’ün, ‘muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!’ sözleri ile maraton konuşma bittiğinde … dahil, salondaki herkesin gözleri dolmuş, hıçkırıklar duyulmaya başlamıştı. …, cebinden çıkardığı mendille gözyaşlarını siliyordu. (…, Nutuk ve Sırları, syf. 55)
“İçeriğine bakıldığında Nutuk, herşeyden önce Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş tarihidir. Acaba devleti kuran … …, kendi yaşadıkları çerçevesinde bu süreci niçin yazmış, niçin uzun bir konuşma ile kamuoyu ile paylaşmıştır? Bununla neyi amaçlamıştır?
Esasında bu sorulara Nutuk içinde cevaplar vardır. Nutuk’un değişik yerlerinde amacı hakkında bilgiler vermektedir. Bunu da bir ‘vazife’ olarak gördüğünü ifade etmektedir. (…, Nutuk ve Sırları, syf. 71)
“1. Geçmişte kalan bazı olayların, yani tarihin anlaşılmasına yardımcı olmak,
2. Milli varlığımız için önemli gördüğü konularda milletin ve gelecek kuşakların dikkatli ve uyanık olmasını sağlamak
…’ün Nutuk’u söylemekle ulaşmak istediği ilk ve açık bu amaçlardan başka, esas olarak bir de siyasi amaç güttüğünü tespit edebiliriz.
3. İç siyasi tartışmalara açıklayıcı bir cevap oluşturmak ve CHP’nin geçekteki siyasi yaklaşımını şekillendirmek de …’ün Nutuk’la gerçekleştirmek istediği bir diğer amacı oluşturmaktadır. (…, Nutuk ve Sırları, syf. 72-73)
“Nitekim, Nutuk’un okunması işleminin bitmesinden sonra Erzurum Milletvekili Necip Asım Yazıksız Bey’in bir önergesinin kabulü ile CHP Kongre üyelerinin tamamı tarafından ‘tamamen ve harfiyen tasvip ile tekrar arzı teşekkür ve takdirat edilmiştir’ Bu şekilde CHP’nin manevi kişiliği …’ün 19 Mayıs 1919’dan Nutuk’un söylendiği ana (20 Ekim 1927) kadarki bütün icraatının sorumluluğunu ve savunma görevini de yüklenmiş oluyordu. (…, Nutuk ve Sırları, syf. 76)
“Yukarıda da bahsedildiği gibi … Nutuk’a, ‘1919 senesi Mayısının 19 uncu günü Samsun’a çıktım’ diye başlar. Sekiz on cümle aşağıda da ‘Nihayet, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da, İtilaf Devletleri’nin uygun bulması ile Yunan ordusu İzmir’e çıkartılıyor.’ Demek suretiyle anlatacağı olayların başlangıç tarihi olarak 19 Mayıs 1919’un alındığını bir kez daha belirtmiş olur. (…, Nutuk ve Sırları, syf. 88)
“Nutuk’ta anlatılan olayların bitiş tarihi acaba hangi tarihti?. Doğal olarak 1927 yılı Ekim ayı ortaları bitiş tarihi olarak alınmalıdır. (…, Nutuk ve Sırları, syf. 89)
“Nutuk’taki zaman sınırlaması, aynı zamanda anlatılan olayların da o zaman diliminde geçen olaylarla sınırlı olduğunu gösterir. Yukarıda bahsedildiği gibi … ‘9 senelik ef’al ve icraatımız’ diyerek bunu ifade etmektedir. Yani Nutuk’ta 19 Mayıs 1919 ile 20 Ekim 1927 tarihleri arasındaki 9 yılın olayları anlatılmaktadır. (…, Nutuk ve Sırları, syf. 91)
“Nutuk’ta kullanılan belgelerin bir kısmı metin içinde verilmiştir. Büyük kısmı ise ‘Belgeler’i oluşturan cilde alınmıştır. Bu cildin ilk bölümünde 226 belge yer almaktadır. İkinci bölümünde ise sıra numaraları verilmeden Trakya teşkilatına ait belgeler yer almaktadır. (…, Nutuk ve Sırları, syf. 103)
