Danıştay Kararı 15. Daire 2013/11065 E. 2018/3867 K. 17.04.2018 T.

Danıştay 15. Daire Başkanlığı         2013/11065 E.  ,  2018/3867 K.
T.C.
D A N I Ş T A Y
ONBEŞİNCİ DAİRE
Esas No : 2013/11065
Karar No : 2018/3867

Temyiz Eden (Davacı) : Vekili :
Karşı Taraf (Davalı) :
Vekili :
Müdahil (Davalı Yanında) :
İstemin Özeti :…. İdare Mahkemesi’nin … tarih ve E:..; K:.. sayılı kararının hukuka uygun olmadığı ileri sürülerek temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.
Savunmanın Özeti :Davalı idare tarafından Mahkeme kararının hukuka uygun olduğu, temyiz isteminin reddi gerektiği savunulmaktadır.
Düşüncesi :

TÜRK MİLLETİ ADINA
Karar veren Danıştay Onbeşinci Dairesi’nce; tetkik hakiminin açıklamaları dinlenerek dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin esasına geçilerek gereği görüşüldü:
Dava; davacı tarafından, …., …’nde … olarak görev yapmakta iken görevli olarak gönderildiği Kastamonu İli,…. İlçesine giderken tek taraflı yaralanmalı ve maddi hasarlı trafik kazası sonucunda sevk edildiği … Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde yapılan tıbbi ameliyelerden dolayı sol ayağında fonksiyon kaybı olduğu, tam olarak kullanamadığından bahisle uğranıldığı ileri sürülen zararın karşılığı 150.000-TL manevi ve 50.000-TL maddi tazminatın olay tarihinden itibaren kanuni faizi ile birlikte ödenmesi istemiyle açılmıştır.
…. İdare Mahkemesince; dava konusu olayda hizmet kusuru bulunup bulunmadığının tespiti için bilirkişi incelemesi yapılmasına karar verilmiş, bu maksatla hazırlanarak dosyaya sunulan Adli Tıp Kurumu 3. Adli Tıp İhtisas Kurulu’nun 30.07.2012 tarih ve 8392 karar sayılı raporunda özetle; “anılan kişinin, ….İli, …İlçe Emniyet Müdürlüğü’nde … olarak görev yapmakta iken görevli olarak gönderildiği Kastamonu İli,…. İlçesine giderken 15.04.2009 tarihinde tek taraflı yaralamalı ve maddi hasarlı trafik kazası sonucunda kaldırıldığı…. Devlet Hastane’sinden …Devlet Hastanesi’ne sevk edildiği, yapılan muayenede, bilincinin açık, genel durumunun orta, sol kalça tarafında ağrı ve hareket kısıtlılığı, sağ diz lateralinde kesiler, sol uyluk posteriorunda ise; abrazyonlar bulunduğunun görülmesi üzerine, ilgilinin grafilerinin çekildiği, kan tetkiklerinin yapıldığı ve asetabulum fraktürü ve kalça çıkığı tespit edildiği, aynı gün Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi acil servisine getirilen davacının muayenesinde; nörolojik defisitin olmadığı, periferik nabızların palpabl olduğu, gerekli tetkiklerin yapıldığı ve yatırıldığı, antibiotik, düşük molekül ağrılıklı antikoagulan (clexane 0.4) ve gerekli tedavinin başlandığı, sol asetabulum kırığı ve kalça travmatik dislokasyon teşhisi konulduğu, iskelet traksiyonu başlandığı, 12 saat içinde ameliyat planlarak ameliyat edildiği, ameliyat notuna göre, ARİF ve kalça redüksiyonu planlanarak, GAA lateral decubital yatırıldığı posterolateral inzisyonla cilt ciltaltı geçildiği, G. Maksimus ekarte edilip siyatik sinir eksplore edildiği, kırık redükte edildiği, plak vida tesbit yapıldığı, kalça yerine konarak hemovak drenle katlar kapatıldığı, ameliyattan önce başlanan iskelet traksiyona devam edildiği, takip sırasında 16.04.2009 tarihinde saat 20:30’da yapılan kontrolde plantlar fleksiyonun yapıldığı, sol tibia ve ayak dorsalinde duyu kaybının olduğu, traksiyon nöröpraksisi düşünülerek