“Nutuk, inkılap tarihimizin birinci elden pek değerli bir kaynağıdır. Çünkü, eserin sahibi, tarihi olayları yalnızca belgelerle inceleyerek objektif gerçeğe ulaşmak isteyen bir tarih yazarı değil, doğrudan doğruya o tarihi yapanın kendisidir. Tarihi yapan ile yazanın aynı şahsiyette birleşmiş olması, Nutuk’u, benzerleri ile karşılaştırılamayacak üstün değerde bir eser durumuna getirmiştir. Bu eserde, kendini her şeyi ile milletine adamış, olağanüstü yetenekleri ile dehanın en iyi örneğini vermiş büyük bir komutanın, inkılapçı bir liderin ve ileri görüşlü bir devlet adamının, askeri ve siyasi aksiyonları ile, Türkiye Cumhuriyeti’ne şekil veren temel düşünce ve görüşler yer almıştır. Ayrıca, eserde milli değerler sistemine bağlı Cumhuriyet rejiminin, tarih şuuru içindeki gelişmesinin adım adım nasıl olgunlaştırıldığını, sosyal ve kültürel alanlara yön verici siyasi ve idari şartların nasıl hazırlandığını yakından görebilmekteyiz. (…, Nutuk ve Sırları, syf. 121)
“Nutuk’un dili, söz dağarcığı ve cümle yapısı bakımından, …’ün yetiştiği devrin genel dil yapısına paralel olarak, Milli Edebiyat devrinin temsil ettiği dildir. Bu dil, klasik Osmanlıcaya oranla hayli sadeleştirilmiş olan o günkü yazı dilinin mükemmel bir örneğidir. Kelime kadrosu bakımından da çok zengindir. Ancak, o devirde daha Türkçeden Arapça ve Farsça kurallarına bağlı kelimelerle bu dillerden geçme tamlama şekilleri bütünü ile atılamadığı ve resmi devlet yazışmalarının gerekli kıldığı bazı klişeler yer aldığı için, bugüne göre oldukça ağırdır. Yalnız, eseri kelime haznesi bakımından değil de, üslup ölçüleri ile değerlendirdiğimizde, Nutuk’ta açık ve yalın bir dilin hakim olduğunu görürüz. (…, Nutuk ve Sırları, syf. 147)
Davalı savunması:
Davacı her ne kadar Nutuk ile ilgili bilgilerin 2017’de yazmış olduğu kitaptan alındığını iddia etmekteyse de bu iddiaya da itibar edilmesinin mümkün olmadığı; Nutuk’un, ulu önder … … tarafından bütün Türk Milletine hitaben kaleme alınmış bir eser olduğunu,
Nutuk gibi bir eser hakkındaki bilgilerin, 2017’de davacı tarafından yazılmış bir eserle hususileşmeyeceğini; nitekim Nutuk üzerine davacının eserinden önce yapılmış sayısız çalışma ve oluşturulmuş sayısız eser bulunduğunu, örnek vermek gerekirse, …’ün Nutuk’u kaleme aldığı esnada yanında yer alan iki kişiden biri olan …’in, süreçte nelere tanık olduğunu, Nutuk’un nasıl hazırlandığını ve tabii olarak …’ün Nutuk ile verdiği öğütleri Hürriyet gazetesine aktardığını ve bunların, 2010 yılında, yani davacının eserinden 7 yıl önce Hürriyet gazetesinde haber olarak yayımlandığını (EK-31),
Bunun yanı sıra, aşağıda listelenen eserlerin her birinin Nutuk’un yorumlarından, yani Nutuk’tan dersler ve Nutuk’un Sırlarından ibaret olduğu;
-…
Görüleceği üzere Nutuk hakkında -doğal olarak- davacının kitabından yani 2017’den önce yazılmış sayısız yorum ve açıklamalar da içeren bilgilendirici eserler bulunduğunu, davacının bu iddialarının da, diğer iddiaları gibi mesnetsiz ve kötü niyetli olduğu,
Davalı kitabındaki ilgili metin:
“1927… Nutuk’u yazdı.
Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgeselini bizzat kaleme aldı.
Tamamlanması üç ay sürdü.
19 Mayıs 1919’la 20 Ekim 1927 arasını kapsıyordu.
Yazı bölümü 534 sayfa tutuyordu.
Ayrıca 308 sayfa mektup-telgraf gibi belge bulunuyordu.
Hem yazarı hem hatibiydi…
TBMM kürsüsünden bizzat okudu.
Günde altışar saatten altı gün sürdü.
Toplam 36 saat 31 dakikada bitti.
Dünyada eşi benzeri görülmemiş hadiseydi.
Literatürde ‘maraton nutuk’ deyimiyle girdi.
Hem Milli Mücadele’yi resmi olarak kayda geçirmek hem de halka hesap vermek duygusuyla yazmıştı…
Tarihi konuşmasına ‘senelerden beri devam eden yükümlülük ve icraatımız hakkında milletimize hesap vermenin, vazifem olduğu kanaatindeyim’ diye başladı.
Ve, siyasi vasiyetnamesi olan ‘Gençliğe Hitabe’ ile bitirdi.
‘Saygıdeğer efendiler, sizi günlerce işgal eden uzun ve teferruatlı nutkum, nihayet geçmişe karışmış bir devrin hikayesidir.
Bunda milletim için ve gelecekteki evlatlarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek bazı noktaları belirtebilmiş isem, kendimi bahtiyar sayacağım.
Efendiler, bu nutkumla, milli varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklalini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan milli ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.
Bugün ulaştığımız sonuç, asırlardan beri çekilen milli felaketlerin yarattığı uyanıklığın eseri ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.
Bu sonucu, Türk gençliğine emanet ediyorum.
Ey Türk gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyeti’ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur.
Bu temel, senin en kıymetli hazinendir.
İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici bedhahların olacaktır.
Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin!
Bu imkan ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir.
İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.
Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.
Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı!
İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır!
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevuttur!’
O sırada TBMM’de bulunan yerli ve yabancı izleyicilerin tamamının hatıralarında aynı gözlem yer alıyor… Gençliğe Hitabe’yi okurken …’in gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
Nutuk’un orijinal elyazması notları, … vefat ettiğinde…’nda kasaya konuldu. Vasiyetname işlemlerinin tamamlanmasından sonra, Genelkurmay arşivine alındı.
1927’de Osmanlıca basılmıştı.
1934’ten itibaren Türkçe yayımlandı.
Her yıl ortalama 100 ila 150 bin civarında satıldı.
2018 itibariyle yine Türkiye’nin en çok satan kitapları listesindeydi.
(Nutuk, Milli Mücadele’ye dair sonradan türetilen pek çok tevatürün doğru olup olmadığını teyit etmenin en pratik yoludur.
Zihinlerde soru işareti yaratan yalanların, bizzat …’n ağzından, bizzat … tarafından çürütüldüğü, resmi turnusol kağıdıdır.
Milli Mücadele tarihine dair tüm gerçekler yok sayılsa bile, alternatif tarih yazma çabalarıyla somut gerçekler bulandırılsa bile, daima en sağlıklı bilgiyi alacağımız kaynak, Nutuk’tur.) (…, syf 282-285)
Değerlendirme:
İddia ve savunma çerçevesinde taraflara ait metinler karşılaştırmalı olarak incelendiğinde:
a) Davacı …’in eserinde Nutuk’la ilgili olarak, “…, Dolmabahçe Sarayı’ndaki Eski Köşk’ün üst katında bulunan küçük çalışma odasında üç aydan fazla bir süre geceli gündüzlü çalışarak Nutuk’u 30 Eylül 1927’de tamamlamıştır” şeklinde ifade edilen bilgilerde, … tarafından kaleme alınan Nutuk’un içeriği ve okunuşundan bahsedildiği; …’e ait kitapta ise “1927… Nutuk’u yazdı. Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgeselini bizzat kaleme aldı.” şeklindeki anlatımda geçen … tarafından kaleme alınan Nutuk’un yazılış ve okunuş süresi ile …’ün Mecliste Nutuk’u okumayı bitirdiğinde duygulanarak gözlerinden yaşlar süzüldüğüne dair Nutuk’la ilgili tüm kaynaklarda yer alan tarihî olay ve bilgiler dışında, metin ve anlatım tarzı itibarıyla bir benzerlik olmadığı; “Mustafa … Zübeyde’yi anlattı.” şeklinde ve devamında yer alan “Nutuk’un orijinal elyazması notları, … vefat ettiğinde…’nda kasaya konuldu. Vasiyetname işlemlerinin tamamlanmasından sonra, Genelkurmay arşivine alındı. 1927’de Osmanlıca basılmıştı. 1934’ten itibaren Türkçe yayımlandı. Her yıl ortalama 100 ila 150 bin civarında satıldı. 2018 itibariyle yine Türkiye’nin en çok satan kitapları listesindeydi.” şeklindeki ifadeler ile farklı olay, olgu ve bilgilere de yer verildiği,
b) Taraflara ait metinlerin konusunun aynı olmakla birlikte, Nutuk’un içeriğine ve okunuşuna ilişkin birtakım istatistiki bilgiler ve olgular dışında anlatım dizgesi ve cümle yapısının tümüyle farklı olduğu; bu bilgilerden hareketle kıyaslama konusu metinler arasında bir illiyet ve iktibas bağlantısının kurulmasına imkân olmadığı; benzerliklerin hususiyet taşıyan kısımlara ait olmadığı; pek çok kaynakta tekrarlanan, Nutuk’un içeriğine ve okunuşuna ilişkin bilinen olay ve olgulara ilişkin bulunduğu, benzerliğin bir şekilde davacı eserlerinden yararlanılmasından kaynaklandığı varsayımında dahi, bu kısımların davacının hususiyetini taşıyan, özgün ve bir kişiye mal edilebilir eser bölümleri olarak nitelenemeyeceği, bu nedenle söz konusu bilgilere atıf yapılmasının gerekmeyeceği,
c) Bu tespitler karşısında, bu iddia kapsamında tarafların metinleri arasında bir illiyet bağının varlığından ve iktibastan söz edilemeyeceği,
…’ün Annesinin Mezarı Başında olması ile ilgili olarak:
Davacı iddiası:
Davacı’nın Benim Ailem ( …’ün Saklanan Ailesi) Yılmaz Kitabevi, İstanbul 2015 adlı kitabının 114 ve 116. Sayfalarında yer alan …’in yaptığı konuşma ile ilgili hususiyet taşıyan/özgün yorumun atıf yapılmadan aynen alındığı.
Davacı iddiasına dayanak metin:
“O gün annesinin mezarı başında duygulu ve özlü bir konuşma yaptı. Konuşmasında, yetişmesinde olduğu gibi, Milli Mücadele yıllarında da hep kendisinin yolunda olan annesinin çektiği acıları, onun fedakarlığını dile getirdi. Kendisi yüzünden çektiği sıkıntıları, acıları dile getirirken annesine olan Kadir birliğini de dile getiriyordu.
…, o gün derin bir heyecana kapılmıştı. En içten, en duygulu konuşmasını da, annesinin mezarı başında o gün yapmıştır. Zübeyde Hanım fedakâr bir anneydi. Oğlunun yetişmesinde emsalsiz emekleri geçmişti. Yıllarca oğlunun hasretine katlanmış, nihayet, onun zaferini gördükten kısa bir süre sonra ölmüştür. (…, Benim Ailem(…’ün Saklanan Ailesi), İstanbul 2015, syf.114)
“Kanaatimizce, … Paşa’nın hayatı boyunca yaptığı en duygusal konuşmalardan biri annesinin mezarı başında yaptığı bu konuşmadır. Bu nedenle konuşmanın tamamını buraya aldık.” (…, Benim Ailem, syf.116, Dipnot:164)

Davalı savunması:
Davalı kitabındaki ilgili metin:
“Oğul 13 gün sonra gelebildi.
Annesinin kabrine gitti.
Hayatının belki de en duygusal konuşmasını yaptı.
Mustafa … Zübeyde’yi anlattı.