traksiyon ağırlığının 6 kgr den 3.5 kgr düşüldüğü, vitamin tedavisine başlandığı, takiplerde parsiyal motor ve duyu defisitinin devam ettiği, molt verildiği, 24.04.2009 tarihinde önerilerle taburcu edildiği, çok parçalı asetabulum kırıklarında konservatif tedavi ve ideal olan cerrahi tedavi uygulanabileceği, fakat ideal cerrahi tedavi sonrasında kalça eklem yük binme alanını ilgilendirdiği için erken artroz (kireçlenme) gelişebileceği, yapılan ilk ameliyatta instabil olan eklemin stabil hale getirildiği, ideal eklem restorasyonu amaçlanacak tarzda anterior girişim yapılmadığı, bahsi geçen girişiminin faklı bir hastanede gerçekleştirildiği, ideal eklem restorasyonu amaçlanacak tarzda anterior girişim yapılmadığı, bahsi geçen girişiminin farklı bir hastanede gerçekleştirildiği, bahsedildiği üzere cerrahisinin zor ve riskli olduğu, bu gibi durumlarda konservatif tedavi de uygun bir seçenek olduğundan davalı idareye kusur atfedilmediği” yönünde görüş bildirilmiş, İdare Mahkemesi’nce raporda yer alan tespitlere istinaden dava konusu olayda davalı idarenin hizmet kusuru bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine, (reddedilen maddi tazminat miktarı üzerinden nispi olarak hesaplanan 5.750-TL ve redddedilen manevi tazminat miktarı üzerinden maktu olarak hesaplanan 1.320-TL olmak üzere) Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 10/3 ve 12/1. maddeleri uyarınca belirlenen toplam 7.070-TL avukatlık ücretinin davacıdan alınarak davalı idareye verilmesine verilmesine karar verilmiştir.,
Davacı tarafından mahkeme kararının hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek kararın bozulması istenilmektedir.
Temyiz istemine konu mahkeme kararının, davanın reddine ve reddedilen manevi tazminat bakımından davalı idare lehine maktu vekalet ücretine hükmedilmesine ilişkin kısımlarında, 2577 sayılı yasanın 49. maddesinde belirtilen bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından, davacıların bu kısımlara yönelik temyiz istemi yerinde görülmemiştir.
Mahkeme kararının, reddedilen maddi tazminat miktarı üzerinden davalı idare lehine nispi vekalet ücreti ödenmesi ile ilgili kısmı incelenecek olursa;
Bakılan dava 50.000-TL maddi tazminat istemiyle açılmıştır. Davanın reddi nedeniyle, davalı idare yararına reddedilen maddi tazminat miktarı üzerinden nispi 5.750-TL vekalet ücretine hükmedilmiştir.
Vekalet ücreti olarak hükmedilen miktarın, davanın açıldığı tarihteki hukuksal düzen, davacıların içinde bulundukları maddi koşullar ile “adil yargılanma hakkı” ve “hak arama özgürlüğü” çerçevesinde irdelenmesi gerekmektedir.
02/11/2011 tarih ve 28103 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Genel Bütçe Kapsamındaki Kamu İdareleri ve Özel Bütçeli İdarelerde Hukuk Hizmetlerinin Yürütülmesine İlişkin 659 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin (KHK) 14. maddesi ile; “Tahkim usulüne tabi olanlar dahil adli ve idari davalar ile icra dairelerinde idarelerin vekili sıfatıyla hukuk birimi amirleri, muhakemat müdürleri, hukuk müşavirleri ve avukatlar tarafından yapılan takip ve duruşmalar için, bu davaların idareler lehine neticelenmesi halinde, bunlar tarafından temsil ve takip edilen dava ve işlerde ilgili mevzuata göre hükmedilmesi gereken tutar üzerinden idareler lehine vekalet ücreti takdir edilir.” hükmü yürürlüğe konulmuştur.
Anılan maddedeki “hukuk birimi amirleri, hukuk müşavirleri, muhakemat müdürleri” ibarelerinin iptali istemiyle açılan davanın reddi yolunda verilen ve 23/11/2013 tarih ve 28830 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan, Anayasa Mahkemesinin 06/06/2013 tarih ve E: 2011/145, K: 2013/70 sayılı kararı karşısında, söz konusu KHK hükmünün Anayasal normlara uygun olduğu açıktır.
Avukatlık Kanunu’nun 168. maddesinin 3. fıkrasında, avukatlık ücretinin takdirinde, hukukî yardımın tamamlandığı veya dava sonunda hüküm verildiği tarihte yürürlükte olan tarifenin esas alınacağı hükmü yer almaktadır.
Bu nedenle, 659 sayılı KHK.’nın yürürlüğünden sonra açılan davada, davanın kısmen veya tamamen reddi halinde, davalı idare lehine vekalet ücretine hükmedilecektir.
Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” başlıklı 13.maddesinde; “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz” hükmüne, “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında; “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” hükmüne, “Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma” başlıklı 90. maddesinin son fıkrasında; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” hükmüne, ” Görev ve yetkileri ” başlıklı 148. maddesinin 3. fıkrasında “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilir.” hükmüne yer verilmiştir.
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin “adil yargılanma hakkı” ile ilgili 6.maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir: “Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.” Bu metinde, adil yargılanma hakkının kapsam ve içeriği açık olarak belirtilmemiştir. Ancak somut olayın koşullarının bu hak karşısındaki durumunun değerlendirilmesi gerekmektedir.
Anayasa’nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte, bunun hiçbir şekilde sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olduğu söylenemez. Özel sınırlama nedeni öngörülmemiş hakların da hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırlarının bulunduğu kabul edilmektedir. Ayrıca hakkı düzenleyen maddede herhangi bir sınırlama nedenine yer verilmemiş olsa da, Anayasanın başka maddelerinde yer alan kurallara dayanarak bu hakların sınırlandırılması da mümkün olabilir. Dava açma hakkının kapsamına ve kullanım koşullarına ilişkin bir kısım düzenlemelerin hak arama özgürlüğünün doğasından kaynaklanan sınırları ortaya koyan ve hakkın norm alanını belirleyen kurallar olduğu açıktır. Ancak bu sınırlamalar Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan güvencelere aykırı olamaz. (AYM, 01/11/2012 tarih, E.2010/83, K.2012/169 sayılı karar).
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, mahkemeye erişim hakkının dayanağı olan Sözleşme’nin 6. maddesinde adil yargılanma hakkın sınırlandırılması rejimi düzenlenmemiş olmasına rağmen, bunun hiçbir surette mahkemeye erişim hakkının sınırlandırılamayacağı anlamını taşımadığını, hakkın niteliği gereği, mahkemeye erişim konusunda devletin bir takım sınırlama ve düzenlemeler yapmasının kaçınılmaz olduğunu kabul etmektedir. Ancak, bu sınırlamaların hakkın özüne zarar vermeyecek nitelikte, meşru bir amaca dayalı ve kullanılan aracın sınırlama amacı ile orantılı olması, kamu yararının gerekleri ile bireyin hakları arasında kurulmaya çalışılan adil dengeyi bozacak şekilde birey aleyhine katlanılması zor külfetler yüklenmemiş olması gerekir. ( Ashingdane/Birleşik Krallık, B. No: 8225/78, 28.05.1985, § 57)
Bir tam yargı davası sonucunda , davacı aleyhine hükmedilen vekalet ücretinin, Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile korunan hak arama hürriyeti ve mahkemeye erişim hakkını ihlal ettiği iddiasıyla yapılan bireysel başvuru sonucunda verilen Anayasa Mahkemesi’nin 07.11.2013 tarih ve B.No:2012/791 numaralı kararında konuya ilişkin temel ilkeler ortaya konulmuştur.