Annesinin Kabri başında bu duygusal ve tarihi konuşmayı yaparken, kendi çocukluğu film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu.”(…, syf.28)
Değerlendirme:
İddia çerçevesinde taraflara ait metinler karşılaştırmalı olarak incelendiğinde;
a) İçerik itibarıyla benzerlik oluşturan ve davacı eserlerinde “O gün annesinin mezarı başında duygulu ve özlü bir konuşma yaptı.” şeklinde bir ifadenin yer aldığı; …’e ait kitapta ise, karatahta ve tebeşirle sınırlı sayıdaki nesnelerden söz edilerek, “Annesinin kabrine gitti. Hayatının belki de en duygusal konuşmasını yaptı.” şeklindeki anlatımda geçen … tarafından yapılan konuşmanın duygusallığı dışında, metin ve anlatım tarzı itibariyle bir benzerlik olmadığı; “Mustafa … Zübeyde’yi anlattı.” şeklinde ve devamında yer alan “Annesinin Kabri başında bu duygusal ve tarihi konuşmayı yaparken, kendi çocukluğu film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu.” satırlarda farklı olay, olgu ve bilgilere yer verildiği,
b) Dolayısıyla konu aynı olmakla birlikte farklı bir anlatım ve üslupla, farklı bir hususiyeti yansıtacak yeni bir eser oluşturulduğu; …’in kitabında farklı bilginin bulunduğu,
c) …’ün annesinin mezarı başında yaptığı konuşmaya ilişkin detayların, tümüyle tarihî bir kahramanın hayatında yer alan gerçek olgular ve olaylara ilişkin bilgilerden ibaret olduğu,
d) Bu iddia kapsamında, usulsüz iktibas olarak değerlendirebilecek bir hususun bulunmadığı,
…’ün Harp Okulu Yılları ile ilgili olarak:
Davacı iddiası:
Davacı tarafından Dehanın Kodları ( …’i … yapan süreçler ve Birikim ), Halk (Yılmaz) Kitabevi, İstanbul, 2010 adlı kitapta yer verilen; Kara Harp Okulu Arşiv Belgelerine göre tespit edilen sonuçlar, teknik (sayısal ) bilgiler aynen atıfsız kullanılmaktadır Bazı bilgilerin yerleri değiştirilmiştir.
Davacı iddiasına dayanak metin:
“Buna göre …’in birinci sınıfta öğrenci olduğu sırada 1899-1900 eğitim öğretim yılında, 635’i Piyade, 88’i Süvari ve 16’sı Baytar sınıflarından olmak üzere toplam 739 öğrenci vardı. Bu yıla ait not çizelgelerinde notları bulunmayan 25’i Piyade 8’i Süvari ve 3’ü Baytar sınıfından toplam 36 öğrencinin muhtemelen okuldan atıldıkları ve gerçekte ikinci sınıfa devam edenlerin toplam 703 kişi olduğu anlaşılmaktadır. (…, Dehanın Kodları (…’i … yapan süreçler ve Birikim), İstanbul, 2010 syf. 72)
“… 1922’de anlattığı anılarında, İstanbul’da geçen bu ilk yılı için sadece şunları söyler: ‘Birinci sınıfta gençlik hayallerine tutuldum. Dersleri ihmal ettim. Senenin nasıl geçtiğinin farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım’
Eğer Ünal’ın birinci sınıftaki toplam 703 öğrenci için verdiğini tahmin ettiğimiz başarı durumu doğru ise; sınıfını tüm öğrenciler için de 29’uncu; not çizelgesindeki 610 Piyade sınıfı öğrencisi arasından da 9’uncu olarak bir üst sınıfa geçmiş olması, derslere fazla çalışmadan böyle büyük bir başarı sağlaması onun üstün bir öğrenci olduğunu göstermektedir. (…, Dehanın Kodları syf.73-74 )
“…, üçüncü sınıfta, 1901-1902 eğitim – öğretim yılında 459 arkadaşı arasından ve 17.5 notu olan üstü mizan ve üç yıllık notlarının toplamı üzerinden Harp Okulu’nu 8’inci olarak bitirmiştir. Numara defterine göre, “beher dersin tam numarası” bakımından öğrencilerin “ üç senede kazandıkları numaraların yekun-ı umumisi 1635” tir. …’in üç yıllık not toplamı ise 1499’dir. “ üç sene nihayetinde umumda sıra numarası 8” dir. Bu sıra aynı zamanda “sicil sırası”nı göstermektedir. Diploma numarası 5998’dir.” (…, Dehanın Kodları syf. 75)
Davalı savunması:
Bu iddia dosyaya son verilen davacı dilekçesinde yer aldığından, gelinen aşamada davalı tarafından bir savunma sunulmadığı görülmüştür.