Buna göre, “Sözleşme’nin adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesinde, mahkemeye erişim hakkına açıkça yer verilmemişse de maddenin (1) numaralı fıkrasındaki “herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, … bir mahkeme tarafından davasının … görülmesini istemek hakkı…” ifadeleri çerçevesinde ve hakkın doğası gereği mahkemeye erişim hakkını da kapsadığının kabulü gerekir.
Mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına gelmektedir. Kişinin mahkemeye başvurmasını engelleyen veya mahkeme kararını anlamsız hale getiren, bir başka ifadeyle mahkeme kararını önemli ölçüde etkisizleştiren sınırlamalar mahkemeye erişim hakkını ihlal edebilir. Dava sonucundaki başarıya dayalı olarak taraflara vekâlet ücreti ödeme yükümlülüğü öngörülmesi de bu kapsamda mahkemeye erişim hakkına yönelik bir sınırlama oluşturur. Böyle bir sınırlamanın meşru görülebilmesi için kamu yararı ile birey hakkı arasında makul bir dengenin gözetilmiş olması gerekir. …… Bu yükümlülüklerin kapsamını belirlemek kamu otoritelerinin takdir yetkisi içindedir. Öngörülen yükümlülükler dava açmayı imkânsız hale getirmedikçe ya da aşırı derece zorlaştırmadıkça mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği söylenemez. Dolayısıyla davayı kaybetmesi halinde başvurucuya yüklenecek olan vekâlet ücreti bu çerçevede değerlendirilmelidir. (B.No: 2013/1613, 2/10/2013, § 38 – 39).
Buna karşılık bir hukuki uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyan başvurucuların, reddedilen dava konusu miktar üzerinden hesaplanan vekâlet ücretini karşı tarafa ödemeye mahkûm edilmeleri ihtimali veya olgusu, belirli dava koşulları çerçevesinde mahkemeye başvurmalarını engelleme ya da mahkemeye başvurmalarını anlamsız kılma riski taşımaktadır. Bu çerçevede, davanın özel koşulları çerçevesinde masrafların makullüğü ve orantılılığı, mahkemeye erişim hakkının asgari sınırını teşkil etmektedir.
Taraflardan birinin yargılamadaki başarı oranına göre kazanılan veya kaybedilen değer oranında lehine veya aleyhine mahkeme masraflarının hükmedilmesine yönelik düzenlemeler mahkemeye erişim hakkına müdahale oluşturmakta ise de abartılı, zorlama veya ciddiyetten yoksun talepleri disipline etmeye yönelik orantılı müdahaleler meşru görülebilir.
Ancak, yukarıda da ifade edildiği üzere, bu sınırlamaların hakkın özüne zarar vermeyecek nitelikte, meşru bir amaca dayalı ve kullanılan aracın sınırlama amacı ile orantılı olması, kamu yararının gerekleri ile bireyin hakları arasında kurulmaya çalışılan adil dengeyi bozacak şekilde birey aleyhine katlanılması zor külfetler yüklenmemiş olması gereklidir.” denilmektedir.
Anayasa Mahkemesi tarafından yapılan değerlendirmelere göre, istenen tazminatın reddedilmesi üzerine belirli bir oranının karşı tarafa vekâlet ücreti olarak ödenmesi yükümlülüğü öngörülmesi tek başına mahkemeye erişim hakkını ihlal eden bir müdahale olarak nitelendirilemeyecektir. Ancak her bir uyuşmazlığın kendini özgü niteliklerinin ve uyuşmazlığa konu olayın, davacıların mahkemeye erişim hakkı üzerinde farklı sonuçlar doğurabilmesi de mümkündür.