Davalı kitabındaki ilgili metin:
“Manastır’dan mezun oldu, İstanbul’a geldi.
Harp Okulu’nun kütüğüne şu künyeyle kaydedildi: ‘Selanik’te Koca Kasım Paşa mahalleli gümrük memurlarından müteveffa Ali Rıza Efendi’nin mahmudu, uzun boylu, beyaz benizli … Efendi.’
Harbiye’de üniformasıyla fotoğraf çektirdi.
Bu fotoğraf, …’ün bilinen en eski fotoğrafı oldu.
İstanbul’da akrabası yoktu, tanıdığı yoktu.
Tatil günlerinde yatılı izne çıkabilmesi için adrese ihtiyacı vardı. Kayıt sırasında tanıştığı …’dan rica etti.
Kuzguncuk Nakkaşbaba Caddesi üzerindeki 16 odalı köşk, …’in bu topraklardaki ilk ikametgah adresi oldu.
İzin akşamları …’la aynı odada kalırlardı.
…’ın babası İsmail Fazıl paşa, babacan adamdı.
Oğlu …’ın yastığının altına bir mecidiye, …’in yastığının altına iki mecidiye harçlık bırakırdı.
Oğluna neden daha az?
‘Sen bugüne kadar harcadıklarına say, o gurbette okuyor, senden daha fazla ihtiyacı vardır’ diyordu.
Yukarı doğru kıvrık bıyıklar pek modaydı…
… haftasonu iznine çıkmadan önce bıyıklarını briyantinler, yukarı doğru kıvırıp yanağına bantlar, bir süre böyle tutarak şekillendirirdi.
İzin günleri çok neşeli olurdu.
Genellikle Babıali’deki Stefan’ın kıraathanesine giderlerdi.
Sirkeci’deki Yani’ni kıraathanesine giderlerdi.
İstanbul’daki ilk yılında fazlaca gezip tozmuştu.
Birinci sınıfının ders notlarına yansımıştı.
703 öğrenci arasında 29. olabilmişti.
Bu durumun özeleştirisini yapacak ve not defterine şunları yazacaktı:
‘Gençlik hayallerine tutuldum.
Dersleri fazla ihmal ettim.
Senenin nasıl geçtiğinin farkında olmadım’
Neticede Harbiye’yi sekizinci bitirecekti.” (…, syf. 39-40)
Değerlendirme:
İddia çerçevesinde taraflara ait metinler karşılaştırmalı olarak incelendiğinde:
a) Taraflara ait kitaplar incelendiğinde, içerik (konu) itibarıyla benzerlik oluşturan ve davacı eserlerinde “…, üçüncü sınıfta, 1901-1902 eğitim- öğretim yılında 459 arkadaşı arasından ve 17.5 notu olan üstü mizan ve üç yıllık notlarının toplamı üzerinden Harp Okulu’nu 8nci olarak bitirmiştir.” şeklinde ifade edilen bilgilerden, tarihî bir kişilik olan …’ün harp okulu yıllarındaki başarı grafiğinden bahsedildiği; davalıya ait kitapta ise, …’ün harp okulu yıllarındaki hem okul hem okul dışındaki yaşantısından söz edilerek, “Birinci sınıfının ders notlarına yansımıştı. 703 öğrenci arasında 29. olabilmişti. Bu durumun özeleştirisini yapacak ve not defterine şunları yazacaktı: ‘Gençlik hayallerine tutuldum. Dersleri fazla ihmal ettim. Senenin nasıl geçtiğinin farkında olmadım’ Neticede Harbiye’yi sekizinci bitirecekti.” şeklindeki anlatımda geçen …’ün başarı sırasının ve defterine aldığı notun aynılığı dışında, metin ve anlatım tarzı itibarıyla bir benzerlik olmadığı gibi, “İzin akşamları …’la aynı odada kalırlardı. …’ın babası İsmail Fazıl paşa, babacan adamdı. Oğlu …’ın yastığının altına bir mecidiye, …’in yastığının altına iki mecidiye harçlık bırakırdı.… vd.” satırlarda farklı olay, olgu ve bilgilerin yer aldığı;
b) Davacı …’in kitabında, …’ün harp okulu yıllarına ilişkin başarı derecesi ve okul kaydına ilişkin bilgiler dışında anlatım dizgesi, cümle yapısı itibarıyla farklılıklar bulunduğu; bu bilgilerden hareketle kıyaslama konusu metinler arasında bir illiyet ve iktibas bağlantısının kurulmasına imkân olmadığı; …’ün harp okullarına ilişkin bilinen olay ve olgulara ilişkin hususların bir kişiye mal edilemeyeceği gibi, telif hakları kapsamında korunması mümkün olmayan tarihî bilgi ve olgular oldukları,
c) Dolayısıyla, bu iddia kapsamında usulsüz iktibastan söz edilemeyeceği,
Netice itibariyle, yapılan inceleme, tespit ve değerlendirmeler karşısında:
Gerek davacı/karşı davalı …’e ait kitapların gerekse davaya konu, davalı/karşı davacı …’e ait “…” adlı kitabın, 5846 sayılı FSEK kapsamında, sahiplerinin hususiyetlerini taşıyan ilim ve edebiyat eserleri oldukları,
Davaya konu “…” adlı kitabın, tarihsel gerçekliğe dayalı bir içeriği olmakla birlikte biçim ve içeriğin düzenlenişi ile dil ve anlatım tekniği bakımından “akademik/ bilimsel” nitelikten uzak olduğu; bu nedenle de akademik/ bilimsel çalışmalar için başvurulabilecek, esas alınabilecek, kanıt ve örneklemeler için referans gösterilebilecek bir kaynak olarak değerlendirilemeyeceği,
Bilimsel/ akademik yazılarda uyulması gereken kurallar bağlamında belirli formatlara göre alıntı ve atıf yapma, dipnot gösterme, kaynakça/ seçilmiş kaynakça düzenleme gibi koşulların; davaya konu kitap için bir zorunluluk olarak görülemeyeceği; böyle bir kitap için akademik biçim kurallarına göre izlenecek bir yolun, yazarın niyetinden uzak kalabileceği gibi metnin bu niyete göre biçimlenmesi gereken yapısını da –özellikle akış ve sürükleyicilik açısından- sorunlu hâle getirebileceği,
Bununla birlikte, başka bir yazarın ya da yazarların kendilerine özgü buluş, terim, yöntem, teknik, kurgu, çıkarım, yorum, eleştiri, analiz, sentez, dil ve üslup özellikleri ya da estetik değer içeren imge, simge, alegori gibi anlatım ögeleri ile, “üretilmiş bilgi” mahiyetindeki ögeler açısından doğrudan bir örtüşme/ eşleşme söz konusu olduğunda; intihal kavramanın işlerlik kazanması için, metinlerin akademik/ bilimsel nitelikli olup olmamasına bakılmayabileceği; ancak davaya konu kitapta, yalnızca davacı/karşı davalı …’in daha önceki çalışmalarındaki özgün bilgi, belge ve yorumlardan ya da salt bu çalışmalardaki ifadelerden/ anlatım teknik ve özelliklerinden kaynaklandığı düşünülebilecek ögelere de rastlanmadığı,
… … gibi bir tarihî kişiliğe ilişkin detayların, …’ün hayatına dair tarihî olgulara ilişkin olduğu; bu tür bilgilerin, bir kişiye mal edilemeyeceği gibi, telif hakları kapsamında korunmasının mümkün olmadığı; kaldı ki iddia konusu FSEK koruması dışındaki tarihsel olgu ve verilerin, davacının yayımlarından daha evvel yayımlanmış ilmi ve edebi metinlerde mevcut bulunduğundan davacıya da bağlanamayacağı,
Tarafların …’e dair tarihsel verileri, bilinen vakıaları farklı üsluplarla kullandıkları; tarihsel verilerin ve vakıaların ise FSEK kapsamında korunamayacağı; dolayısıyla, tarafların eserlerinde yer alan ortak tarihsel veriler ve vakıalarla ilgili olarak FSEK m.35 hükümleri kapsamında iktibastan söz edilemeyeceği, buna bağlı olarak kaynak göstermenin gerekmeyeceği,
Sonuç olarak, davacı/karşı davalı …’in iddiaları kapsamında, tarafların metinleri arasında bir illiyet bağının varlığından ve iktibastan söz edilemeyeceği kanaatlerine ulaşılmış asıl davanın reddine karar verilmiştir.