Açılan bir tam yargı davasında istenilen tazminatın miktarının, ancak bilirkişi incelemesi ve benzeri araştırmalardan sonra elde edilen verilere göre mahkemece takdir edildiği bilinmektedir. Tazminat davasının bu özelliği gereği, gerçekte hak edilen tazminat miktarının dava açılmadan önce davacılar tarafından tam olarak bilinmesi veya öngörülmesi mümkün değildir. Dava açılması aşamasında karşı karşıya kalınan bu belirsizliğin, davacıları yüksek miktarlı istemlerde bulunmaya yönlendirebileceği açıktır.
Talep miktarının sonradan düzeltilmesi (ıslah), tazminat davasının başındaki belirsizlik karşısında bir güvence oluşturabilecekse de, davanın açıldığı tarihte 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda böyle bir kuruma yer verilmemiştir. Dolayısıyla, hak kaybına uğramak istemeyen davacılar için, tazminat taleplerine ilişkin miktarları yüksek tutmaktan başka seçenek bulunmamaktadır. Davacı bu hukuki ve fiili bu şartlar altında açtığı davasında, 50.000-TL maddi zararın tazminini istemiştir.
Bilindiği üzere sağlık hizmetleri, bünyesinde risk taşıyan, tıbbi ve teknik bilgiyi gerektiren hizmetlerdendir. Sağlık hizmetinden yararlanan bir kişinin zarara uğraması halinde, zararın doğmasında idarenin hizmet kusurunun bulunup bulunmadığı da ancak konusunda uzmanı olan kişi ya da kuruluşlarca yapılacak detaylı incelemler sonucunda ortaya konabilecektir.
Sonuç olarak, ıslah olanağı bulunmaması nedeniyle tazminat istemi yüksek tutulmak zorunda kalınan, gerçekte hak edilen tazminat miktarı kestirelemeyen, çözümü davanın her iki tarafı için de zor ve karmaşık olan böylesi bir dava sonucunda, reddedilen maddi tazminat miktarı üzerinden 5.750-TL tutarında nisbi vekalet ücretine hükmedilmesi, hak arama özgürlüğünü ve mahkemeye erişim hakkını kullanan davacının, kullandığı hak nedeniyle olağan dışı ağırlıkta bir mali yük altına girmesi sonucunu doğurmuştur. Böyle bir sonucun, hak arama özgürlüğüne ve mahkemeye erişim hakkına, olağan dışı bir kısıtlama getirdiği ortadadır.
Bu durumda, İdare Mahkemesi’nce reddedilen maddi tazminat miktarı için davalı idare lehine maktu vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken, nispi vekalet ücretine hükmedilmesinde hukuki isabet bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, …. İdare Mahkemesi’nin … tarih ve E:…; K:… sayılı kararının reddedilen maddi tazminat miktarı bakımından davalı idare lehine nispi vekalet ücretine hükmedilmesine ilişkin kısmının BOZULMASINA, sair temyiz istemlerinin reddi ile kararın diğer kısımlarının ONANMASINA, bozulan kısım hakkında yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine, 2577 sayılı Kanunun 18.06.2014 gün ve 6545 sayılı Kanunla eklenen Geçici 8. maddesinin 1. fıkrası ve 54. maddesinin 1. fıkrası uyarınca bu kararın tebliğ tarihini izleyen günden itibaren onbeş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 17/04/2018 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.

(X) KARŞI OY :

659 sayılı Kanun Hükmünde Kararname 02/11/2011 günlü Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş olup, bu düzenleme ancak yürürlük tarihinden sonra açılacak davalarda uygulanabilecektir.
Bakılan dava, 2010 yılında açılmış olduğundan ve bu tarih itibariyle 659 sayılı Kanun Hükmünde Kararname yürürlükte olmadığından, hukuk müşaviri aracılığıyla davasını takip eden idare lehine vekalet ücretine hükmedilmesine olanak bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenle, davacı tarafın temyiz istemi kısmen kabul edilerek mahkeme kararının davalı idare lehine vekalet ücretine hükmedilmesine ilişkin kısmının bu gerekçeyle bozulması gerektiği görüşüyle çoğunluk kararına katılmıyorum.