Karşı dava bakımından ise davacı vekili her ne kadar intihal iddiasının asılsız olduğundan, bu iddia nedeniyle müvekkilinin mağdur olduğundan ve kişilik haklarının zedelendiğinden bahisle manevi tazminat davası açmış ise de asıl davaya bağlı olarak açılan bu dava yönünden mahkememizin görevsiz olduğu , davanın konusunun Fsek mevzuatından kaynaklı olmadığı gibi haksız fiil iddiasına dayalı manevi tazminat istemi olduğu ,dolayısıyla davaya bakma görevinin Asliye Hukuk mahkemesinde olduğu ancak mahkememizce tefrik kararı verilerek görevsizlik nedeniyle ret kararı verilmesi gerekirken sehven davanın reddine karar verildiği anlaşılmış ve aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur.
H Ü K Ü M :
1-A s ı l D a v a n ı n R e d d i n e,
Peşin alınan 444,02.-TL harçtan alınması gereken 59,30.-TL peşin harcın mahsubu ile kalanın istek halinde davacıya iadesine,
Davalı kendisini vekil ile temsil ettirdiğinden Asgari Ücret Tarifesi uyarınca reddedilen maddi tazminat için 5.900,00.-TL maktu, reddedilen manevi tazminat için 1.000,00.-TL nispi ve reddedilen diğer maddi istemler için 5.900,00.-TL maktu olmak üzere hesap olunan takdiren üç ayrı ücreti vekaletin davacıdan alınarak kendisini vekil ile temsil ettiren davalıya verilmesine,
Davalının yapmış olduğu yargılama giderlerinin karşı dava bakımından yapmış olduğunun tespitine,

Davalının asıl dava bakımından yapmış olduğu bir gider olmadığından bu konuda bir karar verilmesine yer olmadığına,
Yatırılan ve kullanılmayan gider avansının, hükmün kesinleşmesini müteakip re’sen davacıya iadesine (HMK m.333),
2-K a r ş ı D a v a n ı n R e d d i n e,
Alınması gereken 59,30.-TL harçtan peşin alınan 44,40.-TL’nin mahsubu ile eksik kalan 14,90.-TL maktu ilâm harcının davacıdan alınarak hazineye irad kaydına,
Davalı kendisini vekil ile temsil ettirdiğinden Asgari Ücret Tarifesi uyarınca reddedilen manevi tazminat için hesap edilen 100,00.-TL nispi ücreti vekaletin davacıdan alınarak kendisini vekil ile temsil ettiren davalıya verilmesine,
Davalının yapmış olduğu yargılama giderlerinin asıl dava bakımından yapmış olduğunun tespitine,
Davalının karşı dava bakımından yapmış olduğu bir gider olmadığından bu konuda bir karar verilmesine yer olmadığına,
Yatırılan ve kullanılmayan gider avansının, hükmün kesinleşmesini müteakip re’sen davacıya iadesine (HMK m.333),
3-Dair, davacı-karşı davalı asil ve vekili, davalı-karşı davacı asil ve vekilinin yüzlerine karşı, tebliğ tarihinden itibaren iki hafta içinde Ankara Bölge Adliye Mahkemesi’nde İstinaf yolu açık olmak üzere verilen karar, açıkça okunup usulen anlatıldı.18.02.2021

Kâtip Hâkim … ✍e-imzalıdır ✍e-imzalıdır